İçeriğe geç

Ekofeminizm Kitap Alıntıları – Vandana Shiva

Vandana Shiva kitaplarından Ekofeminizm kitap alıntıları sizlerle…

Ekofeminizm Kitap Alıntıları

&“&”

“İlk defa o zaman, modern bilimin gerçekten de bu tür modern ‘yıkımın babaları’nın ‘çocuğu’ olduğunu anlamıştık. Yeni makineler inşa etmek için anne olarak dişi insanlara ihtiyaçları yoktu. Bu bilgi bizi modern bilime temel bir eleştiri getirmeye itmişti. Bu bilim ne duyguları, ne ahlakı, ne sorumluluk duygusunu tanıyor, bu teknolojiyi ve tüm tezahürlerini üretmek için şiddete ihtiyaç duyuyordu. Ayrıca dünyanın dört bir yanında, ataerkinin başlangıcından beri, kadınlara da tıpkı ‘doğa’ya bakıldığı gibi akılcılıktan uzak, vücutları diğer memeliler gibi içgüdüsel olarak çalışan varlıklar olarak bakıldığını anlamıştık. Tıpkı doğa gibi onlar da erkek tarafından ezilebilir, sömürülebilir ve hükmedilebilirlerdi.”
Psikolog Berti Latza seks turizmi için Tayland’a giden Alman erkekler üzerine bir araştırma yapmış, bu erkeklerin Taylandlı sevgili"lerinden kulübelerini temizlemelerini, gün boyunca yemek yapmalarını ve köle gibi onlara hizmet etmelerini talep ettiklerini görmüştür. Seks genellikle ikinci plandadır ve erkeklerin hoşlandıkları şey, bu kadınlar üzerinde mutlak erk sahibi olmalarıdır.

Berti Latza bir başka seks turisti tipi daha tespit etmiştir: erken bebeklik aşamasına dönen bastırılmış erkek. Bu erkekler Taylandlı kadınların onları bebek gibi yıkamalarını ve beslemelerini, popolarını yağlayıp pudralamalarını isterler. Latza "Hatta bebek gibi konuşmaya başladıkları ve tuvalete kucakta götürülmek istedikleri olur," diyor."

Anlaşılan bu yetişkin erkekler bu ufak tefek Taylandlı kadınların yanında “büyük güçlü adam” öz imgelerini terk edecek kadar güvende hissediyor ve beyaz, Batılı, ataerkil medeniyet tarafından erkeklik imgelerinden baskılanmış, göz ardı edilmiş ve yok edilmiş her şeyin tadını çıkarabiliyorlar. Bu yüzden dünyanın diğer ucuna kadar gidip yanında bu bastırılmış ihtiyaçları karşılamakta sakınca görmedikleri egzotik, sömürgeleştirilmiş kadınlar bulmaları gerekiyor.

Çoğu ekonomist ve politikacının bedava" ya da "açık" ekonomi olarak gördüğü şey kadınlar tarafından “zincirlenmiş" ekonomi olarak görülür. Zincirlenmiş ekonomi "fakir"leştiğinde, yani açık verdiğinde, onu ayağa kaldırmak için bedava ekonomi kullanılır. Yapısal uyum ve kemer sıkma programları uygulandığında, kamu harcamalarındaki kesintiler genellikle en ağır şekilde yoksulları etkiler. Çoğu örnekte bütçe açığının kapatılması için sosyal ve ekonomik kalkınma harcamalarında ciddi kesintiler yapılması gerekmiş, gerçek ücretler ve tüketim de ciddi ölçüde azalmıştır.
Birleşmiş Milletler Kadın On Yılı, kalkınma sürecinin genişletilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla kadınların ekonomik konumunun otomatik olarak iyileştirilebileceği varsayımına dayalıydı. Bu On Yıl’ın sonunda ise sorunun kalkınmanın ta kendisi olduğu açıkça görülmüştü. Kadınların gittikçe artan geride kalmışlığı kalkınma"ya yeterince “katılmamaları"ndan değil maliyetleri yüklenip faydalardan dışlanarak kalkınmaya zoraki ama asimetrik katılımlarından kaynaklıydı. Kalkınma ve mülksüzleştirme, ekolojik yıkım ve doğadaki gıda kaynakları üzerindeki kontrolün kaybolması gibi sömürgeci süreçleri şiddetlendirmişti.
“Bilgi güçtür” sloganını pervasızca kullanabilmelerinin ve insanların bu söze inanmalarının sebebi, Bacon, Descartes ve Max Weber’den bugüne bilim insanlarının, bilgi ile şiddet ya da kaba kuvvet (örneğin devlet ve askeri güç biçiminde) arasındaki hileli ilişkiyi, bilimi saf doğrunun arandığı alan olarak tanımlayarak, sürekli gizlemeleridir. Bu yolla bilimi siyaset alanının, yani kaba kuvvet ve güç alanının üstüne taşımışlardır. Siyaset (güç) ile bilim arasındaki, biz feministlerin karşı çıktığı ayrılık, bir yalan üzerine kuruludur. Bu ayrılık gerçek değildir ve asla da olmamıştır. Sadece doğrunun sonsuza kadar aranmasına adanmış, anayasalarımızda bilimsel özgürlük olarak yasalarla korunan, değer yargılarından arınmış, umursamaz, saf bilim yoktur. Saf bilgi ve araștırma konusunda güya karşı konulamaz dürtülerini tatmin etmekten başka bir amacı olmayan bilim insanları bile finansman olmaksızın bu araştırmaları yapamazlar. Ve en temel araştırma alanlarında sağlanan finansmanın arkasındaki askeri, siyasi ve ekonomik çıkarları tespit etmek hiç de zor değildir (Easlea, 1986; Butte, 1985).
Kültürel görelilik, sırf bir halkın kültürel ifadeleri ya da yaratımları oldukları için, çeşitli şiddet biçimlerini ve başlık parası, kadın sünneti, Hindistan’ın kast sistemi vb. ataerkil ve sömürücü kurum ve âdetleri de kabul etmeyi gerektirir. Kültürel görelilikçiler için dil, din, âdetler, yeme alışkanlıkları ve kadın erkek ilişkilerinde ifade bulan gelenekler daima özeldir ve eleştirilemez. Faklılık" vurgusunda aşırıya kaçmak ortak yönlerin gözden kaçırılmasına yol açabilir; hatta iletişimi imkânsız hale getirebilir. Sonu değer yargılarını rafa kaldırılmasına varan kültürel görelilikcilik, totaliter ve dogmatik ideolojik evrenselciliğe ne çözüm ne de alternatif olabilir. Bu, eski madalyonun ters yüz edilmesinden başka bir şey değildir.
Başlangıçta bu yeni savaşların esas amacının bu ülkelerdeki petrol rezervlerini kontrol altına almak olduğunu düşünmüştüm. Ama, özellikle de Afganistan örneğinde, bu savaşın gerekçesi olarak, El Kaide’nin yok edilmesinin yanında, kadınların baş örtüsü ya da türban takmaktan ve benzeri gerici İslami geleneklerden kurtarılmasının gösterilmesi çok dikkat çekiydi.
Daha da kötüsü, yabancılaşmış bir siyasetçi sınıfının kendi vatandaşlarından korkmasıdır. Bu da Delhi’de gördüğümüz gibi şiddetsiz vatandaş protestolarının bastırılması için polisin kullanım şeklini, Bastar’da Soni Sori’ye yapılan işkenceyi, Jharkhand’da Dayamani Barla’nın tutuklanmasını ve Kudankulam’daki nükleer enerji santraline karşı mücadele eden halka açılan binlerce davayı açıklar. Özelleştirilmiş bir şirket-devlet, hızla bir polis devletine dönüşmek zorundadır. Bu yüzden siyasetçiler özel korumalarının sayısını sürekli artırmakta ve polisi kadınları ve sıradan vatandaşları koruma görevinden alıkoymaktadır.
Yeni bir terim olan “Ekofeminizm”in merkezindeki mesele aslında çok eskidir. Terim, kadınların geçim kaynaklarını korumak ve yaşadıkları toplulukları güvenli kılmak için her daim gösterdikleri çabadaki itici güce vurgu yapar.
Bundan 60 yıl önce Britanyalı bir gazetecinin Hindistan’ın Britanya ile aynı yaşam standartlarına sahip olmasını ister misiniz?" diye sorduğu Mahatma Gandhi şöyle cevap vermiştir: "Britanya gibi minik bir ülkenin bu yaşam standardına ulaşması için dünyanın yarısını sömürmesi gerekti. Hindistan’ın aynı yaşam standardına ulaşmak için kaç tane yer küreyi sömürmesi gerekecek?"
İhtiyaçlar ile doyurucular arasındaki ayrım tüketicilerin özgürleşmesi konusundaki tartışma için önemlidir çünkü aynı temel insan ihtiyaçlarını farklı şekillerde karşılamanın yolları olduğunu görmemizi sağlar. Max-Neef ve meslektaşları dokuz temel insan ihtiyacı tespit etmişlerdir:
• kendini idame (sağlık,gıda,barınak ve giysi),
• korunma ( bakım, dayanışma, iş vb.),
• şefkat ( sevgi, bakım,dayanışma vb.),
• anlayış ( başkaları arasında: araştırma, öğrenme ve analiz),
• katılım (sorumluluklar, haklar ve görevlerin paylaşılması),
• boş zaman/aylaklık (merak,hayal gücü,rahatlama, oyunlar, eğlence),
• yaratım (iç görü, hayal gücü,iş,merak),
• kimlik (aidiyet duygusu, farklılaşma, öz güven),
• özgürlük (özerklik, öz güven, kendi kaderini tayin, eşitlik).

Bu temel ihtiyaçlar evrenseldir ve zengin fakir demeden, hem “aşırı gelişmiş” hem de “az gelişmiş” ülkeler için geçerlidir. Aşırı gelişmiş ya da endüstriyel toplumlarda bu ihtiyaçlar neredeyse sadece piyasa satılabilen ve endüstriyel olarak üretilmiş doyurucularla karşılanır. Bunlar genellikle aslında gerçek doyum sağlamayan söz doyuruculardır. ÖRNEĞİN toplumdaki konumu yükseltmek için satın alınan arabalar, sevgi ve hayranlık ihtiyacını karşılamak için alınan kozmetikler. Sözde korunma, kendini idame ve özgürlük ihtiyaçlarını karşılamak için meşrulaştıran silah imalatı ve alımı gibi bazı doyurucular ise tersine yıkıcıdır.

İnsanlığın sadece bir sınıfının zihne sahip olduğunu varsayan bir dünya görüşü, bu sınıfın tüm zihinsel emek ürünlerinin, bunu başkalarından, Üçüncü Dünya’dan gasp etmiş olmalarına rağmen, kendi özel mülkleri olduğunu iddia etmesine yol açar. Fikri mülkiyet hakları ve yaşam üzerindeki patentler kapitalist ataerkinin canlı ve bedava her şeyi kontrolü altına alma güdüsünün tezahürüdür.
Zengin ülkelerdeki işsiz kadınlara asgari gelir güvencesi sunulabilmesi için yeterli sermayenin birikebilmesi bile, Asya, Afrika ya da Latin Amerika’daki kadınlar varsıl toplumlardakilerden çok daha düşük ücretlere çalışmaya zorlanabildikleri sürece (bu da borç batağıyla mümkün kılınır) mümkündür. Dünyadaki tüm işsiz kadınların asgari gelir beklemesi imkansızdır. Sömürüye dayalı bir dünya sisteminde bazıları diğerlerinden daha eşittir."
&”Ekonomik sistemler, kültürel ve toplumsal değerleri etkiler. Metalaştırma ekonomisi, her şeyin bir fiyatının olduğu ama hiçbir şeyin değerinin olmadığı bir metalaştırma kültürü yaratır.&”
(..) Toprağı kutsal analıktan çıkarır ve kullanıp atılabilir bir nesneye, altındaki mineraller için talan edilebilecek ya da dev barajlar altında boğulabilecek bir şeye dönüştürür. Toprağın çocukları da kullanıp atılabilir hale gelir; madenler ve barajlar arkalarında çorak topraklar ve köklerinden koparılmış insanlar bırakır.
&”Aileleri, çocukları, içinde bulundukları topluluklar ve toplumlar için üretim yapan kadınlar, üretken değil ve ekonomik olarak da aktif değildir. Ekonomiler piyasalarla sınırlı tutulduğunda, ekonomik kendine yeterlilik, ekonomik bir yetersizlik olarak görülür.&”
&”Bugün karşı karşıya olduğumuz çevresel çelişkinin kökenini ve bunun bilim, teknoloji ve ekonomi ile ilişkisini araştırırken, gerçekliği bir canlı değil bir makine olarak yeniden kavramsallaştırılarak hem doğanın hem de kadının tahakküm altına alınmasını salık veren dünya görüşünün ve bilimin oluşumunu yeniden incelemeliyiz.&”
Modern sanayi toplumu ve egemen söylem, yeryüzüne hiçbir saygı göstermeden sürekli ekonomik büyümeyi benimser. Doğa, efendiye ya da “insanoğlu”na hizmet için sınırsız bir kaynak olarak görülür. Özellikle 17. yüzyıl bilimi ile birlikte, doğa artık insanlık tarafından “geliştirilip dönüştürülmedikçe”, “değersiz ve ölü” olarak kabul görmeye başlar.
Tüm modern demokratik ulus devletler, anayasalarında temel insan hakları olan eşitlik, özgürlük ve dayanışmaya yer verirler. Fakat eğer bu haklar, özellikle de eşitlik hakkı, herkes için sadece siyasi olarak değil ekonomik olarak da uygulansa, tabii ki ekonomik sistem çökecektir. Dolayısıyla yabancı işçiler, kadınlar, siyasi iltica talep edenler ve benzerleri, “normal” erkek vatandaşların yararlandığına eşit bir ekonomik ve siyasi statüden yararlanamazlar.
Kalkınma, doğanın ve toplumun bütünlüğünü ve ruhunu çalarak, yeni “tapınaklar” inşa eder. Toprağı kutsal analıktan çıkarır ve kullanıp atılabilir bir nesneye, altındaki mineraller için talan edilebilecek ya da dev barajlar altında boğulabilecek bir şeye dönüştürür. Toprağın çocukları da kullanıp atılabilir hale gelir; madenler ve barajlar arkalarında çorak topraklar ve köklerinden koparılmış insanlar bırakır. Kutsal mekan olarak toprağın kutsallığının bozulması o zaman sömürgeciliğin, şimdi de kalkınmanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Çernobil bize nükleer enerjinin hemen durdurulmasını talep edenlerin değil aslında ilerleme ve medeniyet adına bu teknolojileri üretenlerin bizi “Taş Devrine” geri döndürdüğünü gösterdi. Çernobil’i takip eden aylarda açıkça görüldüğü gibi bunu yapan, “ilerlemeye” karşı bizi uyaranlar değil, bunu isteyen “babalar”dır. Meta bolluğu içindeyken hayatın temel gereksinimlerine, yeşil sebzelere, temiz suya ya da çocuklar için süte ulaşılamaması gerçeğinden onlar sorumludur.
Kimse bireysel olarak kendini kurtaramaz. “Tek başına ben”im kendi postumu kurtarabileceğimi düşünmek bir yanılsamadır. Çernobil gibi endüstriyel facialar bizden uzakta yaşanabilirler ama etkileri SİYASİ sınırları tanımaz. Dolayısıyla coğrafi mesafeler artık güvenlik garantisi vermez.
Bir kadın gerçek durumunun bilincine varma şansını ancak “normal” hayatında bir kırılma olduğunda, yani boşanma ya da bir ilişkinin bitmesi gibi krizlerde elde eder. “Kriz deneyimlerinde” ve normalliğin kırılması durumunda, kadınlar farkında olmadan içine gömüldükleri ve kendilerini uzaklaştırma şansına sahip olmadıkları gerçek toplumsal ilişkilerle yüzleşirler. Bu ilişkilerde EZiLEN ya da SÖMÜRÜLEN taraf olduklarını, normallik bozulmadığı sürece, kendilerine bile itiraf etmezler:
Yaşam süreçleri “değersiz” kılınıp, yağmalanmaları değer ve servet yaratımı kaynağı, içerinin (tohumlar ve rahimler) işgali sermaye birikiminin yeni mekanı ve esas kontrol kaynağını yok eden bir kontrol ve erk kaynağı haline gelirken, şiddet, erk ve ekolojik yıkım birbiriyle yakından ilişkilidir.
Emek, emek dışı olarak tanımlandığında değerler değersiz hale gelir, haklar hak olmaktan çıkar ve işgaller iyileştirme olarak adlandırılır.
Bilim devrimi cehaletin sınırlarını geriletecekti. Bunun yerine doğayı ve kadını sadece bir kaynak olarak, doğanın sınırlarını ise engel olarak gören bir bilgi geleneği, daha önce hiç görülmemiş seviyede yapay ve gezegen üzerindeki yaşamın devamlılığına yönelik yeni bir tehdit kaynağı haline gelmekte olan cehalet yaratmaktadır. Tohumun sömürgeleştirilmesi, kadın bedeninin sömürgeleştirilmesinin örüntülerini yansıtmaktadır. Kâr ve güç, tüm biyolojik organizmalarım işgal edilmesiyle yakından ilişkili hale gelmektedir.
Ekonomik sistemler, kültürel ve toplumsal değerleri etkiler. Metalaştırma ekonomisi, her şeyin bir fiyatının olduğu ama hiçbir şeyin değerinin olmadığı bir metalaştırma kültürü yaratır.
Ulusal Kadın Komisyonu ve Bilim, Teknoloji ve Ekoloji Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen, ekonomik reformların kadınlar üzerindeki etkisi hakkındaki bir dizi açık oturum sırasında keşfettiğimiz gibi, kadınların artan ekonomik savunmasızlığı onları cinsel saldırılar da dahil her tür şiddet karşısında daha da savunmasız hale getirmektedir.
Hükümetler, ekonomik reformlardan bahsederken sanki siyaset ya da iktidarla hiçbir ilgileri yokmuşçasına söz eder. Siyaseti ekonominin dışında tutmaktan bahsederken bir yandan da belirli bir toplumsal cinsiyet ya da sınıfın siyasetiyle şekillenmiş bir ekonomi modelini dayatırlar.

Şirket güdümlü reformlar ekonomik ve siyasi güçlerin birleşmesine, eşitsizliklerin derinleşmesine ve siyasetçilerin aslında temsil etmesi gereken insanların iradesinden gittikçe daha fazla uzaklaşmasına sebep olur.
Sınırsız büyüme düşüncesine dayalı ekonomik reformlar ancak ve ancak iktidar sahiplerinin savunmasız kesimlerin kaynaklarını gasp etmesi ile sürdürülebilir.
Aileleri, çocukları, içinde bulundukları topluluklar ve toplumlar için üretim yapan kadınlar üretken değil" ve "ekonomik olarak aktif değil" dir. Ekonomiler piyasalarla sınırlı tutulduğunda, ekonomik kendine yeterlilik, ekonomik bir yetersizlik olarak görülür.
Pek çok insan yaşam tarzlarını değiştirmeleri gerektiğini anlıyorsa da, bu değişimin sorumluluğunu genellikle siyasetçilere, hükümetlere ya da bilim insanları ve girişimcilere atar. Üretim ve hatta tüketim desenlerini değiştirecek yasalar, örneğin hız limitleri vb.olmadıkça bireysel tüketici kendi hayatına alışmış bir şekilde devam eder.
Merchant’ın dediği gibi: Bugün karşı karşıya olduğumuz çevresel çelişkinin kökenini ve bunun bilim, teknoloji ve ekonomi ile ilişkisini araştırırken, gerçekliği bir canlı değil bir makine olarak yeniden kavramsallaştırılarak hem doğanın hem de kadının tahakküm altına alınmasını salık veren dünya görüşünün ve bilimin oluşumunu yeniden incelemeliyiz.
Hükümetler, ekonomik reformlardan bahsederken sanki siyaset ya da iktidarla hiçbir ilgileri yokmuşçasına söz eder. Siyaseti ekonominin dışında tutmaktan bahsederken bir yandan da belirli bir toplumsal cinsiyet ya da sınıfın siyasetiyle şekillenmiş bir ekonomi modelini dayatırlar.

Şirket güdümlü reformlar ekonomik ve siyasi güçlerin birleşmesine, eşitsizliklerin derinleşmesine ve siyasetçilerin aslında temsil etmesi gereken insanların iradesinden gittikçe daha fazla uzaklaşmasına sebep olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir