Muriel Barbery kitaplarından Elflerin Yaşamı kitap alıntıları sizlerle…
Elflerin Yaşamı Kitap Alıntıları
Aşk, bir kurtarıcı değildir; ama bizi yetiştirir, büyütür; içimizi aydınlatan meşaleyi taşır, ormanların ahşabından yontar onu.
Başlangıçları belirten karlar olduğu gibi sonlar için yağan karlar da vardır.
Aşk, bir kurtarıcı değildir; ama bizi yetiştirir, büyütür; içimizi aydınlatan meşaleyi taşır, ormanların ahşabından yontar onu.
İnsanlık, gemiden kaçışan fareler gibiydi; evrenin tepsisi üzerinde, gittikçe küçülüp alçalıyordu.
İkilem olmadan cesaretten söz edilemez; ve hiçbir karakter yoktur ki başarılarıyla olduğu kadar seçimleriyle de şekillenmiş olmasın.
Fakat kalplerle oyun olmayacağını bilmek gerekir..
Her sabah anlamaksızın affedeceksin; ertesi sabah tekrar başlaman gerekecek ama sonunda nefret olmadan yaşayabileceksin.
güzelliği sadece kuşların uçuşlarından, ilkbahara özgü tan kızıllığından, ışıklı ormanları dolanan patikalardan ve sevilen bir çocuğun gülüşünden tanıyor.
Savaşlar, meydanlarda gerçekleşir;ama kurgular, yönetmekte uzmanlaşmış kumandanların odalarında kararlaştırılır.
Ateş yanlışsa sütü on kez de kaynatsanız yetmezdi.
Yalan söyleyen büyüklerdir diye cevap verdi Maestro, çocuklar da onlara inanır.
En büyük acılar, hep ayrışmalar ve örülen duvarlarla geldi.
Aşk, bir kurtarıcı değildir; ama bizi yetiştirir, büyütür; içimizi aydınlatan meşaleyi taşır,
Kütüphanelerimizin etrafında bahçeler vardır, dedi Petrus, ve ağaçların yapraklı olduğu mevsimlerde her sabah şafak vakti ve her akşam alacakaranlıkta bahçelerin yolları süpürülür. Bu iş için çok güzel süpürgeler kullanılır; çünkü yosunu zedelememek gerekir.
Elfler insanların yaptığı şekilde anlatmaz hikâyelerini; ama önemli olan, asla yoktan uydurmazlar. Güzel eylemleri, yüce olguları şarkıya döker söyleriz; göllerdeki kuşlara övgüler yazar, sislerin güzelliğine methiyeler düzeriz, varolanı onurlandırırız. Fakat hayal gücünün buna eklediği bir şey olmaz. Elfler dünyanın güzelliğini övmeyi bilirler; ancak gerçekle oynamayı bilmezler. Muhteşem, sonsuz ve durağan bir dünyada yaşarlar.
Anladığımız zaman daha kolay affederiz; ama anlamadığımız zaman affediyorsak, bu daha fazla acı çekmemek için. Her sabah anlamaksızın affedeceksin; ertesi sabah tekrar başlaman gerekecek ama sonunda nefret olmadan yaşayabileceksin.
Bizler sadece sanatçıyız, dedi Maestro, ve yolumuzu bir tek yıldızlarla buluruz.
Barıştan, barışmaktan başka nedir ki iyileşmek, iyileştirmek? Ve nedir ki yaşamak dediğimiz, eğer sevmek için değilse?
Savaşlar Biliyoruz ki hepsi kendi yasalarını dikte ediyor ve ödettikleri bedeller, doğrunun yolunda gideni de kavgaya dahil olmaya mecbur ediyor. Ya savaş alanlarındaki herkes, seherin tertemiz havasını içine çekerek otların üzerinde oturup silahlarını yana bıraksa?
Eugenie ise çayırların ve meşe ağaçlarının şarkılarının suladığı o aynı varoluşun ritmini tekrar yakalayabilmişti. Ne var ki bu varoluşa artık bir yara halini alan kötülüğün bilgisi de dahildi; ve bundan böyle bu yaranın karanlık ağzında, her geçen gün, tenine ve tinine ait bir şeylerin öğütüldüğünü hissedecekti. İşin tuhaf yanı, bunun sonucunda hastalıkların derinlerde yatan sebebini daha kolay ortaya çıkarabilir olmasıydı; fakat öte yandan, yeteneğinin bir kısmının engellendiğini ve teşhis etmekte gösterdiği incelik artarken tedavi etmedeki gücünün azaldığını seziyordu. Bir şeyler büyürken başka bir şeyler küçülmüştü; ve her ne kadar felsefe yapmayı bilmese de, sağaltıcı eylemlerini baltalayan bu çatışkıyı mütemadiyen hissediyordu.
Taşların canlı olduğunu biliyor. Kentte dahi unutmuyor bunu. Ve olağanüstü çalıyor; fakat hâlâ çok yalnız.
aynı gündüz düşüydü gördükleri; aynı rüya, aynı uçurumlar, aynı iştahlarla ikna olmuşlardı günün birinde kendi tarihlerini yazmaya; ama hikâyeler, ama notalar, ama renklerle.
Yeryüzü olmazsa ruh bomboştur; ama hikâyeler olmazsa yeryüzü dilsiz kalır. Çalarken anlatmalısın.
onun yanındayken insan sonsuzluğa açılan pencerelerinin oluştuğunu hissediyor ve zindanlardan kaçıp kurtulmanın yolunun, kendini katman katman kazmaktan geçtiğinin ayırdına varabiliyordu.
– belirtmek gerekir ki, o zamanlar, böylesine sade bir hayatın hüküm sürdüğü bu köylerde kutsal olanın yanağına dokunup okşamak hiç de zor değildi; kutsallık, gündelik rutinde alışveriş içinde olduğunuz her şeyden geliyordu; bulutlardan, taşlardan ve toprağa alev alev bir saydamlık serpen ıslak seher vakitlerinden.
Fakat ne görürüz ki yaşamın içinde? Ağaçları görürüz, ormanları, yağan karı görürüz. Belki bir köprü ve gözümüzün yakalayamadığı manzaralar geçer durur önümüzden. Emeği görürüz, esintiyi, mevsimleri ve acıları; ve her birimizin gördüğü yalnızca kendi gönlüne aittir.
En büyük acılar, hep ayrışmalar ve örülen duvarlarla geldi.
Adam, kalbi yırtılmasına rağmen, karşısında duran kadının dünyanın tüm kadınlarından daha güzel olduğunu düşünmeden edemedi.
Nefret, ruhunu bir fırtına gibi sürüklüyordu.
Ve nedir ki yaşamak dediğimiz, eğer sevmek için değilse?
Sadece zamanda ve mekanda yolculuk etmeyiz, kalbe de yolculuk ederiz; hatta bilhassa kalbe.
Ne müzik hocasıydı o an ne de hayaletlerin yüzünde tutkuları yansıttığı biri; aynı yöne fırlatılmış oklar gibi seyreden yakıcı özlemlerin içinden geçtiği bir ruhtu o şimdi.
Köye geldiğinden beri iyice öğrenmişti ki, toprak insanlarının inançlarından saptıkları çok ender görülürdü; eğer onların arasında olmak istiyorsanız kavgalarını kavganız yapmanız gerekirdi.
Toprak demek kadın demekti.
Artık geçmişte kalmış bir rüyanın seyrindeki her şey zahmet ve bir o kadar zaman istiyordu; bu rüyada insanlar, dünyanın birbirini geçen rehaveti ve burukluğunu tanımıştı.
Her insanın, dünyaya gelişinde ki sırrı bilmeye hakkı var.
Tüm olasılıklar bilinmez yollara dağılarak bölünürken, bir yandan zamanlar kendi üstüne katlanarak kısalıyor, uzamlar birbirine yaklaşıp küçülüyordu.
dünyanın tüm istikametlerine.
Nefret ve kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi her yere yayıldığında insan ile doğa arasındaki uyum tekrar nasıl sağlanır?
Aşk, bir kurtarıcı değildir; ama bizi yetiştirir, büyütür; içimizi aydınlatan meşaleyi taşır, ormanların ahşabından yontar onu.
Ayrışma bir hastalıktır.
Her sabah anlamaksızın affedeceksin; ertesi sabah tekrar başlaman gerekecek ama sonunda nefret olmadan yaşayabileceksin.
Yazgının yolları, kumsalların kumunda kendiliğinden yazılıveren harfler misali, neden bir anda ortaya çıkar?
Yeryüzü olmazsa ruh bomboştur; ama hikâyeler olmazsa yeryüzü dilsiz kalır.
Savaşlar, meydanlarda gerçekleşir;ama kurgular, yönetmekte uzmanlaşmış kumandanların odalarında kararlaştırılır.
Yalan söyleyen büyüklerdir diye cevap verdi Maestro, çocuklar da onlara inanır.
Ateş yanlışsa sütü on kez de kaynatsanız yetmezdi.
Her insanın, dünyaya gelişindeki sırrı bilmeye hakkı var. Bunun için dua ediyoruz, ister kiliselerimizde ister ormanların derinliklerinde; ve bu uğurda dünyayı arşınlamak üzere düşüyoruz yola
‘Clara anladı ki bu adam güzeldi; çünkü ağaçlar gibi derin derin nefes alabiliyor, bu da onu yerden yukarılara taşırken aynı zamanda dimdik kılıyordu.’
‘Yeryüzü olmazsa ruh bomboştur; ama hikayeler olmazsa yeryüzü dilsiz kalır.’
“Müziğe ve şiire güvenmek gerekir” diye yanıtladı Maestro.
‘Savaşlar, meydanlarda gerçekleşir; ama kurgular, yönetmekte uzmanlaşmış kumandanların odalarında kararlaştırılır.’
‘Hakiki iman, biliriz ki, fani şeylerle fazla ilgilenmez; gizemlerin, aralarında gizli bir anlaşma yaptığına inanır ve tüm farklılıkların eridiği birleştirici gücünün saflığında, aşırı bağnaz eğilimleri öğütüp un ufak eder.’
“Eğer insanlar, alışılageldiği gibi, ara vermeksizin ve sızlanmadan çalışıyorlarsa, onlara ‘sakın sevmeyi unutmayın’ diyen bu son bulmayacak sonbaharın içten içe tadını çıkarabildiklerindendi.”
Tek bir kimse yoktu ki gözyaşlarının tuzunu tatmış olmasın, çok sevmekten ya da yeterince sevmemekten dolayı acı çekmiş ve kendinden bir kısmı çok çalışmanın arkasına saklayıp kapatmış olmasın. Ve bir kişi bile yoktu ki, kalbinin o hassas çeperine pişmanlıklardan meşum bir kazık ya da acıların anısına tozlu bir tabela çakılı olmasın.
Fakat kalplerle oyun olmayacağını bilmek gerekir.
“Kalıyorum çünkü nasıl affedeceğimi bilmiyorum; geçmişin dekorları içinde dolaşıp duruyorum.”
“Kimi affetmek zorundasın?” diye sordu Acciavatti.
“Babamı,” dedi Pietro. “Yaptığı şeyi biliyorum, ama altındaki sebeplere dair hiçbir fikrim yok. Bir Hıristiyan da olmadığıma göre, anlamadan affedemem.”
“Öyleyse tüm hayatın boyunca maruz kaldığın acının kurbanı olmaya devam edeceksin.”
“Kimi affetmek zorundasın?” diye sordu Acciavatti.
“Babamı,” dedi Pietro. “Yaptığı şeyi biliyorum, ama altındaki sebeplere dair hiçbir fikrim yok. Bir Hıristiyan da olmadığıma göre, anlamadan affedemem.”
“Öyleyse tüm hayatın boyunca maruz kaldığın acının kurbanı olmaya devam edeceksin.”
Ve nedir ki yaşamak dediğimiz, eğer sevmek için değilse?
Clara büyük piyanoya gitti ve dorukların baş döndürücülüğüyle kendisini yakalamış olan bu Rus sonatını çaldı; dinleyenler biliyorlardı ki insanlar böyle yaşamalı ve böyle sevmeliydi; bu öfke ve bu huzurla; bu denli yoğun ve hiddetli; fırtınaların ve toprağın renkleriyle bezeli, şafak vaktinin maviye boyayıp sağanakların kararttığı bir dünyada.
Çöken karanlıkla birlikte etrafa, geri gelen ılık meltemle keyiflenen neşeli bir insanlık yayılıyorsa da, Clara’nın bu karanlıkta seyredebildiği tek şey bir ölü taşlar yığını ve canlıların kendilerini bile isteye gömdükleri bir mezarlıktı, o kadar.
Şu bir gerçekti ki hiçbir insan şimdiye kadar onun ruhuna dağların değdiği gibi değmemişti.
Küçük kız çalmaya başladığında hissettiği acı, içinde bir yerlerde olduğunu kendisinin bile artık bilmediği bir kederle el ele tutuşmuştu zevklerin zalimliğinin hatırlandığı o kısacık anlar
Kentte, sadece taşların istilasına boyun eğmiş toprağı değil, aynı zamanda o taşlara neler yapılmış olduğunu keşfediyordu; dümdüz ve doğrusal kütleler halinde gökyüzüne yükselen taşlar, uğradıkları saldırı karşısında, budanmış, paramparça edilmiş ve nefes almayı sonsuza dek bırakmışlardı. Çöken karanlık la birlikte etrafa, geri gelen ılık meltemle keyiflenen neşeli bir insanlık yayılıyorsa da, Clara’nın bu karanlıkta seyredebildiği tek şey ölü taşlar yığını ve canlıların kendilerini bile isteye gömdükleri bir mezarlıktı, o kadar.
Kar yağmaya başladı. Birden bire bastırıverdi; kar taneleri gri havada tüy tüy uçuşup konar gibi yapan küçük ürkek tanelerden değildi; manolya tomurcukları kadar iri ve yoğundular; yan yana düştükçe, ortalığa bembeyaz bir örtü sermek için dirsek dirseğe veriyorlardı sanki. Saat altıya geldiğinde köydeki herkes şaşkındı. Üzerine çadır benzinden basit ince bir gömlekle odun kırmakta olan baba, göl tarafında köpekleri koşturan Marcelot, ekmek hamuru yoğuran Jeanette ve kayıp mutluluklarını düşledikleri bu sonbahar sona ererken işlerine dalmış, kilerdeki unla ambardaki saman arasında gidip gelen diğerleri; ve
ahırların kapısında hazır bulunup koyun ve köpekleri içeri sokuyor, kendilerine en az sonbaharın o güzelim miskinliği kadar iyi geleceklerini bildikleri bir şey için hazırlanıyorlardı: Dışarıda deli gibi bir tipi varken ateşin başında sevdikleriyle geçirecekleri o ilk karlı gece için.
ahırların kapısında hazır bulunup koyun ve köpekleri içeri sokuyor, kendilerine en az sonbaharın o güzelim miskinliği kadar iyi geleceklerini bildikleri bir şey için hazırlanıyorlardı: Dışarıda deli gibi bir tipi varken ateşin başında sevdikleriyle geçirecekleri o ilk karlı gece için.
Ah şu hayat gailesi
durmadan dönen emek çarkında nefes almak için verilen o küçük aralar..
durmadan dönen emek çarkında nefes almak için verilen o küçük aralar..
Varoluşun satır aralarını okumayı bilmeyenlerin akıllarında kalan tek şey, küçük kızın Abruzzo bölgesinin kuş uçmaz kervan geçmez köylerinden birinde, yörenin papazıyla okuma yazması olmayan dadısının ellerinde büyüdüğü olacaktır.
Fakat ne görürüz ki yaşamın içinde?
Belki bir köprü ve gözümüzün yakalayamadığı manzaralar geçer durur önümüzden.
Emeği görürüz, esintiyi, mevsimleri ve acıları;
ve her birimizin gördüğü yalnızca kendi gönlüne aittir.
Teneke bir kutu içinde deriden bir kayış görürüz ya da sürüyle akdikenin bittiği bir tarla parçasını, sevgiyi tatmış bir kadının karışık yüzünü, yeşil kurbağanın öyküsünü anlatan küçük kızın gülümseyişini.
Sonra hiçbir şey görmez oluruz.
Belki bir köprü ve gözümüzün yakalayamadığı manzaralar geçer durur önümüzden.
Emeği görürüz, esintiyi, mevsimleri ve acıları;
ve her birimizin gördüğü yalnızca kendi gönlüne aittir.
Teneke bir kutu içinde deriden bir kayış görürüz ya da sürüyle akdikenin bittiği bir tarla parçasını, sevgiyi tatmış bir kadının karışık yüzünü, yeşil kurbağanın öyküsünü anlatan küçük kızın gülümseyişini.
Sonra hiçbir şey görmez oluruz.
Buralarda tesadüfe inanılmaz; söylenceler ile Tanrı iyi geçinir ve ikisinin arasında,
şehirli insanların çoktan unuttuğu birtakım oyunlar döndüğünden şüphelenilir.
şehirli insanların çoktan unuttuğu birtakım oyunlar döndüğünden şüphelenilir.
Barıştan,barışmaktan başka nedir ki iyileşmek, iyileştirmek ?
Ve nedir ki yaşamak dediğimiz, eğer sevmek için değilse ?
Ve nedir ki yaşamak dediğimiz, eğer sevmek için değilse ?
Savaşlar.. Biliyoruz ki hepsi kendi yasalarını dikte ediyor ve ödettikleri bedeller, doğrunun yolundan gideni de kavgaya dahil olmaya mecbur ediyor.
güzelliği sadece kuşların uçuşlarından, ilkbahara özgü tan kızıllığından, ışıklı ormanları dolanan patikalardan ve sevilen bir çocuğun gülüşünden tanıyor.