İçeriğe geç

Ermeni Zindanında Sekiz Gün Kitap Alıntıları – Dürdane Ağayeva

Dürdane Ağayeva kitaplarından Ermeni Zindanında Sekiz Gün kitap alıntıları sizlerle…

Ermeni Zindanında Sekiz Gün Kitap Alıntıları

Biz çıktık ancak yüreğimiz Hocalı’da kaldı;o gece canımızdan can ayrıldı.İnsan bir kuşun yuvasını dağıtmaya kıyamazken bu vahşi Ermeni faşistleri bu soğuk kış gecesinde bizi nasıl bir hale salmıştı? Yaz olsaydı hiç korkmazdık,ama buz gibi nehri geçerek karın üzerinde yürümek donup ölmek demekti.
Ermeni zulmünün ufak bir alıntısı: “Biz Haçatur’la ele geçirdiğimiz, eve giderken askerlerimiz bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişti. Türk çocuğu çok ses çıkarmasın diye, Haçatur çocuğun anasının kesilmiş göğsünü onun ağzına soktu. Daha sonra 13 yaşındaki bu Türk’e onların atalarının bizim çocuklara ettiğini ettim. Saate baktım, Türk çocuğu 7 dakika sonra kan kaybederek dünyasını değiştirdi Haçatur daha sonra ölen Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk ile aynı soydan köpeklere attı.”
Vücudum acıdan yanıyordu fakat ben sesimi yutuyordum. Bağırıp da çığlıklarımın
duyulmasından korkuyordum. Çünkü yandaki hücrede bizim erkekler vardı. Onların benim sesimi işitmelerini istemiyordum. Kendi azapları az değilmiş gibi bir de benim sesimi duyup üzülsünler istemiyordum.
Ölmek güzelmiş. Keşke ölüp de ormanda kalsaydım da bu vahşilerin eline geçmeseydim.
Bunlarda iyi insan yoktur. Fırsat bulsalar hepimizin kafasını kesip kanını içerler. Bir gecede yüzlerce insanımızı öldürerek Hocalı’yı yerle bir ettiler. Şimdi de Karabağ’ın Ermenistan’a ait olduğunu söylüyorlar. Karabağ hiçbir zaman Ermenistan’a ait olmadı, bunu nereden uyduruyorlar anlaşılır gibi değil? Bunlar bizim topraklarımızda yaşadılar, bizim ekmeğimizi yediler, sonra ilan edilmemiş bir savaş başlattılar. Şimdi ise bizi kendi topraklarımızdan sürüp, esir alıp zulmediyorlar.
Onların bizim evlerimizde yaşamaları, diktiğimiz ağaçların meyvesini yemeleri, pınarlarımızdan akan suyu içmeleri nasıl kabul edilebilirdi ki Hepsi bu köpeklere haram olsun! İnşallah buralarda yaşamak ve bizim mallarımızı yemek bunlara hiç mi hiç kısmet olmasın, diye geçirdim içimden.
Ama Ermeni sadece taş kalpli değil, aynı zamanda ruhsuz bir taştı.
Ayağımdaki yara iyileşti fakat kalbimdeki yara hiçbir zaman iyileşmeyecek. O sekiz günde gençliğim, sağlığım ve tüm vücudum mahvoldu
İnsan övladı məğlubiyyət üçün yaranmayıb, – o dedi. – İnsanı məhv etmək olar, lakin məğlub etmək olmaz.
Ben oradan ayrılırken Hocalı’yla vedalaşmadım. Hocalı’ya “Şimdilik hoşça kal.” dedim. Çünkü “elveda” deseydim bu, onu bir daha görmeyeceğim demek olurdu. Hocalı’ma “Şimdilik hoşça kal.” dedim. Kendi azabım bir yana, Hocalı’yı kendi yavrusunu terk eden bir anne gibi terk ettiğime Allah şahittir. Keşke toprağından bir avuç alsaydım, keşke kapımızdan ufak bir taş alsaydım, onu ölene kadar saklar, koklardım. İnsan vatanın neresinde ne kadar mutlu yaşarsa yaşasın doğduğu yerin ve evin tadını hiçbir yerden alamaz.
Sekiz günde yaşlandım.
Resmî rakamlara göre saldırıda 106’sı kadın, 63’ü çocuk, 70’i yaşlı toplam 613 kişi katledilmiş; 76’sı çocuk 487 kişi ağır yaralanmış, işkenceye maruz kalan 1.275 kişi esir alınmıştır. Esir alınanlar- dan 150 Azerbaycan Türkü halen kayıptır
Hukuken Azerbaycan’a ait olan Dağlık Karabağ ve çevre ra- yonları -Azerbaycan topraklarının beşte biri- halen Ermenistan işgali altında. Hocalı Katliamı’nın sorumluları bugüne kadar her- hangi bir cezai sürece tabi tutulmuş değil ve işgal edilen toprak- lardan kaçan 1 milyon Azeri, “göçgün” statüsünde yaşam müca- delesi veriyor; katliam sırasında esir alınan 150 Azeri’nin akıbeti ise hâlâ belli değil.
Hocalı bir ge- cede 613 şehit verdi. Ben her zaman “Keşke 614. şehit ben olsay- dım” diyorum.
Onlar Türklerin kökünü kazıyacaklarını söylüyorlar. Onlar için bizim suçumuz Türk olmamızdır.
Yüreğim ağzımda, Elşad’ın ellerini öylesine sıkıyordum ki, az daha arabadan inip
Akdam tarafına koşacaktım. Allah’ım, insan ne kadar da sabırlı olabiliyormuş?
Keşke topra- ğından bir avuç alsaydım, keşke kapımızdan ufak bir taş alsay- dım, onu ölene kadar saklar, koklardım. İnsan vatanın neresin- de ne kadar mutlu yaşarsa yaşasın doğduğu yerin ve evin tadını hiçbir yerden alamaz.
Elşad elini başıma her değdirdiğinde başımdaki acıları daha çok hissediyordum. Ancak bunu ona söyleyemiyordum. O bunu rahatlamam, uyu- mam için yapıyordu fakat acıdan uyuyamıyordum.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bu sözler üzerine Karo Saşa’yı kucaklayarak:
– Bu olmaz Saşa. Ama Askeran’da istediğin kadar esir var. Bir gün gel, onlardan birini vereyim sana. Götürüp torunları- nın gözleri önünde kafasını kes, oğlunun kanını al. Sana helal- dir. Ne dersin? Ben sana bu sözü veriyorum ancak şimdi ben bu Türk’ü Askeran’a götürmeliyim.
– Ay kız, Hocalı’ya doyasıya bak. Ağlıyor musun? Evet, ağla. Bir daha sizin ayağınız Hocalı’ya değmeyecek. Biz Hocalı’yı al- mak için canımızı ortaya koyduk, kan döktük. Daha bu hiç, tüm Karabağ bizim olacak. Hepsini Türk gavatlardan alacağız. Şimdilik Hocalı’yı aldık, yani kendi toprağımızı. İnsanlarını katlettik, sa- hip oldukları her şey bize kaldı. Elimizde esirler de var. Bundan güzel bir şey olur mu? Bak, kaç günden beri bizimkiler Hocalı’nın servetini taşıyor da hâlâ bitmedi. Çok yakında bütün Karabağ bizim olacak. Ben bu zamana kadar Azerbaycanlı kızlara el sür- memiştim. Çünkü siz Türk kızları bizim erkeklere murdar gö- züyle bakıyorsunuz. Ama şimdi Hocalı’nın kaç kızının işini bitir- dim. Beni duyuyor musun? İşte bu sebeple bugün neşem yerinde.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Vücudu yara bere içindeydi. Doktor onun sırtını eliyle muayene ediyor, baktıkça da kafasını sallıyordu. Doktorun dehşete düştüğü anlaşılıyordu. Sonra Elşad’ın sırtı- nı Vladik’e göstererek:
– Böyle olur mu hiç? Bu insan mıdır, yoksa hayvan mı? İnsana böyle vurulur mu? Olmaz böyle, dedi.
– Bak Dürdane, burada senin nasıl azap ve işkence gördü- ğünü biliyorum. Ama bunları kimseye anlatma. Çünkü sizinkiler namuslarına çok düşkün. Onlara hiçbir şey söyleme. Siz Türkler çok iyi insanlarsınız, fakat biz de size hiçbir kötülük yapmamış- tık. 25 Şubat’ı 26’sına bağlayan gece Hocalı’yı yakanlar Rusların 366. Alayı. Bu işte ne sizin ne de bizim bir suçumuz var, suç sa- dece Ruslardadır.
Gözlerime inanamıyordum, Elşad sağ. Kapıdan içeri giren kardeşimi sadece elbisesinden tanıyabildim.
– Gel Türk kızı, içeriye geç, korkma. Korkuyor musun, dedi.
Ben sessizce ona baktım, cevap vermedim. O konuşmaya de- vam etti:
– Sen kaç yaşındasın?
– Yirmi yaşındayım.
– Ha, gençsin. Fransa’dan gelen Ermeni seni yakmak iste- miş, fakat benzin bulunamamış. Şanslıymışsın. Ancak seni çok dövüp işkence ettiklerini duydum. Ayağın mı yaralı?
– Evet.
– Bak, o kurşunu sana sizinkiler sıkmıştır. Beni anlıyor musun?
– Evet.
Çok kötü durumdaydım. Vladik bana bakarak dedi ki:
– Ben seni kardeşinle birlikte salıvereceğim. Çünkü sana bu- rada çok eziyet etmişler, mahvetmişler seni. Benim Azerbaycanlı pek çok dostum vardı. Belki bugün hangisini yakalasam öldürü- rüm, çünkü biz artık düşmanız. Fakat bir kadın olarak sana acı- yorum. Ben Azerbaycanlıları iyi tanırım. Yeri gelince siz bizden daha ziyade namusa düşkünsünüz.
– Sana ne oldu? Morarmışsın. Burası soğuktur, hastalandın mı? Merak etme, Türklere hiçbir şey olmaz, sizin canınız serttir. Vladik bu kapının kimseye açılmamasını emretmeseydi buradaki
çocukları çağırır seni iyice tekmeletirdim, sen de ısınırdın.
Kardeşimin sağ olup olma- dığını düşünüyordum. Onu öldürmüşlerse o zaman bir başkası- nı kardeşimin yerine buradan alır giderim diyordum. Allah kar- deşimi bana bağışlasın! İnşallah ölmemiştir! Bir kolu, bir bacağı, bir gözü olmasın ancak sağ olsun, ölmesin istiyordum.
“Keşke ben de ormanda ölüp kurda kuşa yem olsaydım.” diyordum. Bu düşman itlerine esir düş- mezdim. Beni salıverecek olsalar bile artık ben insanların yü- züne nasıl bakarım? O zaman intihar ederim diye düşündüm.
– Bak, bunun kim olduğunu biliyor musun? Fransız soy- daşım. O da Fransa’dan sizin kökünüzü kurutmaya geldi. Canı Türk istiyor, “Bu kızı ver, Fransa’ya götüreyim.” diyor. Oradaki Ermeni soydaşlarımız Türk görmemişler, seni görerek Türk’ün ta- dına baksınlar. Ben bu adama seni ona ikram edeceğimin sözünü verdim. Şimdi biz birlikte Askeran’a gidelim, orada bakarız, dedi.
– Biliyor musun ay kız, biz bir zamanlar sizinkilerle çok mihriban bir ortamda birlikte çalışmıştık. O nedenle ben sizin dili iyi konuşuyorum. Sizin ahali de Ermeniceyi iyi konuşuyordu. Fakat şimdi biz düşman olduk. Zaten topraklar bizimdir, hepsi- ni alacağız. Sizi de, yani öteki Azerbaycan Türklerini de, tutuk- layıp hepinizi öldüreceğiz.
Bir bardak daha içtim. Suyun tadı çok kötüydü. Kar suyuy- du. Bardağı ona verirken bana şöyle dedi:
– Herkes gitti, o nedenle sana su getirebildim. Şimdi erkek- lere de götüreceğim. Ben Müslümanların çok ekmeğini yedim, nankörlük yapamam. Yediğim ekmeği inkâr edemem. Türkler bana çok iyilik yapmıştır, unutamam. Yine su istiyorsan vereyim. Ama ekmek yoktur, olsa ekmek de verirdim.
Ölmek güzelmiş. Keşke ölüp de ormanda kalsaydım da bu vahşilerin eline geçmeseydim.
Kapı açıldı, birisi gelip bir şeyler söyledi. Ne dediğini anlamadım. Üçü de aynı anda dışarı çıktı. Onları ça- ğıran Ermeni geri dönerek bana şöyle dedi:
– Türk kızı, bir şey istiyor musun?
– Evet, su verir misiniz?
– Su mu? Veririm, evet.
Bunu dedi ve çıktı. Beş-on dakika geçmeden elinde bir kova suyla geri döndü:
– Canın su istiyorsa, al iç.
Bunu dedikten sonra bir kova suyu üzerime döktü ve gülerek kapıyı kapatıp gitti. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ne su- çum vardı ki, neden bana bu kadar eziyet ediyorlardı?
Susuzluktan yanıyordum. Ama korkudan sesi- mi çıkaramıyordum. Hücrenin zemininde çukurlar vardı, eğer oralarda su bulunsaydı onu bile içerdim.
Üç ineğimiz ve koyunları- mız vardı. İneğimizin birinin buzağı vardı, öteki ineğimizinse doğurmasına çok az kalmıştı. Böyle bir şeyin olacağını bilsey- dik bütün hayvanların kapısını açıp salardık.
Kapı açıldı. Çocuklu anneleri çağırarak çocuklarını da al- malarını, Akdam’a takas yapmaya götüreceklerini söylediler. Melike teyze başındaki örtüyü alıp ikiye böldü. Bir parçasıyla benim başımı bağladı, sonra saçımı dağıtarak ayağından çamur aldı ve benim yüzüme sürdü. Neden böyle yaptığını sordum:
– Sen gençsin, yaşlı ve çirkin gözükmen için böyle yapıyo- rum. Sana kötülük etmesinler diye. Hem sen de yaralısın, ön ta- rafa git, seni de götürüp Akdam’a teslim etsinler, dedi.
Vagıf giderek daha fazla titriyordu. Ben onun ayak parmaklarını nefesimle ısıtma- ya çalışıyordum.
Bir de ormanda sü- rünerek ilerlerken çantama bir hayli kalaşnikof mermisi doldur- muştum. Hava aydınlandığında silahı olan askerlerimizden gö- rürsem bu mermileri veririm diye düşünmüştüm.
Hiçbirimizin takati kalmamıştı. Gücümüz tükenmişti. Bu şekilde üç-dört kilometre gittikten sonra Askeran’a ulaştık. Orada bizi gören Ermeniler üzerimize saldırdı. Ermeni kadınlar az daha bizi öldürecekti. Taşla, sopayla vurma- ya başladılar. Askerler de bize hakaret ederek gülüyorlardı.
Yaklaşık yedi-sekiz metre ilerlemişlerdi ki Saadet’i vurdular. Kafasından yaralanan Saadet orada can verdi. Hamileydi, iki ay sonra anne olacaktı.
Kafamı kaldırıp baktım, her taraf ceset doluydu. Birkaç saat içerisinde yüzlerce insan şehit olmuştu. Zor da olsa bir hayli süründüm. Sağ tarafımda bir kadın ve yanın- da beş yaşlarındaki çocuğu vardı. Sonra kadın ayağa kalkıp ço- cuğunu kucağına aldı. İki-üç metre koşmuştu ki kadına kurşun yağdırdılar. Yere yığılan kadının kucağındaki çocuk bağırmaya ve ağlamaya başladı, “Ana!” diye bağırdı. O zavallı yavruyu da kurşuna dizdiler. O manzarayı görünce aklım başımdan gitti. Az daha kalbim duracaktı.
Hava aydınlanmadan önce ormanda donup kalan ço- cuklar oldu. Nice yaşlı babalar ve anneler ormanda donup kaldı. Yaşlılardan çoğu kalp krizi geçirdi ve cesetleri ormanlık alanda bırakıldı. Orada kelimenin tam anlamıyla bir insanlık trajedi- si yaşanıyordu.
Tüm Hocalı ahalisi kışın bu sert gecesinde karda, donda, buz gibi Gargar Nehri’ne girip or- mana geçmeye mecbur kaldı. Biz de o dondurucu suya girerek ormana geçtik. Diz boyu karda yavruların ağlaması, annelerin feryadı, insanın yüreğini parçalıyordu. Biz çıktık ancak yüre- ğimiz Hocalı’da kaldı; o gece canımızdan can ayrıldı. İnsan bir kuşun yuvasını dağıtmaya kıyamazken bu vahşi Ermeni faşist- leri bu soğuk kış gecesinde bizi nasıl bir hale salmıştı? Yaz olsay- dı hiç korkmazdık, ama buz gibi nehri geçerek karın üzerinde yürümek donup ölmek demekti. Yaşlı insanlar, hastalar, yavru- lar, kızlar, gelinler, herkes ağlıyor; feryat figandan kulak tutulu- yordu. O gece o insanların halini gören kim olsa dehşete düşerdi.
Bir sabah nöbetten çıkıp eve geldim. Kapımızın önünde iki çift asker çizmesi gördüm. Şaşkınlıkla sabah erkenden bize ki- min gelebileceğini düşündüm. Ocak ayının sonları olduğunu kesin hatırlıyorum. İçeriye girdiğimde iki Rus askerin oturmuş sütle lavaş ekmeği yediklerini gördüm. Anneannem çok duygu- sal bir kadındı. Ruslar kapının önünden geçerken Rusça “hleb”, yani ekmek demişler. Anneannem bunu duyunca askerleri elle- rinden tutup eve davet etmiş. Askerler sütü içip gittiler.
Hocalı’da açlık baş göstermeye başlamıştı. Köy ahalisi büyük ve küçükbaş hayvanlarını ve tavuklarını kesiyor, kim ne bulursa onu yiyordu. Bir keresinde de bir helikopter gelerek torbalarla ek- mek bırakmış, sonra da hemen geri dönmüştü. Çünkü Ermeniler Hocalı’ya gelen helikopterleri havada vuruyordu.
Hatta Ermenistan’dan gelen mül- teciler için Finlandiya tarzı evler yapılıp bunlara dağıtılmıştı. Hocalı’nın üst kısmında da aynı tarz evler yapılmış ve o evlere de Özbekistan’dan kaçmak zorunda kalan Ahıska Türkleri yer- leştirilmişti.
Ancak durum giderek kötü- leşiyordu. Bizim arabaları taş yağmuruna tutuyor, ahalimizin ve Akdam-Şuşa ve Akdam-Hocalı arabalarının Askeran bölgesin- den geçmesine izin vermiyorlardı.
31 Ocak günü hastaneye yatan babam 1 Şubat günü ame- liyat oldu. Ermeni doktorlar anneme babamın durumuyla ilgi- li hiçbir şey söylememişti. Ertesi gün çok kar yağmıştı. Biz evde babamdan gelecek haberi bekliyorduk. Sonunda annem ağlaya- rak eve geldi ve bize babamın ölüm haberini verdi.
1 Eylül 1979’da ben Hocalı’daki okulun birinci sınıfına başladım. Okul yılları benim için unutulmazdı. Annem beni tertemiz gi- yindirir, saçlarımı taradıktan sonra çift örgüler yaparak beyaz kurdele bağlardı. Siyah okul üniformamın beyaz önlüğü de var- dı. İlkokul öğretmenim beni çok severdi. Adı Hamayıl’dı. Daha sonra öğretmenim de şehit oldu.
Coğrafi konumu açısından Hocalı’nın bir ta- rafı Askeran ili diğer tarafı ise Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nin başkenti Hankendi’ydi (Ermeniler “Stepanakert” der.). Ön tarafı ormanlık olan Hocalı’nın arka kısmını Ermeni köyleri çevrele- mişti. Stratejik açıdan Hocalı’nın önemi, hemen yanındaki hava- alanından kaynaklanıyordu. Ana kara yolunun Hocalı’dan geç- mesi ve havaalanının topraklarımızda bulunması, kasabamız için önemli bir avantajdı. Azerbaycan’ı Ermenistan’a bağlayan kara yolunun Akdam-Şuşa, Akdam-Laçin, Askeran-Hankendi ve Akdam-Hankendi bağlantıları da Hocalı üzerinden geçiyordu. O yüzden Hocalı gerek stratejik konumu gerekse doğal yerleşim yeri olması açısından daima Ermenilerin iştahını kabartıyordu.
Filmlerde gördüğüm kadarıyla Alman faşistleri Sovyet askerlerini esir alıp çalıştırıyor fakat kadınlara ve çocuklara eziyet etmiyorlardı. Anlaşılan kimse esirlere Ermeniler gibi vahşilik etmemişti. Ermeniler katil, haydut ve teröristti. Çocukları mızrağa geçirmek, hamile kadınların karnını yararak çocukları çıkarıp imha etmek, hamile kadınları diri diri yakmak, askerlerin kafalarını kesmek, insanlara her türlü eziyeti etmek, yavruların kafa derilerini soyarak onları köpeklerin önüne atmak ve daha neler neler hepsi bu canavarların işiydi. Esirlere binbir eziyet edenler sadece Ermeni faşistlerdir. Ormanda yakaladıkları bir Hocalı ailesini yavrularının gözü önünde vahşice katleden; anneyi kurşuna dizen, babayı ise ağaca bağlayarak üzerine benzin döküp yakan da bu Ermeni faşistlerdir. Bir annenin gözü önünde üç evladının kafasını kesenler de yine bu Ermeni cellatlardır. Evin yegâne oğlunu annesinin gözü önünde kurşuna dizen de onlardır. Hocalı’da öldürdükleri ahalinin kafalarını kesip bedenlerini köpeklere atanlar da yine bu Ermeni katillerdir. Bir evde rehin aldıkları 80-90 yaşındaki karı kocayı birbirine bağlayarak evlerinin bahçesinde diri diri yakanlar da bu zalimlerdir. Genç askerlerimizi kendi mezarlarının üzerine götürerek kafalarını kesenler de yine bu kan emici Ermeni vampirleridir. Kafaları kesilen çocukların anneleri hâlâ evlatlarını bekliyor.
Savaşlarda harabeye çevrilen yurtlar bir şekilde tamir edilir Kurşuna dizilen evler, yurtlar, yollar bir şekilde tamir edilir Fakat insan kalbi bir defa yıkıldıysa, tamiri mümkün değildir Savaş ilk insana dokunuyor
İlk, insanı öldürüyor
Kendi durumumu düşündükçe yaşadıklarıma inanamıyordum. Acaba ben bunca eziyete nasıl dayanabiliyordum, neden ölmüyordum? Ölümü çok büyük bir hasretle bekliyordum. Canım bu zulümlerden kurtulsun istiyordum. Her türlü eziyete dayanıyordum. Sonumun nasıl olacağını bilmiyordum. Ölüm güzelmiş, insan bunu azapla karşılaşınca daha iyi anlıyor.
Savaşlarda harabeye çevrilen yurtlar bir şekilde tamir edilir…
Kurşuna dizilen evler, yurtlar, yollar bir şekilde tamir edilir…
Fakat insan kalbi bir defa yıkıldıysa, tamiri mümkün değildir…
Savaş ilk insana dokunuyor
İlk, insanı öldürüyor…
Bu iğrenç, vahşi, soysuz Ermeni köpeğinin saf, temiz, genç bir Müslüman kıza yaptığı vahşilikleri burada olduğu gibi anlatmak benim için son derece zor. Onun bana yaptığı işkenceler hiçbir zaman hafızamdan silinmeyecek. O gece hiç ummadığım azapları, zulümleri yaptı bana.Ben ne suç işlemiştim de bana bunca eziyeti reva görmüştü. Tamam biz düşmandık ama düşman bile olsa bir insana böyle işkence edilir mi?
Kim bir canı, başka bir cana ya da yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur .
Mâide 32
Bu millet nasıl böyle vahşileşmiş diye düşündüm. İnsan olan biri çaresizlere veya kadına -kıza el kaldırabilir mi? Ermeniler hangi suçum yüzünden beni bu şekilde dövmüştü ki? Aklımdan bir sürü şey geçiyordu.
Neden bana “dövüşçü” demişti? Ben dövüşçü değildim ki. Demek ki birileri bizi ihbar etmişti. Sonra aklıma Ermeni kadınlar geldi, bunu yapanların onlar olduğunu düşündüm. O Ermeni kadınlar Hocalı’ya Dağlık Karabağ’ın başkenti Hankendi’nden gelmişti. Kocaları Azerbaycan Türkü olan bu kadınlar sadece beni değil, yüzlerle insanı Ermenilere ihbar etmiş. Muhtemelen benim rabıtacı ve dövüşçü olduğumu da onlar söylemişti.
Biz çıktık ancak yüreğimiz Hocalı’da kaldı; o gece canımızdan can ayrıldı. İnsan bir kuşun yuvasını dağıtmaya kıyamazken bu vahşi Ermeni faşistleri bu soğuk kış gecesinde bizi nasıl bir hale salmıştı? Yaz olsaydı hiç korkmazdık, ama buz gibi nehri geçerek karın üzerinde yürümek donup ölmek demekti.O gece o insanların halini gören kim olsa dehşete düşerdi.
“Kim bir canı, başka bir cana ya da yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.”
“Mâide 32”
İnsan vatanın neresinde ne kadar mutlu yaşarsa yaşasın doğduğu yerin ve evin tadını hiçbir yerden alamaz.
Ölüm güzelmiş, insan bunu azapla karşılaşınca daha iyi anlıyor.
İnsan ne dayaktan ne de açlıktan ölüyor, sadece eceli gelince ölüyor.
Ölmek güzelmiş. Keşke ölüp de ormanda kalsaydım da bu vahşilerin eline geçmeseydim.
Korku içinde yaşarken insanın gözü hiçbir şey görmüyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir