David Szalay kitaplarından Erkek Dediğin kitap alıntıları sizlerle…
Erkek Dediğin Kitap Alıntıları
Tony bir an duraksıyor. Ne yapacağını düşünüyor gibi. Ardından, “Evet, lütfen” diyerek şişeyi ona uzatıyor.
Olağandışı bir paradoks gibi görünüyor.
Aşağıda çay yapıyor. Hâlâ eski usul, demleyerek. İnsanlar böyle çay yapmıyorlar diye düşünüyor hüzünle.
Hiç. Sorun da bu. Yeryüzünde bir hiç. Yeryüzünün kendisi bile değil. Güneş bile değil. Yıldızlar bile değil.
Hepsinin bir sonu var.
Hepsinin.
Artık biliyoruz bunu.
Ona pek bir şey ifade etmiyor bu. Bugün günlerden ne, ondan bile emin değil.
Kaldırımdaki insanların yüzlerini hatırlıyor, olaya tanık olanların, kahkaha atanların, onu parmakla gösterenlerin, gülenlerin. Bazısı o kadar da anlayışsız değildi. Ama bu, onu daha çok rahatsız etti. İfadelerinden, acınası bir durumda olduğu belliydi: Bir ihtiyar, ömrünün son demlerinde ortalığı birbirine katıyor.
Yüzlerinden aynen bunlar okunuyordu seyredenlerin.
Donakalmıştı.
Kendi kesinlikle böyle görmüyordu.
Daha sonra park edecek bir yer bulup bir süre yürüdükten sonra kendini Sant’Apollinare Nuova’da buldu.
Portrede, yüzü başka yöne çevrili,
Fatih Sultan Mehmed elinde bir gül,
Kemerli burnuna götürüyor,
Para ve savaş kurcalıyor zihnini,
Bilge hükümdarın öncelikleri,
Kudret için kardeş katli,
Her şey onun ellerinde,
Hepsinde usta. Ama çiçek neden o halde?
Bir selam belki de, daha az ifade edilene; Güzellik değil, bence, her neyse,
Sevgi değil, “tabiat” değil,
Sadece bir anlığına dalıverme
Var olmanın dokusuna.
Turkuvaz yatak odası aydınlanmaya başlıyor.
Öylece uyanık yatıyor iki saattir, düşünüyor.
Gerçekten ölecek olması inanılmaz geliyor ona. Yani bir gün sona erecek. Kendisi. Ölüm sadece başkalarının başına gelen bir şey gibi; elbette arkadaşları ve tanıdıkları dökülmeye başladı bile. Yıllarca tanıdığını insanlar. Epeyce bir kısmı öldü. Cenazelerine gitti. Sayıları gittikçe azalıyor. Yine de anlamakta zorlanıyor; gerçekten anlaması için, kendisinin de ölmesi gerekiyor. Sonu olan bir deneyim bu. Bir gün sona erecek. On yıl sonra, muhtemelen burada olmayacak.
Kendisinin olmayacağı bir dünyayı hayal etmek çok tuhaf. Tuhaflığı şurada: Onun bildiği yegâne dünya, kendisinin içinde olduğu dünya ve o dünya da onunla birlikte ölecek. Bu dünya ondan sonra sürmeyecek. Oldukça tuhaf ilerleyen algı akışı bu. Akla hayale sığmıyor. Odanın diğer duvarında duran bir ceviz gardıroba bakıyor; bu algı akışının, algılamanın farkında. Algılamanın mutluluğunun farkında. Camı ve kalın perdeleri aşarak, yılların kararttığı koyu cilalı gardıroba vuran ışığı görmenin mutluluğu.
Dışarıda, çakıllarda ayak sesleri duymanın mutluluğu.
Zaman ödememiz gereken ücreti bilir yalnızca;
Bilmene izin verirdim, anlatabilseydim sana.
“Tarihi bir trajediydi.” diyor Aleksandr.
Tarihi. Aleksandır’ın kullanmaktan zevk aldığı kelime.
Lars, Aleksandır’ın kendini tarihi bir şahsiyet olarak gördüğünü biliyor. Tarihin dönemeçlerinden bahsederken birinci elden bilen biri gibi konuşmaktan hoşlanıyor. Bir seferinde, “Tarih beni nasıl görecek sence?” diye sormuştu.
Lars ne diyeceğini bilememişti. Bir anlık duraksamadan sonra bir klişeyle cevap vermişti. “Tarihi kimin yazacağına bağlı.”
İçlerinden biri, nefesi kokan yaşlı bir adam, nefesi yaşlı yaşlı kokan bir adam onu tanıyor gibi.
“Sen nasılsın Murray?” diye soruyor alüminyum bastonunun plastik topuzunu sıkarken.
“İyyiyim, iyiyim” diyor Murray. Ardından, “Elbette” diye ekliyor, “bugün kederli bir gün.”
“Öyle” diye onaylıyor yaşlı adam. “Pearl harika biriydi.”
Murray siyah deri ayakkabılarını oynatıyor. Akıp giden sokaklara, evlerin gri cephelerine bakıyor gergince. Motherwell¹⁴. Buraya gelmeyeli uzun zaman oldu. Motherwell mi? Annem iyi mi? Pek değil. Öldü. Yaşlı adam ona bir şey soruyor.
“Hayır, artık birleşik krallık’ta yaşamıyorum diyor.
“Hırvatistan” diye yanıtlıyor yaşlı adamın diğer bir sorusunu.
“Yugoslavya bir zamanlar onun bir parçasıydı” diye karşılık veriyor başka bir soruya da.
“Ne dediğini duymadın mı?”
“Duydum ”
“Yalancı olduğumu söyledi, uydurduğumu ”
“Yalancı kelimesini kullanmadı.
”Kelimeyi kullanmamışmış! Siktir. Bir de kullansaydı!”
“Olmuyor Aleksandr” dedi.
Kadına bağırdı.
“Böyle diyorsun ama” dedi Ksenia, “en son ne zaman benim varlığımı fark ettin? En son ne zaman benim ne istediğimi düşündün. Beni neden istiyorsun ki? Artık sevişmek bile istemediğine göre ”
Kimi kandırıyorsun? Kendini mi?
Öyleyse neden?
Sebepsiz.
O zaman yapsan da yapmasan da ne fark eder?
Sonuç hep aynı
“Elbette”
“Çok naziksin.”
Kadın onu müdürle tanıştırıyor, birkaç dakika Fransızca olarak, aşırı kibar bir şekilde kasaba ve gelişimi hakkında konuşuyorlar.
Hal hatır sorduktan sonra Kristian, “Ulrik, Edward ile görüşmem gerekiyor. Yüz yüze” diyor. Ardından “Ya” diye şaşırıyor. Elin’e bakıyor. “İspanya’da demek?” diyor. Elin’e duyurmak istercesine. “Onunla orada görüşebilir miyim? Hemen bu sabah gidebilirim. Önemli. Çok önemli. Söyleyeceklerimi duymak isteyeceğine eminim. Hayır, telefonda konuşamam. Tamam, sen bir sor. Teşekkürler Ulrik.”
Çişi gelmişti. Bunun da etkisi vardı; bu onu sabırsız ve dikkatsiz yapıyor. Ve yorgundu, açtı, acelesi vardı, havaalanını bulmaya çabalarken bir traktörün arkasında on dakika takılı kalmıştı. Tüm bunlar, tüm bu beklenmedik ve belirsiz etkenlerin her biri kaçınılmaz bir anda onu tam olarak oraya ve o ana getirmiş ve kaza gerçekleşmişti.
“Ee. Bilmem diyor Balász düşünceli bir ifadeyle.
Pub’ın açılan kapısından bir polis sireninin çığlığı giriyor.
“Onun yerinde olsaydım bununla başa çıkamayabilirdim.”
Emma gülümsüyor. “Bunu söylemen hoş. Burada sigara içebiliyor muyuz?”
“Eee ” Balázs kül tablası için etrafa bakınırken sigara içilmez işaretlerini görüyor. “Sanmıyorum.”
“Dışarı çıkmak ister misin?”
Devam eden trafik gürültüsünde kaldırımda duruyorlar.
“Zoli buraya yerleşmemi istiyor.” diyor Emma bağırarak.
“Öyle mi?”
“Önerdi. İlk gece biz oteldeyken, Gábor orada değilken. Dedi ki buraya yerleşmeliymişim. Burada beni iyi bir yere yerleştirecekmiş. Kendi yerime. Ayda bir veya iki kere çalışacakmışım.”
“Sen ne dedin?”
“Bir şey demedim, güldüm. Gülmememi, ciddi olduğunu söyledi.”
“Buraya yerleşmek istiyor musun?”
“Yerleşip sürekli Zoli’yle uğraşmayı mı? Hiç sanmıyorum. Aşağılık adamın biri olduğu belli, değil mi?”
“Evet, sanırım” diyor Balász, daha önce bunu hiç fark etmemiş gibi.
Balász hâlâ bunu düşünürken Emma ona, “Senden neden hoşlanıyorum, biliyor musun?” diyor.
Balász ona bakakalıyor.
“İnsanları yargılamıyorsun diyor kız.
“Yargılamıyor muyum?”
“Hayır. Zoli’yi bile. Ne olursa olsun beni yadırgamıyorsun. Orası kesin. Beni yadırgadıkları zaman anlarım.
.
“Eh.” Kitabı kaldırıp kapağına bakıyor sorunun cevabı orada yazıyormuş gibi. “Fena değil” diyor. Başka ne söyleyebileceğini düşünüyor.
Emma orada, akşamın tozlu ışığında birkaç dakika daha kalıyor.
Sonra esniyor ve gidiyor.
Cigarayı tekrar ona uzatan Baudouin, yüzüne bakmadan, “Seninle konuşmamız gerek” diyor.
“Ne”
“Ben gidemiyorum.”
“Nasıl yani?”
Biyokimya ikiden kaldım. Tekrar sınava girmem gerekiyor.”
“Sınav ne zaman?” diye soruyor Bernard.
“İki hafta sonra.”
“ O halde neden gidemiyorsun?”
“Babam izin vermez.”
“Boşversene.”
Baudouin aynı fikirdeymişçesine gülüyor. Ardından, “Hayır, geçmem gerektiğini söylüyor” diyor.
İsmini herhangi bir şey gibi ortaya atarken, arkadaşının Karen Fielding’i düşlediğinden, düşlerinde onunla konuştuğundan, bakışlarının kesiştiğinden, ellerinin bir an birbirine değdiğinden ve uyandığında onun dokunuşunu hâlâ duyumsadığından ve çok kısa bir süre de olsa hissettiği o muhteşem coşkudan haberi yok. Düşlerini ve ne anlama geldiklerini, düş görmenin doğasını titizlikle, sayfa sayfa günlüğüne kaydediyor.
Uyanık olduğu dünyada Simon’ın Karen Fielding ile konuşmuşluğu pek yok; yemekhanede tepsisini koyarken veya çamurlu kıyafetiyle lakrostan dönerken Simon’ın kendisini takip eden gözlerinin farkına varmadıysa eğer, hislerinden bihaber. Simon’ın Karen Fielding hakkında neredeyse tek bildiği, ki bunu da başkasına söylerken duydu, ailesinin Didcot’ta yaşadığı. Didcot’u duyduğu andan itibaren o yer zihninde özel, gizemli bir vaat gibi yaşamaya başladı. Kızın ismi gibi bu yerin adını yazmak da sarsıcıydı,ama Varşova’daki bir hostelde bir akşam, Ferdinand duş alırken, defterine şunları yazdı ve kalbi küt küt atmaya başladı: Avrupa’yı dolaşmak ne anlamsız, olmak istediğim yegâne yer sıradan bir İngiliz kasabasıyken.
Kalemini kaldırdı.
Tekrar indirdi ve yazdı.
Didcot.
Kızın ismi hâlâ fazlasıyla sarsıcıydı, yazmaya cesaret edemiyordu.
Şimdi Ferdinand onun adını söylerken Simon sadece başıyla onaylayıp kahvesine daha çok şeker koyuyor.
Kız hakkında konuşmayı arzu ediyor.
Tüm akşamüstü onun hakkında konuşmak veya adını, o içinde dünyaları barındıran, hayatı yaşamaya değer kılan dört heceyi tekrar tekrar duymaktan başka bir şey istemiyor. Oysa konuşmaya başladığında, birçok kez tekrarladığı, şeyi turist olarak herhangi bir tatmin yaşamanın mümkün olmadığını söylüyor.
Ferdinand kahvesini karıştırıp gözlerini devirerek arkadaşının asabi bir tavırla aynı konuyu anlatmasını dinliyor.
Turistin amacın nedir? Etrafı görmek mi? Hayatı görmek mi? Hayat her yerde, bunun için Avrupa’yı tepmeye ne gerek var?..
Olmak istediğim yegâne yer
Dinliyormuş gibi yapmayı da bırakan Ferdinand bir kartpostal yazıyor. Resim: Kraków Katedrali, siyah, sivrilen. Kart İngiltere’de belli belirsiz flört ettiği, zaman zaman çok hoşlandığı kıza; arayı sıcak tutmak gerektiğini düşünüyor
Belki de yorgunluktan, kendini ağlayacak gibi hissediyor.
Burada ne işim var?
Yalnızlık hissi fırtına öncesi kadar engin. On günlük seyahatten sonra arkadaşını artık çekemiyor . Bu bir de beraberindeki arkadaşı olacak. Fırtına öncesi kadar uçsuz bucaksız bir yalnızlık hissi işte yenildiği.
Sigarasının ucundan tüten dumanı izlerken.
Güneş ışığının doldurduğu lokantada.
Lutz, piercing’lerini şakırdatarak eğiliyor ve “Arkadaşının nesi var? İyi mi?” diye soruyor. Lutz’un küllü saçları var ve bu oldukça çirkin.
Ferdinand, Simon’un duyabileceği yüksek bir sesle, “Bilmem, her zamanki hali” diyor. Simon duymazdan geliyor.
“Onunla seyahat etmek pek eğlenceli olmasa gerek.”
Ferdinand sadece gülüyor.
Lutz, “Belki sadece utangaçtır, değil mi?“ diyor.
“Belki
Eminim, iyidir.
Elbette. Çok zekidir diyor Ferdinand.
“Eminim
Ve bazen çok eğlencelidir.
Hadi be!
Gerçekten.
Hiç tahmin etmezdim diyor Lutz.
(Sevelim sonsuz olanı ve geçici olmayanı.
Zaman ödememiz gereken ücreti bilir yalnızca;
Bilmene izin verirdim, anlatabilseydim sana.
(Aşktan vazgeç ve beni izle!)
Yüksek mahkemenin verdiği acımasız karardan bahsediyor