Alan Lightman kitaplarından Einstein’ın Düşleri kitap alıntıları sizlerle…
Einstein’ın Düşleri Kitap Alıntıları
3 Haziran 1905
İnsan ömrünün tek bir gün sürdüğü bir dünya hayal edin
Ya kalp atışları ve soluklar tüm bir yaşam süresinin, dünyanın kendi ekseni etrafında tek bir dönüşü süresine sığacağı kadar hızlandırılmış ya da dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşü,tek bir dönüşün tüm bir ömre denk geleceği şekilde yavaşlatılmış
İki açıklama da geçerli ve mümkün. Her ikisinde de bir insan tek bir gündoğumu ve tek bir günbatımı görüyor.
İnsan ömrünün tek bir gün sürdüğü bu dünyada zaman, kedilerin tavan arasındaki seslere kulak kabartışı misali dikkatle kovalanıyor. Yitirilecek zaman yok çünkü. Doğum, öğretim, aşk meseleleri, evlilik, meslek, yaşlılık, hepsi güneşin tek bir yolculuğuna, ışığın tek bir geçişine sıkıştırılmak zorunda
Belleksiz dünya, şimdinin dünyası. Geçmiş sadece kitaplarda, belgelerde. Her insan kendini tanıyabilmek için yanında yaşam öyküsünü içeren kendi Hayat Defterini taşıyor.
Kimileri akşamüzerlerini Hayat Defterlerini okuyarak, kimileriyse alelacele yeni sayfalar yazarak geçiriyor.
Zamanla her Hayat Defteri, baştan sona tek seferde okunamayacak denli kalınlaşıyor.O zaman seçimler devreye giriyor. Mesela yaşlılar gençliklerini veya son dönemlerini okumayı seçebiliyor.
Kimileriyse okumayı hepten bırakıyor.Geçmişi terk ediyorlar. Dün zengin olup olmadıklarının, eğitimli olup olmadıklarının, mağrur olup olmadıklarının saçlarını okşayan meltemden daha önemli olmadığına karar veriyorlar.
26 Nisan 1905
Bu dünyada hemen fark edilen tuhaf bir şey var. Vadi veya ovalarda hiç ev görünmüyor. Dağlarda yaşıyor herkes.
Geçmişte bir gün, bilim insanları zamanın dünyanın merkezinden uzaklaşıldıkça yavaşladığını keşfetmişler. Söz konusu etki mini minnacık ama aşırı hassas bir takım aletlerle ölçülebiliyor. Bu olgu ortaya çıkar çıkmaz genç kalmaya hevesli insanlar dağlara taşınmışlar. Artık bütün evler Dom,
Matterhorn, Monte Rosa ve diğer yüksek yerlere inşa ediliyor.Başka bir yerde yapılmış evleri satmak imkânsız.
Pek çok kişi sadece evlerini dağa taşımakla yetinmemiş.Azami etkiyi elde edebilmek için evlerini kazıklar üzerine inşa etmişler. Dünyanın her tarafında dağ dorukları,uzaktan
bakıldığında incecik bacaklarıyla tünemiş tombalak kuşları andıran bu tip evlerle dolmuş. Uzun yaşamaya en hevesli insanların evleri en uzun kazıkların üstünde. Hatta bazı evler zayıf tahta bacaklarının beş yüz metre üstünde duruyorlar.
Nedensellikten yoksun bir dünyada, kim şu; şudur diyebilir ki ?
Gelecekten yoksun dünyada şimdinin ötesinde hiçlik uzanıyor ve insanlar şimdiye, uçurumun kenarına asılır gibi tutunur.
Çelişkin bir evrende, her bir çelişkinin nedenini bildikleri sürece yaşamaktan hoşnut bu tipler.
Özgürlükten yoksun bir dünyada özgür olmaktan mutluluk duyuyor.
Duyular renk tayfının ardında yatanı algılayamadığından dolayı mor ötesinde renk görebilmek ne kadar imkansızsa, bu dünyada geleceği hayal etmek de o kadar imkansız. Gelecekten yoksun dünyada iki dostun birbirinden her ayrılığı ölüm demek. Gelecekten yoksun dünyada her yalnızlık nihai… Gelecekten yoksun dünyada her gülüş, son gülüş… Gelecekten yoksun dünyada şimdinin ötesinde hiçlik uzanıyor ve insanlar şimdiye, uçurumun kenarına asılır gibi tutunuyor.
Adam hayatını kadına adıyor ve öfkesinde mutluluk buluyor
Çelişkin bir evrende, her bir çelişkinin nedenini bildikleri sürece yaşamaktan hoşnut bu tipler.
Kalbin her atışı, sarkacın her sallanışı, karabatağın her kanat açışı hep birlikte ahenk içindeyse gezgin yeni bir zamansal bölgeye geçtiğini nasıl bilebilir zaten? İnsani arzuların sürati bir gölcükteki dalgaların hareketiyle aynı oransallığı korursa bir şeylerin değiştiğini nereden anlayabilir?
Geleceği hayal edemeyen insan, eylemlerinin sonuçlarını düşünemez. Haliyle kimileri bu yüzden eylemsizliğe kısılıyor. Gün boyu yataklarından çıkmıyor; uyanıklar ama giyinmeye korkuyorlar. Kahve içip fotoğraflara bakıyorlar. Her bir eylemin hiçliğe gideceğine aldırmayan, yaşamlarını planlayamayacaklarından endişelenmeyen kimileri sabah yataktan çıkıyor. Andan ana yaşıyorlar ve bu yüzden her anları dolu. Daha başkalarıysa geleceğin yerine geçmişi koyuyor. Her anıyı, yapılmış her eylemi, her neden ve sonucu ele alıp olayların kendilerini şimdiye, dünyanın son anına, zaman denen çizginin bitişine getirişine hayranlıkla bakıyorlar.
Bu dünyanın trajedisi, ister ıstırap, ister neşe zamanına sıkışıp kalmış olsun, hiç kimsenin mutlu olmaması. Bu dünyanın trajedisi, herkesin yalnız olması… Geçmişteki bir yaşam bugünle, şimdiyle paylaşılamıyor çünkü. Zamana sıkışıp kalan herkes, tek başına sıkışıp kalıyor.
Tam şu anda bir adam var orada; dalgın bakışlarla ceplerini boşaltıyor ve ağlıyor. Kimse aramıyor artık bu adamı; ne yemek veya içmek için buluşanı var ne de evine davet edeni. Yirmi yıl boyunca arkadaşlarına ideal arkadaş olmuş; cömert davranmış, dertleriyle ilgilenmiş, bağırıp çağırmamış, sevgiyle yaklaşmış. Ne gelmiş başına peki? Bu andan bir hafta sonra aynı adam keçileşiyor; gelen geçene hakaretler yağdırıyor, üstü başı leş kokuyor, pintileşiyor, Laupenstrasse’deki evine kimsecikleri sokmuyor. Hangisi neden, hangisi sonuç? Hangisi geçmiş, hangisi gelecek?
İnsanların hareketleri öngörülememekle birlikte zamanınki öngörülebildiğinden, insanlardan kuşkulanılabilirken zamandan kuşku duyulamayacağından, insanlar arpacı kumruları misali kapkara düşünürken zaman ardına hiç bakmadan ilerlediğinden, zamanın mutlak olduğu bu dünya, bir teselli dünyası. Kahvelerde, hükümet binalarında, Cenevre Gölü’ndeki kayıklarda insanlar saatlerine bakıyor ve zamana sığınıyor. Herkes doğduğu, ilk adımını attığı, ilk aşık olduğu, ebeveynine ilk defa veda ettiği anın bir yerlerde kayıtlı olduğunu biliyor.
Zamanda geri sürüklenmiş insanları tanımak çok kolay: Koyu renk, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyafetler giyiyor ve hiç ses çıkarmamaya, adeta karınca ezmemeye çalışarak parmaklarının ucunda yürüyorlar. Geçmişte yapacakları herhangi bir değişikliğin geleceğe korkunç etkileri olacağından korkuyorlar çünkü.
Bedensel ihtirası solduranlar sadece alışkanlıklar ve bellektir çünkü bellek yokken her gece ilk gece, her sabah ilk sabah, her öpücük ve dokunuş ilktir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Gelecekten yoksun dünyada her gülüş, son
gülüş… Gelecekten yoksun dünyada şimdinin ötesinde hiçlik uzanıyor ve insanlar
şimdiye, uçurumun kenarına asılır gibi tutunuyor
Yatağında oturuyor, banyoda akan suyu dinliyor, kafasından hariç bir yerlerde bir şeylerin gerçekten var olup olmadığını düşünüyordu.
Her türlü olay dizisi için aynısı geçerli çünkü bu dünyada zaman, bir duyu. Zamanın görme veya tat alma misali bir duyu olduğu bir dünyada bir sahneler dizisi, gözlemcinin geçmiş tarihine bağlı olarak hızlı ya da yavaş, bulanık veya net, tatlı veya tuzlu, nedensel veya nedensiz, düzenli ya da gelişigüzel olabilir. Amthausgasse’de filozoflar zamanın gerçekte insan algısı dışında var olup olmadığını tartışıyorlar. Kim bir olayın hızlı mı yavaş mı, nedensel mi ya da nedensiz mi, geçmişte mi yoksa gelecekte mi yaşandığını söyleyebilir? Herhangi bir olayın olduğunu kim söyleyebilir hatta? Filozoflar gözleri yarı kapalı oturuyor, zaman estetiklerini kıyaslıyorlar.
Bu dünyanın trajedisi, ister ıstırap, ister neşe zamanına sıkışıp kalmış olsun, hiç kimsenin mutlu olmaması. Bu dünyanın trajedisi, herkesin yalnız olması… Geçmişteki bir yaşam bugünle, şimdiyle paylaşılamıyor çünkü. Zamana sıkışıp kalan herkes, tek başına sıkışıp kalıyor.
Burası sarf edilen her sözün tam sarf edildiği ana ait olduğu, atılan her bakışın sadece tek anlam taşıdığı, her bir temasın ne geçmişi ne de geleceğinin bulunduğu, her öpücüğün ana ait olduğu bir dünya…
Zamanda geri sürüklenmiş insanları tanımak çok kolay: Koyu renk,ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyafetler giyiyorlar ve hiç ses çıkarmamaya, adeta karınca ezmemeye çalışılarak parmaklarının ucunda yürüyorlar. Geçmişte yapacakları herhangi bir değişikliğin geleceğe korkunç etkileri olacağından korkuyorlar çünkü
Bu dünyanın trajedisi, ister ıstırap, ister neşe zamanına sıkışıp kalmış olsun, hiç kimsenin mutlu olmaması. Bu dünyanın trajedisi, herkesin yalnız olması Geçmişteki bir yaşam bugünle, şimdiyle paylaşılamıyor çünkü. Zamana sıkışıp kalan herkes, tek başına sıkışıp kalıyor.
Her dükkân ve sattıkları yeniden keşfedilmek zorunda. Pek çok kişi ellerinde haritalarla doğduklarından beri yaşadıkları kentin çarşılarında, defalarca geçtikleri sokaklarda dolanıyor. Birçoğunun elinde not defterleri, akıllarında kalabildiği kısacık sürede öğrendiklerini kayda geçiriyor.
Çünkü bu dünyada insanların bellekleri yok.
Farzedin ki zaman kendi üzerine bükülen bir çember ve dünya hiçbir değişikliği mahal vermeden sürekli kendini yineliyor…
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Zamanda geri sürüklenmiş insanları tanımak çok kolay: Koyu renk, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyafetler giyiyor ve hiç ses çıkarmamaya, adeta karınca ezmemeye çalışarak parmaklarının uçlarında yürüyorlar. Geçmişte yapacakları herhangi bir değişikliğin geleceğe korkunç etkileri olacağından korkuyorlar çünkü.
Geçmişte bir gün, bilim insanları zamanın dünyanın merkezinden uzaklaştıkça yavaşladığını keşfetmişler. Söz konusu etki mini minnacık ama aşırı hassas bir takım aletlerle ölçülebiliyor. Bu olgu ortaya çıkar çıkmaz genç kalmaya hevesli insanlar dağlara taşınmışlar.
Her kentte komşularından birkaç saniye daha hızlı yaşlanmaya aldırmayı kesmiş birkaç kişi var.
Aksak zamanlı bir dünyada kim daha iyi yaşar? Geleceği görüp sadece tek bir hayatı yaşayanlar mı? Yoksa geleceği görmeyip hayatı yaşamayı bekleyenler mi? Yoksa geleceği reddedip iki ayrı hayatı yaşayanlar mı?
Ama gezgin bu uyuşmazlıkların farkına varmıyor. Bir bölgesel zamandan diğerine yolculuk ederken bedeni yerel zamana uyum sağlıyor. Kalbin her atışı, sarkacın her sallanışı, karabatağın her kanat açışı hep birlikte ahenk içindeyse gezgin yeni bir zamansal bölgeye geçtiğini nasıl bilebilir zaten? İnsani arzuların sürati bir gölcükteki dalgaların hareketiyle aynı oransallığı korursa bir şeylerin değiştiğini nereden anlayabilir?
Bu dünyada zaman yerel bir olay. Birbirlerine yakın iki saat neredeyse aynı hızla tıkırdıyor. Ama birbirlerinden uzak iki saat farklı hızda tıkırdıyor ve birbirlerinden uzaklaştırıldıkça fark büyüyor. Saatler için geçerli olan aynı zamanda kalp atış hızları, soluk alıp verişler, otları okşayan rüzgarlar için de geçerli. Bu dünyada zaman, farklı mekanlarda farklı hızda akıyor.
“Duyular renk tayfının ardında yatanı algılayamadığından dolayı mor ötesinde renk görebilmek ne kadar imkansızsa, bu dünyada geleceği hayal etmek de o kadar imkansız.”
“Geçmişteki makamlarının ne önemi var? Tek günlük dünyada herkes eşit.”
“Bu dünyada bir insan herhangi bir hırsa, amaca sahip değilse bilmeden ıstırap çekecektir. Hırslıysa, amaç sahibiyse bilerek ama pek yavaş çekecektir çilesini.”
Zamanda sonsuz sayıda dünya mevcut.
Bu evrende zaman, uzay gibi üç boyuta sahip çünkü. Bir nesne nasıl yataya, dikeye ve boylamsala karşılık gelen üç düşey yönde hareket edebiliyorsa, aynı şekilde üç düşey geleceğe dâhil olabiliyor. Her bir gelecek zamanda farklı bir yöne gidiyor. Her biri gerçek.
Gelecekten gelen bir gezgin konuşmak zorunda kaldığında konuşmaz, inler. Acıklı, acılı sesler fısıldar. Istırap çeker. Çünkü herhangi bir şeye en ufak müdahalesi geleceği mahvedebilir ve olaylara giremeden, değiştiremeden tanıklık etmek durumundadır.
Zamanda geri sürüklenmiş insanları tanımak çok kolay: Koyu renk, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyafetler giyiyor ve hiç ses çıkarmamaya, adeta karınca ezmemeye çalışarak parmaklarının ucunda yürüyorlar. Geçmişte yapacakları herhangi bir değişikliğin geleceğe korkunç etkileri olacağından korkuyorlar çünkü.
Çocuklar kuşları yakalayacak hıza sahipler ama zamanı durdurma arzusundan yoksunlar. Çünkü zaman çocukların nazarında zaten ağır ilerliyor.
Yaşlılarsa zamanı durdurmayı delicesine istiyor ama kuş yakalayamayacak kadar yavaşlar.
Bu hız dünyasında bir olgu ancak yavaştan fark edilmiş. Mantıksal totolojiye göre hareketsel etki tümüyle göreliymiş: Çünkü sokakta iki insan birbirinin yanından geçtiğinde her biri diğerini, tıpkı trende giden bir insanın pencereden ağaçları hızla geçiyor algılaması gibi, hareket halinde algılıyormuş. Haliyle iki kişi sokakta birbirinin yanından geçtiğinde her biri, diğerinin zamanını daha yavaş geçiyor, her biri diğerini zaman kazanır görüyormuş. Çıldırtıcıymış bu karşılıklılık hali. Daha çıldırtıcısıysa insan bir mahalleden ne denli hızla geçerse, mahallenin daha hızlı hareket ediyor görünmesiymiş.
İşin aslı bu dünya, gelecekten yoksun bir dünya. Bu dünyada zaman, hem gerçeklikte hem düşüncede şimdiki zamanda son bulan bir çizgi.
Bu dünya değişen planların, ani fırsatların, beklenmedik
görülerin dünyası.
Geceler boyu hayal ettiği zamanın olası doğalarından biri ilginç görünmeye başlamış gözüne. Diğerleri mümkün olmadığından değildi; diğerleri başka dünyalarda var olabilirmiş.
Nedensellikten yoksun bir dünyada kim şu, şudur diyebilir?
İnsan ömrünün tek bir gün sürdüğü bu dünyada zaman, kedilerin tavan arasındaki seslere kulak kabartışı misali dikkatle kovalanıyor. Yitirilecek zaman yok çünkü. Doğum, öğretim, aşk meseleleri, evlilik, meslek, yaşlılık, hepsi güneşin tek bir yolculuğuna, ışığın tek bir geçişine sıkıştırılmak zorunda.
Çocuklar çarçabuk büyüyor, anne-babalarının saniyeler sürmüş gibi gelen yüzlerce yıllık kucaklamalarını unutuyorlar. Çocuklar yetişkin oluyor, ailelerinden ayrı, kendi evlerinde yaşıyor, kendi yollarını kendileri öğreniyor, çile çekiyor, yaşlanıyorlar.
Geçmişteki makamlarının ne önemi var? Tek günlük dünyada herkes eşit.
Neden ile sonucun düzensiz olduğu bir dünya burası. Neden bazen sonuçtan önce, bazen sonra geliyor. Ya da belki neden daima geçmişte, sonuç hep gelecekte ama geçmişle gelecek birbirine dolanmış…
Kimileri akşamüzerlerini hayat defterlerini okuyarak, kimileriyse alelacele yeni sayfalar yazarak geçiriyor.
Bu dünya değişen planların, ani fırsatların, beklenmedik görülerin dünyası.
Birçoğunun elinde not defterleri, akıllarında kalabildiği kısacık sürede öğrendiklerini kayda geçiriyor. Çünkü bu dünyada insanların bellekleri yok.
İki zamanın karşılaştığı yer, umutsuzluk… İki zamanın ayrıldığı yer, hoşnutluk… İki zaman da gerçek ama gerçekleri aynı değil.
Farzedin ki zaman kendi üzerine bükülen bir çember ve dünya hiçbir değişikliğe mahal vermeden sürekli kendini yineliyor…
İnsan ömrünün tek bir gün sürdüğü bir dünya hayal edin… Ya kalp atışları ve soluklar tüm bir yaşam süresinin, dünyanın kendi ekseni etrafında tek bir dönüşü süresine sığacağı kadar hızlandırılmış ya da dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşü, tek bir dönüşün tüm bir ömre denk geleceği şekilde yavaşlatılmış… İki açıklama da geçerli ve mümkün. Her ikisinde de bir insan tek bir gündoğumu ve tek bir günbatımı görüyor.
Bu hız takıntısı niye peki? Bu dünyada zaman hareket edenler için daha yavaş geçiyor çü nkü. Haliyle herkes zaman kazanmak için yüksek hızda hareket ediyor.
Bu dünyanın trajedisi, ister ıstırap, ister neşe zamanına sıkışıp kalmış olsun, hiç kimsenin mutlu olmaması. Bu dünyanın trajedisi, herkesin yalnız olması… Geçmişteki bir yaşam bugünle, şimdiyle paylaşılamıyor çünkü. Zamana sıkışıp kalan herkes, tek başına sıkışıp kalıyor.
Neden ile sonucun düzensiz olduğu bir dünya burası. Neden; bazen sonuçtan önce, bazen sonra geliyor. Ya da belki neden; daima geçmişte, sonuç hep gelecekte ama geçmişle gelecek birbirine dolanmış…
Zaman sonsuz bir cetvel; zaman mutlak bu dünyada.
Farz edin ki zaman kendi üzerine bükülen bir çember ve dünya hiçbir değişikliğe mahal vermeden sürekli kendini yineliyor…
Ama nedir geçmiş? Geçmişin kesinliği bir yanılsamadan ibaret olamaz mı? Geçmiş, bir çiçek dürbünü, aniden çıkan her meltemle kımıldanan bir imgeler düzeni, bir kahkaha, bir düşünce olabilir mi? Ve kımıldanma, salınma, değişim her yerdeyse, nasıl bilebiliriz?
Gelecekten yoksun dünyada iki dostun birbirinden her ayrılışı ölüm demek. Gelecekten yoksun dünyada her yalnızlık nihai… Gelecekten yoksun dünyada her gülüş, son gülüş… Gelecekten yoksun dünyada şimdinin ötesinde hiçlik uzanıyor ve insanlar şimdiye, uçurumun kenarına asılır gibi tutunuyor.
Milyon güz güzsüzlüğe, milyon kar yağışı karsızlığa, milyon öğüt hiçe boyun eğiyor.
Ölümsüzlüğün bedeli bu… Kimse bütün olamıyor. Kimse özgür olamıyor.
Ama bedeli var… Çünkü bu dünyada başarıların çarpımı hevesin azalmasına bölünüyor.
Kimse kendi başına kalamıyor, kendini bulamıyor.
Kim bir olayın hızlı mı yavaş mı, nedensel mi ya da nedensiz mi, geçmişte mi yoksa gelecekte mi yaşandığını söyleyebilir? Herhangi bir olayın olduğunu kim söyleyebilir hatta?
Yaşamı alelacele yaşanmış, pek az kişinin tanıklığında geçmiş sahnelere bölünmüş. Yatağında oturuyor, banyoda akan suyu dinliyor, kafasından hariç bir yerlerde bir şeylerin gerçekten var olup olmadığını düşünüyor. Anasının kucağı var olmuş muydu sahiden? Okuldaki arkadaşıyla giriştiği neşeli rekabet yaşanmış mıydı? Sevdiği kadın var olmuş muydu? Neredeydiler şimdi peki? Yatağında oturuyor, musluktan akan suyu dinliyor ve ışıktaki değişimi belli belirsiz fark ederken neredeler, diye düşünüyor…
Hayat, kapanan bir kapının gölgesinin kırılgan, keskin kenarı. Hayat kol ve bacakların kısacık bir hareketi…