İçeriğe geç

Erkek Dediğin Kitap Alıntıları – David Szalay

David Szalay kitaplarından Erkek Dediğin kitap alıntıları sizlerle…

Erkek Dediğin Kitap Alıntıları

Journal of English and Germanic Philolohy için yazdığı makaleyi bitirmesi gerekiyor; şimdiye bitirmeyi umuyordu. Sorun, erken dönem Batı saksonlar döneminde ae harfinin bazen a yerine kullanılıp kullanılmadığıydı; ya da Ae ve a’nın ilk değişimin farz edildiği gibi Batı cermen döneminde, yani Anglosaksonların Britanya yerleşmesinden önce olup olmadığı. Eski hipotezin başlıca ispatı her zaman “slēan” formuydu; eğer bu biçimin kuraldışılığı kanıtlanabilirse, bu kutsal tez de tartışmaya açılabilirdi. Dolayısıyla önerdiği makale önemliydi, zaten prensipte dergi tarafından kabul edilmişti. “Slēan” Formunda Kuraldışı Etkenler- Bazı Öneriler.
“Yardım ister misin?” diye soruyor Cordelia, bir türlü açamadığı şarabı kastederek.
Tony bir an duraksıyor. Ne yapacağını düşünüyor gibi. Ardından, “Evet, lütfen” diyerek şişeyi ona uzatıyor.
Cordelia efkârlı bir tavırla gülümsüyor; hüzünlü, ardında bir şey gizleyen, ikna edilmemiş bir tebessüm bu.
Anne kız arasında ne tür lafların döndüğü hakkında hiçbir fikri yok.
E-posta. Hiç yeni e-postası yok, reklam ve duyurular dışında.
Zamanın geçiciliği. Sonsuz olan asla bitmeyecek olan bu. Ve tesiri her şeyin üzerinde hissediliyor, yani her şey, kendi geçiciliğinde sonu olmayana kucaklıyor.
Olağandışı bir paradoks gibi görünüyor.
“Lütfen aşağı gel” diyor boyalı ahşap kapıya, bir zamanlar belli ki beyazmış. “Çay yapıyorum diyor. “Özür dilerim, gerçekten üzgünüm.”
Aşağıda çay yapıyor. Hâlâ eski usul, demleyerek. İnsanlar böyle çay yapmıyorlar diye düşünüyor hüzünle.
O zaman sonsuzluk ne?
Hiç. Sorun da bu. Yeryüzünde bir hiç. Yeryüzünün kendisi bile değil. Güneş bile değil. Yıldızlar bile değil.
Hepsinin bir sonu var.
Hepsinin.
Artık biliyoruz bunu.
Karanlıkta öylece yatarken, kendi halini şu anda idrak etmiş gibi korkuyor. Sanki biri ona şu anda ilk kez yetmiş yaşında olduğunu söylemiş gibi.
Cordelia’yı aramayı düşünüyor. Nihayetinde aramıyor. Rahatsız etmek istemiyor onu. Morali bozuk, bunu ondan gizleyemez, sesinden anlar hemen, onun da moralini bozmak istemiyor. Onun da aramasını istemiyor. Sürekli Cordelia’ya mızmızlanırsa, kendi sorunlarını anlatıp hiç ilgisini çekmeyen sorular sorup durursa, konuşurken moralsiz uzun sessizlikler yaratırsa aramız da zaten.
“Cumaya dönüyorum.”
Ona pek bir şey ifade etmiyor bu. Bugün günlerden ne, ondan bile emin değil.
Dünkü Ravenna gezisinden dolayı morali çok bozuk. Dün yapacak bir şeyi olmadığından hevesle Ravenna’ya gitti ve trafikte başını belaya soktu. Kaybolup sinirlendi, sonunda tek şeritli daracık yolun ters yönünde buldu kendini. Yarı yolda bir kamyonetin, asabi asabi yanıp sönen farlarını görünceye kadar ne yaptığının farkında bile değildi. Mecburen, giderek artan soyutlanma hissiyle omzunun üzerinden gözlerini kısa kısa bakarak yoldan geri geri gitmek zorunda kaldı. Sokak düzdü; zorlanmaması gerekiyordu. Fakat her nedense şerit çizgisini kaçırıp duruyordu. Durup durup tekrar hizalaması gerekiyordu. Direksiyonu sanki onu boğulmaktan kurtaracakmış gibi sıkı sıkı tutuyordu. Kamyonetin şoförü ise bağırıyordu, sessiz bir filmdeymişçesine.
Kaldırımdaki insanların yüzlerini hatırlıyor, olaya tanık olanların, kahkaha atanların, onu parmakla gösterenlerin, gülenlerin. Bazısı o kadar da anlayışsız değildi. Ama bu, onu daha çok rahatsız etti. İfadelerinden, acınası bir durumda olduğu belliydi: Bir ihtiyar, ömrünün son demlerinde ortalığı birbirine katıyor.
Yüzlerinden aynen bunlar okunuyordu seyredenlerin.
Donakalmıştı.
Kendi kesinlikle böyle görmüyordu.
Daha sonra park edecek bir yer bulup bir süre yürüdükten sonra kendini Sant’Apollinare Nuova’da buldu.
Şiir görünüşe göre Fatih Sultan Mehmed’in çiçek kokladığı ünlü bir minyatüründen esinlenmiş.

Portrede, yüzü başka yöne çevrili,
Fatih Sultan Mehmed elinde bir gül,
Kemerli burnuna götürüyor,
Para ve savaş kurcalıyor zihnini,
Bilge hükümdarın öncelikleri,
Kudret için kardeş katli,
Her şey onun ellerinde,
Hepsinde usta. Ama çiçek neden o halde?
Bir selam belki de, daha az ifade edilene; Güzellik değil, bence, her neyse,
Sevgi değil, “tabiat” değil,
Sadece bir anlığına dalıverme
Var olmanın dokusuna.

Ölümü daha sık düşünür oldu. Düşünmemek zor. Görünüşe bakılırsa fazla zamanı kalmadı. On yıl? On yıl sonra seksen üç olacak. Daha fazla yaşar mı? Herhalde yaşamaz. Yani on yıl civarında zamanı var. Böyle bakınca biraz korkutucu. Ne kadar az kaldığını bilmek korkunç bazen. Bir aralık sabahı, saat beşte, turkuvaz duvarlar hâlâ karanlıkken, Argenta yakınındaki evin geniş ve rutubetli yatak odasında uyanmak. Yatağın yanındaki saatin tik takları. Ne kadar da az kaldığını bilmek korkunç bir şey. Üstelik iki ay önceki ameliyattan sonra on yıl bile iyimser bir tahmin sayılabilir. Ameliyattan sonra, sürekli kalbini dinlemeyi, bir an durursa diye korkmayı âdet haline getirdi. Yattığı yerde, kalbinin attığının ve bir gün duracağı hakikatinin farkında. Ölümle yüzleşmek için henüz hazır hissetmiyor kendini, gerçi ne zaman hissetti ki.
Turkuvaz yatak odası aydınlanmaya başlıyor.
Öylece uyanık yatıyor iki saattir, düşünüyor.
Gerçekten ölecek olması inanılmaz geliyor ona. Yani bir gün sona erecek. Kendisi. Ölüm sadece başkalarının başına gelen bir şey gibi; elbette arkadaşları ve tanıdıkları dökülmeye başladı bile. Yıllarca tanıdığını insanlar. Epeyce bir kısmı öldü. Cenazelerine gitti. Sayıları gittikçe azalıyor. Yine de anlamakta zorlanıyor; gerçekten anlaması için, kendisinin de ölmesi gerekiyor. Sonu olan bir deneyim bu. Bir gün sona erecek. On yıl sonra, muhtemelen burada olmayacak.
Kendisinin olmayacağı bir dünyayı hayal etmek çok tuhaf. Tuhaflığı şurada: Onun bildiği yegâne dünya, kendisinin içinde olduğu dünya ve o dünya da onunla birlikte ölecek. Bu dünya ondan sonra sürmeyecek. Oldukça tuhaf ilerleyen algı akışı bu. Akla hayale sığmıyor. Odanın diğer duvarında duran bir ceviz gardıroba bakıyor; bu algı akışının, algılamanın farkında. Algılamanın mutluluğunun farkında. Camı ve kalın perdeleri aşarak, yılların kararttığı koyu cilalı gardıroba vuran ışığı görmenin mutluluğu.
Dışarıda, çakıllarda ayak sesleri duymanın mutluluğu.
Zaman hiçbir şey demez “ben sana demiştim” dışında,
Zaman ödememiz gereken ücreti bilir yalnızca;
Bilmene izin verirdim, anlatabilseydim sana.
“ .. İki kere evlendim iki kere boşandım. İlk boşanmam iyiydi, fazla pahalıya patlamadı. İkincisi ”
Masada bir tabak çikolata var. Şekilsizliklerinden el yapımı olduğu anlaşılıyor, üzerleri saf kakao tozuyla kaplı. Lars iki tane yedi. “Kaçırılmış bir fırsat” derken, bir tane daha yese mi yoksa Mark’ın kahveyi getirmesini mi beklese diye düşünüyor.
“Tarihi bir trajediydi.” diyor Aleksandr.
Tarihi. Aleksandır’ın kullanmaktan zevk aldığı kelime.
Lars, Aleksandır’ın kendini tarihi bir şahsiyet olarak gördüğünü biliyor. Tarihin dönemeçlerinden bahsederken birinci elden bilen biri gibi konuşmaktan hoşlanıyor. Bir seferinde, “Tarih beni nasıl görecek sence?” diye sormuştu.
Lars ne diyeceğini bilememişti. Bir anlık duraksamadan sonra bir klişeyle cevap vermişti. “Tarihi kimin yazacağına bağlı.”
Birkaç yaşlıyla aynı takside gidiyorlar.
İçlerinden biri, nefesi kokan yaşlı bir adam, nefesi yaşlı yaşlı kokan bir adam onu tanıyor gibi.
“Sen nasılsın Murray?” diye soruyor alüminyum bastonunun plastik topuzunu sıkarken.
“İyyiyim, iyiyim” diyor Murray. Ardından, “Elbette” diye ekliyor, “bugün kederli bir gün.”
“Öyle” diye onaylıyor yaşlı adam. “Pearl harika biriydi.”
Murray siyah deri ayakkabılarını oynatıyor. Akıp giden sokaklara, evlerin gri cephelerine bakıyor gergince. Motherwell¹⁴. Buraya gelmeyeli uzun zaman oldu. Motherwell mi? Annem iyi mi? Pek değil. Öldü. Yaşlı adam ona bir şey soruyor.
“Hayır, artık birleşik krallık’ta yaşamıyorum diyor.
“Hırvatistan” diye yanıtlıyor yaşlı adamın diğer bir sorusunu.
“Yugoslavya bir zamanlar onun bir parçasıydı” diye karşılık veriyor başka bir soruya da.
“Olabilir.”
“Ne dediğini duymadın mı?”
“Duydum ”
“Yalancı olduğumu söyledi, uydurduğumu ”
“Yalancı kelimesini kullanmadı.
”Kelimeyi kullanmamışmış! Siktir. Bir de kullansaydı!”
Uzun zamandır bekledim” dedi Ksenia. “Dava sürerken söylemek istemedim. Dava bittiğine göre ”
“Olmuyor Aleksandr” dedi.
Kadına bağırdı.
“Böyle diyorsun ama” dedi Ksenia, “en son ne zaman benim varlığımı fark ettin? En son ne zaman benim ne istediğimi düşündün. Beni neden istiyorsun ki? Artık sevişmek bile istemediğine göre ”
Bu kadar. İşte ancak bu kadar.
İşte bu noktada düşünüyor: Neden -mış gibi yapıyoruz? Ne fark eder ki? Kimi kandırıyorsun?
Kimi kandırıyorsun? Kendini mi?
Öyleyse neden?
Sebepsiz.
O zaman yapsan da yapmasan da ne fark eder?
Sonuç hep aynı
Dün, ruhunun karanlığında dolaştığı bir akşamüstü olmuştu. Çok umutsuzdu. Hayatını boşa geçirdiğine dair bir his vardı içinde ve her şey için artık çok geçti. Dışarıda güneş parlıyordu.
“Biliyorum bunu dostum. Soğuk savaşı kaybettiler” diye açıklıyor Murray. “Onların bir sonraki hamlesi bu. Bu kadar net bu, tabii anlayana.”
“Tommy” diye sesleniyor oğlunun uzaklaştığını gören James. “Tom.”
Şimdi. Şimdi yap. Bir şey söyle.
Perdeler mesela, yurt odasından alınmış gibi. Acayip bir çiçek deseni.
Kadının anahtarları bulmasını bekliyor.
“Benim için mi geldin?”
“Elbette”
“Çok naziksin.”
Kadın onu müdürle tanıştırıyor, birkaç dakika Fransızca olarak, aşırı kibar bir şekilde kasaba ve gelişimi hakkında konuşuyorlar.
Herkes bir şekilde hayatını kazanmaya çalışıyor.
C’est la guerre
“Her şeyi anlatmamı beklemiyorsun herhalde?”
“Ulrik” diyor. “Ben Kristian.”
Hal hatır sorduktan sonra Kristian, “Ulrik, Edward ile görüşmem gerekiyor. Yüz yüze” diyor. Ardından “Ya” diye şaşırıyor. Elin’e bakıyor. “İspanya’da demek?” diyor. Elin’e duyurmak istercesine. “Onunla orada görüşebilir miyim? Hemen bu sabah gidebilirim. Önemli. Çok önemli. Söyleyeceklerimi duymak isteyeceğine eminim. Hayır, telefonda konuşamam. Tamam, sen bir sor. Teşekkürler Ulrik.”
Elin ona sahiplenici bir ifadeyle, dünyada Kristan’dan başka bir şey yokmuş gibi bakıyor. Bu çok gurur verici.
Elinizde tam olarak ne var? Kimden aldınız bu bilgiyi?
Dün gece geç saatlerde Elin telefon edip haber editörü Jeppe ile konuştuğunu söyledi.
Lascia amor e siegui marte
Hiç olmayabilirdi. Birkaç dakika daha erken veya geç gelseydi mesela, başka bir park yeri bulabilirdi. Aslında girişin yanındaki daha az riskli bir yere park edecekti, ama aranmaya devam etti ve birkaç dakika etrafı kolaçan ettikten sonra daha da dar olan o yeri buldu.

Çişi gelmişti. Bunun da etkisi vardı; bu onu sabırsız ve dikkatsiz yapıyor. Ve yorgundu, açtı, acelesi vardı, havaalanını bulmaya çabalarken bir traktörün arkasında on dakika takılı kalmıştı. Tüm bunlar, tüm bu beklenmedik ve belirsiz etkenlerin her biri kaçınılmaz bir anda onu tam olarak oraya ve o ana getirmiş ve kaza gerçekleşmişti.

Bu çocuk annesi olmam için beni seçti ve ve bunu geri çeviremem. Lütfen beni anla.
Stańko’yla taşak geçilmez.
Prosör Hamer, görünüşe göre anlaşılmazlık kalesinde yaşıyordu.
Prosör Hamer, görünüşe göre anlaşılmazlık kalesinde yaşıyordu. Gece uykusunda, yabancı uyruklu öğrencisi gibi şeri yudumlayıp damaksal ikili ünlüleşmeyi, “h” harfinin düşüp uzatıldığını düşlüyor olmalıydı.
Oysa düşlemek harika. Ortaçağ çalışmalarının -dilleri, edebiyatı, tarihi, sanatı ve mimarisi-, tüm bu dünyanın içine dalıp gidebilir insan. Başka bir dünya. Emniyetli bir benzersizlik. Tamamen benzersiz olmasına rağmen aslında burada. Otoyolun yanlarında uzanan tarlalara bak. Alçak dağlar. Buradaydı. Onlar buradaydı, aynı bizim burada olmamız gibi. Bu da sona erecek. Bize öyle gelmese de sona erecek. Biz dünyamızın sona ereceğini bilmekten âciziz. Yani sonsuza kadar mı sürecekti? Hayır. Başka bir şeye dönüşecek. Yavaş yavaş; içerisinde yaşayan insanların anlayamayacağı kadar yavaş. Şimdi de oluyor, her zaman oldu. Sadece biz görmüyoruz. Konuşma dilindeki ses değişimleri gibi.
Biri yürüyor.
“Seks hayatın nasıl?” diye sordu.
“ .. Ben düşüneceğimi söyledim. Gábor bu fikirden hoşlanmadı. Yapmamı istemedi.”
“Ee. Bilmem diyor Balász düşünceli bir ifadeyle.
Pub’ın açılan kapısından bir polis sireninin çığlığı giriyor.
“Onun yerinde olsaydım bununla başa çıkamayabilirdim.”
Emma gülümsüyor. “Bunu söylemen hoş. Burada sigara içebiliyor muyuz?”
“Eee ” Balázs kül tablası için etrafa bakınırken sigara içilmez işaretlerini görüyor. “Sanmıyorum.”
“Dışarı çıkmak ister misin?”
Devam eden trafik gürültüsünde kaldırımda duruyorlar.
“Zoli buraya yerleşmemi istiyor.” diyor Emma bağırarak.
“Öyle mi?”
“Önerdi. İlk gece biz oteldeyken, Gábor orada değilken. Dedi ki buraya yerleşmeliymişim. Burada beni iyi bir yere yerleştirecekmiş. Kendi yerime. Ayda bir veya iki kere çalışacakmışım.”
“Sen ne dedin?”
“Bir şey demedim, güldüm. Gülmememi, ciddi olduğunu söyledi.”
“Buraya yerleşmek istiyor musun?”
“Yerleşip sürekli Zoli’yle uğraşmayı mı? Hiç sanmıyorum. Aşağılık adamın biri olduğu belli, değil mi?”
“Evet, sanırım” diyor Balász, daha önce bunu hiç fark etmemiş gibi.
Balász hâlâ bunu düşünürken Emma ona, “Senden neden hoşlanıyorum, biliyor musun?” diyor.
Balász ona bakakalıyor.
“İnsanları yargılamıyorsun diyor kız.
“Yargılamıyor muyum?”
“Hayır. Zoli’yi bile. Ne olursa olsun beni yadırgamıyorsun. Orası kesin. Beni yadırgadıkları zaman anlarım.
.
Her şeyin zamanı ve gökler altında her işin vakti var.
Emma tersten bir yazıyı okumaya çalışır gibi başını eğiyor. Harry Potter és a Titkok Kamrája. “İyi mi bari?”
“Eh.” Kitabı kaldırıp kapağına bakıyor sorunun cevabı orada yazıyormuş gibi. “Fena değil” diyor. Başka ne söyleyebileceğini düşünüyor.
Emma orada, akşamın tozlu ışığında birkaç dakika daha kalıyor.
Sonra esniyor ve gidiyor.
“Ve artık Kıbrıs’a kesin geliyorum.”
Cigarayı tekrar ona uzatan Baudouin, yüzüne bakmadan, “Seninle konuşmamız gerek” diyor.
“Ne”
“Ben gidemiyorum.”
“Nasıl yani?”
Biyokimya ikiden kaldım. Tekrar sınava girmem gerekiyor.”
“Sınav ne zaman?” diye soruyor Bernard.
“İki hafta sonra.”
“ O halde neden gidemiyorsun?”
“Babam izin vermez.”
“Boşversene.”

Baudouin aynı fikirdeymişçesine gülüyor. Ardından, “Hayır, geçmem gerektiğini söylüyor” diyor.

Yediği önünde, çamaşırı yıkanıyor. Kaç yaşına geldi? Yirmi bir? Yirmi iki?
Tuhaf bir kaybetme duygusuna, ne olduğunu bilemediği bir şeyi kaybetme duygusuna kapılıyor.
Böylece bir sürü insan hakkında, genellikle de ne kadar geri zekâlı oldukları hakkında konuşuyorlar ve ardından Ferdinand, Karen Fielding’den bahsediyor.
İsmini herhangi bir şey gibi ortaya atarken, arkadaşının Karen Fielding’i düşlediğinden, düşlerinde onunla konuştuğundan, bakışlarının kesiştiğinden, ellerinin bir an birbirine değdiğinden ve uyandığında onun dokunuşunu hâlâ duyumsadığından ve çok kısa bir süre de olsa hissettiği o muhteşem coşkudan haberi yok. Düşlerini ve ne anlama geldiklerini, düş görmenin doğasını titizlikle, sayfa sayfa günlüğüne kaydediyor.
Uyanık olduğu dünyada Simon’ın Karen Fielding ile konuşmuşluğu pek yok; yemekhanede tepsisini koyarken veya çamurlu kıyafetiyle lakrostan dönerken Simon’ın kendisini takip eden gözlerinin farkına varmadıysa eğer, hislerinden bihaber. Simon’ın Karen Fielding hakkında neredeyse tek bildiği, ki bunu da başkasına söylerken duydu, ailesinin Didcot’ta yaşadığı. Didcot’u duyduğu andan itibaren o yer zihninde özel, gizemli bir vaat gibi yaşamaya başladı. Kızın ismi gibi bu yerin adını yazmak da sarsıcıydı,ama Varşova’daki bir hostelde bir akşam, Ferdinand duş alırken, defterine şunları yazdı ve kalbi küt küt atmaya başladı: Avrupa’yı dolaşmak ne anlamsız, olmak istediğim yegâne yer sıradan bir İngiliz kasabasıyken.
Kalemini kaldırdı.
Tekrar indirdi ve yazdı.
Didcot.
Kızın ismi hâlâ fazlasıyla sarsıcıydı, yazmaya cesaret edemiyordu.
Şimdi Ferdinand onun adını söylerken Simon sadece başıyla onaylayıp kahvesine daha çok şeker koyuyor.
Kız hakkında konuşmayı arzu ediyor.
Tüm akşamüstü onun hakkında konuşmak veya adını, o içinde dünyaları barındıran, hayatı yaşamaya değer kılan dört heceyi tekrar tekrar duymaktan başka bir şey istemiyor. Oysa konuşmaya başladığında, birçok kez tekrarladığı, şeyi turist olarak herhangi bir tatmin yaşamanın mümkün olmadığını söylüyor.
Ferdinand kahvesini karıştırıp gözlerini devirerek arkadaşının asabi bir tavırla aynı konuyu anlatmasını dinliyor.
Turistin amacın nedir? Etrafı görmek mi? Hayatı görmek mi? Hayat her yerde, bunun için Avrupa’yı tepmeye ne gerek var?..
Olmak istediğim yegâne yer
Dinliyormuş gibi yapmayı da bırakan Ferdinand bir kartpostal yazıyor. Resim: Kraków Katedrali, siyah, sivrilen. Kart İngiltere’de belli belirsiz flört ettiği, zaman zaman çok hoşlandığı kıza; arayı sıcak tutmak gerektiğini düşünüyor
Belki de yorgunluktan, kendini ağlayacak gibi hissediyor.
Burada ne işim var?
Yalnızlık hissi fırtına öncesi kadar engin. On günlük seyahatten sonra arkadaşını artık çekemiyor . Bu bir de beraberindeki arkadaşı olacak. Fırtına öncesi kadar uçsuz bucaksız bir yalnızlık hissi işte yenildiği.
Sigarasının ucundan tüten dumanı izlerken.
Güneş ışığının doldurduğu lokantada.
Sonunda akşamın bir kısmını Otto’nun kardeşi, Lutz ve Willi’yle geçiriyorlar. Simon kendini eğlenmemeye şartlandırmış. Diğerleri muhabbet ederken suratında ciddi bir ifadeyle orada oturuyor, Ferdinand neredeyse onun varlığından utanacak hale geldi — ilgisiz, mutsuz, ev yapımı şarabını yudumlayan bir tip. Kreuzberg’de hippivari bir yerde, dışarıda, çiçekleri meni gibi kokan ağaçların altında oturuyorlar.
Lutz, piercing’lerini şakırdatarak eğiliyor ve “Arkadaşının nesi var? İyi mi?” diye soruyor. Lutz’un küllü saçları var ve bu oldukça çirkin.
Ferdinand, Simon’un duyabileceği yüksek bir sesle, “Bilmem, her zamanki hali” diyor. Simon duymazdan geliyor.
“Onunla seyahat etmek pek eğlenceli olmasa gerek.”
Ferdinand sadece gülüyor.
Lutz, “Belki sadece utangaçtır, değil mi?“ diyor.
“Belki
Eminim, iyidir.
Elbette. Çok zekidir diyor Ferdinand.
“Eminim
Ve bazen çok eğlencelidir.
Hadi be!
Gerçekten.
Hiç tahmin etmezdim diyor Lutz.
Tepenin eteklerinde suları yükseklere fışkıran bir fıskiye ve beyaz taş heykellerin serpiştirildiği park –kadınları taciz eden erkekler veya dövüşen erkekler veya asilce kaşlarını çatarak uzaklara bakan erkekler; hepsi müphem çoşkunluklarında, sakin bir köşede veya durgun yüzeyli süs havuzlarının etrafında donakalmış.
Yalnız kaldıklarında Simon ve Ferdinand gerçekten rahatlarına bakıyorlar. Daire beklemedikleri kadar geniş, etrafı dolaşıp az da olsa özgürlüğün tadını çıkarıyorlar, pahalı görünen viskileri tadıp çekmeceleri karıştırıyorlar.
Ne yaşayabilirsen yaşa; yaşamamak hatadır. Ne yaptığının önemi yok yaşadığım sürece. O olmasaydı ne yapardın? Ben çok yaşlıyım; gördüklerim için her halükârda fazlasıyla yaşlıyım. Giden gidiyor; yanılma sakın. Yine de özgürlük hayalimiz var; sakın ola benim gibi o hayâlin hatıralarından yoksun kalma. Ben doğru zamanda ona sahip çıkmak için ya çok aptal ya da çok akıllıyım ve artık hataya karşı tepki gösteren bir vakayım. Hata yapmadığın müddetçe ne istersen yap. Çünkü o bir hataydı. Yaşa, yaşa!
Hayatı akışına bırakanlar, her zaman istediklerini alırlar.
Biz dünyamızın sona ereceğini bilmekten aciziz. Yani sonsuza kadar mı sürecekti ?
Ne yaşayabilirsen yaşa, yaşamamak hatadır.
Her şeyin zamanı, ve gökler altında her işin vakti var.
Amemus Eterna et non peritura.
(Sevelim sonsuz olanı ve geçici olmayanı.
Zaman hiçbir şey demez ben sana demiştim dışında,
Zaman ödememiz gereken ücreti bilir yalnızca;
Bilmene izin verirdim, anlatabilseydim sana.
Lascia amor e siegui marte!
(Aşktan vazgeç ve beni izle!)
Hayatı akışına bırakanlar, her zaman istediğini alırlar.
Berbat diyor
Yüksek mahkemenin verdiği acımasız karardan bahsediyor
Kararı pencereden lowndes meydanı’na bakarken almıştı. Denize atlama kararını. Boğulmak için.’ bir tür çözüm gibi gelmişti
Annesinin neredeyse ağlamaklı hali ve babasının içten içe kabaran öfkesi zaten evin olağan hali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir