İçeriğe geç

Emirdağ Lahikası Kitap Alıntıları – Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından Emirdağ Lahikası kitap alıntıları sizlerle…

Emirdağ Lahikası Kitap Alıntıları

Madem bende bu vatanın bir evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.
Nimet ve rahmet-i ilahiyenin fiatı, şükürdür.
Bu milletin âsâyişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevi istirahatlarına ve uhrevi saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım
Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.
Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.
Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi anladım. Ben kemâl-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma âlet yapmakmış.
Çünkü, şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat verecek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve herkese kanaat-i kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şerait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî birşeye âlet edilmediğini bilmekle kat’î kanaat gelebilir. Yoksa, komitecilikten ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i mâneviyesi de bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü, imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki, Bu kudsî şahıs, dehâsıyla ve harika makamıyla bizi kandırdı diye bir şüphesi kalır.
Değil kendimi satmak, hodfüruşluk etmek, belki kemal-i mahcubiyetle Risale-i Nur’un mübarek şakirdleri içinde onların samimiyet ve ihlası ile kendimi afvettirmek ve onların manevî şefaatıyla günahlarıma bir keffaret aramaktır.
Ben, Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki; nefsimi kendime beğendirmemiş ve kusurlarımı kendime bildirmiş.
Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekâya baktığı için- mukabil gelmiyor.
Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hıristiyan ve Yahudî, hususan bolşevik gibi olmak Çünkü, bir İsevî, Müslüman olsa, İsâ Aleyhisselâm’ı daha ziyâde sever. Bir mûsevî, Müslüman olsa, Mûsa Aleyhisselâm’ı daha ziyâde sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; rûhunda kemâlâta medâr hiçbir hâlet kalmaz.

Emirdağ Lâhikası 2

Ankara’da divan-ı riyasetinde Mustafa Kemal’le münakaşa zamanında, ona karşı dedim: Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur. Yüzüne şiddetli mukabele ettiğim halde; bana karşı ihanet ve hakarete cesaret edemediği halde; burada küçük bir zabit ve bir çavuş, o ihaneti ve hakareti yaptılar.
ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebi papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdid etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
Efendiler! Dalâlet ve fenalıklar cehaletten gelse, def’etmesi kolaydır. Fakat, fenden, ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür.
Bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslim; dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.
Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.
Evet, tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüzbin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir.
Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir.
Mazlumun âhı, tâ Arşa kadar gider.
O bedbahtlar, iktisadın hârikulâde bereketini bilmiyorlar
Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır.
Beşeriyeti dehşetli sadmelere uğratan, tehdit eden anarşiliğin, ifsad ve tahribin yegâne çaresi ancak ve ancak İlahî, semavî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatleridir, hakikat-i İslâmiyettir.
İhtiyaç da hizmet de bitmemiştir.
MÜSBET ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile
ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺍِﺧْﻮَﺓٌ
Kur’anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin.
Amerika âlimleri, elbette Asâ-yı Musa Risalesi’ne lâkayd kalmayacaklar. Eğer dini, din için seven kısmının ellerine geçse, fütuhat yapar.
Kur’an yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.
Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’an’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.

ÖLMÜŞ GİTMİŞ VE DÜNYADAN VE HÜKÛMETTEN ALÂKALI KESİLMİŞ BİR ADAM HAKKINDA
REİSİCUMHUR’A GÖNDERİLEN İSTİDANIN ZEYLİDİR Kİ, MECBUR OLDUM YAZMAĞA.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve TARAFGİRLİĞİ vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve HÜKÛMETTEN alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir BAHANELERLE tazib ediyorlar.
Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi’ edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
Bu zamanda insanlar, ihsanını, muhtaçlara çok pahalı satarlar.
Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife; imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.
Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli.
Baba ne kadar HAKSIZ da olsa, oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur.
Zâten ibâdet, Cennete girmek ve Cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rızâ-yı İlâhî ve emr-i Rabbânî için yapılır.

Emirdağ Lâhikası 2

Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok mebuslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip bana karşı bağırarak: Seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin. Ben de onun hiddetine karşı dedim: Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur. Dehşetli bir pot kırdım. Hazır mebus dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset odasında: Hücumat-ı Sitte nin Birinci Desise içinde bulunan Mesela, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden ilâ âhir cümlesinden başlayan tâ İkinci Desise ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması…
31 Mart Hâdisesi’nde Hareket Ordusunun başkumandanı Mahmud Şevket Paşa bana karşı fazla hiddetli iken ve Divan-ı Harb-i Örfîde beni muhakeme ettikleri gün, on beş adam karşımda darağacında asılı bir vaziyette Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa benden sordu: Sen şeriatı istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.

Ben de: ŞERİATIN BİR MESELESİNE BİN RUHUM OLSA FEDA EDERİM. dediğim halde ve beni mahkûm etmeye pek çok esbab –muhbirlerin iftiralarıyla– varken, benim müstesna bir surette müttefikan beraetime karar vermeleri…

Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’an’dan başka yoktur.
Hem Kur’an’ı okumanın faydası, yalnız hâfız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil belki her bir harfi, hiç olmazsa on hayrından tâ yüze, tâ binlere kadar cennet meyvelerini, âhiret faydalarını vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini temin etmek niyetiyle okumak lâzımdır.
Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye devamdadır.
Bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor
Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar.
Hadîs-i şerif:
ﺳَﻴِّﺪُ ﺍﻟْﻘَﻮْﻡِ ﺧَﺎﺩِﻣُﻬُﻢْ
hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır;
bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.
Said Nursî
Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife; imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Çünki bu asırda en büyük tehlike, benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir.
Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa lüzum olsa dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerim Cennet’e girmeleri için Cehennem’i kabul ederim.
Çok aldanmışsınız. Zaruret sû’-i ihtiyardan gelse kat’iyyen doğru değildir, haramı helâl etmez.
Risale-i Nur o tahribatçı cereyanı durduran Kur’anî ve imanî bir seddir.
Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır.
Diyanet dairesi, Meşihat-ı İslâmiye gibi yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem-i İslâm’a Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o Diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek, sû’-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var.
Emirdağ-2 – 181
‘’Risale-i Nur, bu zamanda kâfidir.’’
Nurcular hangi tarafa meyletseler ulema dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki ona girsinler.
‘’Şeriatın bir tek meselesi uğrunda bin ruhum olsa fedaya hazırım!’’
Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.
İman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Tarafgirlik giremez.
Bize işkence edenler, siyaseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil; biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saadetine çalışmışız.
Ağır şerait altında bazen bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçtiği misillû, inşâallah Nurcuların hizmet-i imaniye ve Kur’aniyedeki saatleri yüzer saat hükmünde hayırlar kazandırır.
Elbette nev’-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cem’iyeti gibi rûy-i zeminin kıt’aları ve HÜKÛMETLERİ Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar.
‘’Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz.’’
Ben kardeşlerim dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kasdederim. Bütün mektublarımda onlar dahi muhatablarımdır.
‘’Hediye almayan elbette hediye veremez.’’
‘’Bize ilişenler âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi dünyada dahi bir kısmı çabuk çarpılır.’’
‘’Tahrip, tamirden çok kolaydır.’’
‘’Ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhireti ile meşgul olan’’
Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse def’etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür.
‘’ Şakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!’’
Cemiyet ise uhuvvet-i İslamiye cihetinde bir uhrevi kardeşliktir.
Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka suretle aramaya Cenab-ı Hak mecbur etmesin, âmin!
Demek bu yirmi senede bana verilen azab, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir muameledir. Bu yirmi sene kırk bayramımı münzevi, yalnız geçirdim. Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız.
Said Nursî
Hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti.
Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’an’dan başka yoktur.
Madem toprak bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve ziynetlere maddî cihetinde mazhar olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başı boş kalmıyor. Elbette bütün bu zahirî ve maddî ziynetlerin ve güzelliklerin ve hüsün ve cemal ve rahmet ve hayatın manevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev’i, toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette bu himayetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakiki ve daimî ve manevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka lâyıktır diye o kör hissiyatın ve dünya-perest nefsin itirazını tamamıyla izale ve def’etti.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ مِنْ كُلِّ وَجْهٍ‌

dünya-perest nefsime de dedirtti.

‘’ O zata benim tarafımdan çok selam ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alakası kesilmiş.’’
Âyette vardır: Öyle musibetten kaçınız ki; geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.

Din bir imtihan, bir tecrübedir.
Onun için, musibet-i âmmede masumlar da bela çekerler.

Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir
Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir