İçeriğe geç

Eğitim Üzerine Kitap Alıntıları – Zygmunt Bauman

Zygmunt Bauman kitaplarından Eğitim Üzerine kitap alıntıları sizlerle…

Eğitim Üzerine Kitap Alıntıları

Her çoğunluğun küçük, görünmez ve fark edilmez birer azınlık olarak ortaya çıktığını hiç unutmayalım. Yüzyıllık dev meşe ağaçları bile bu ufacık palamutların içinden çıkıp büyümüşlerdir.
🌱🌳
“Bilgi toplumunda sahip olması elzem becerilerden biri, insanın kendisini, sunulan bilgiler arasında duymak istemediği %99,99’luk kısma karşı koruma yetisidir.”
Eğitim sayesinde eşitsizliğin zehrini etkisiz kılan, eşitsizliği yaşanabilir kılarak zararsız hale getiren sınıf atlama vizyonuyla, bu sınıf atlama imkânını işler konumda tutabilen bir eğitim vizyonu aynı anda buhar olup uçmaya başlamıştır.
Mesafeler artık engel olmaktan çıkmıştır ve uzunlukları artık olasılıkların dağılımına etki etmemektedir.
Eski kesinlikler yitip gitmiş durumda. Eski çözümler işe yaramıyor.
Kuşku yok ki bildiğimiz veya bildiğimizi sandığımız dünyanın çivisi çıkıyor.
Neticede tüketen bir yaşam, özerkliğin, özgünlüğün ve kendi kendini savunmanın nihai bir ifadesi olarak yaşanır.
Tüketimci ayartılara boyun eğmek, gönüllü bir kölenin davranışıdır. Yeni moda olmuş bir ifadeyle ”proaktif ”tir.
Artık binbir zahmetle ”kayıp zamanları aramak ” yok. Hatta aslında artık kayıp zaman da yok. Onları diriltmek ve geri kazanmak için Proust gibi bir dehaya da artık ihtiyaç yok. Bir kredi kartı yeter, teşekkür ederiz!
Dost edinmek ve kaybetmek, her şeye uyarlanmış bir stratejinin unsurlarından sadece birisidir.
Dürtülerimizi takip ederek alışveriş yapmak ve yerlerine çok daha çekici ürünler alabilmek için artık albenisini kaybetmiş şeylerden kurtulmak bizi en çok heyecanlandıran duygulardır.
Toplumsal eşitsizlik, Cervantes’in beş yüz yıl önce söylediği gibi, daima bir şeylere sahip olanlarla olmayanlar arasındaki ayrımdan ileri gelir.
Düzen çoğunluğa göre biçimlenir.
Bir kere anormal olan sonsuza dek anormaldir.
”İnsanların birleşmesi şimdiye dek kaçılacak hiçbir yerin kalmamasıyla mümkün olmuştur. ”
Binlerce beynin ve iki katı kadar elin onca yılda inşa ettiği şeyi yıkmak için sadece birkaç dakika ve birkaç imza yetmektedir.
Zamanında erdem olan şey bugün kara bir lekeye dönüşmüş halde.
Genelde bana hep şöyle tembih ediliyordu: ”Hızla öğrenen, hızla unutur ”
”Umutla yolculuk etmek gideceğin yere varmaktan daha iyidir. ”
”Etrafımızda gereğinden fazla bilgi var. Bilgi toplumunda sahip olması elzem becerilerden biri, insanın kendisini, sunulan bilgiler arasında duymak istemediği %99,99’luk kısma karşı koruma yetisidir. ”
Bugünkü genç neslin içine doğduğu ve bu sebeple ondan başkasını tanımadığı yaşam biçimi, bir tüketiciler toplumuyla yeniliği ve rastgele değişimi tevşik eden ”anı yaşama ”ya dönük bir kültürdür.
Kokuşmuşluk yoksunluğun en zekice stratejisidir.
”Vladimir Putin ancak George Orwell’in 1984’ünde göklere çıkarılabilecek biri. ”
Yüzyıllık dev meşe ağaçları bile, bu ufacık palamutların içinden çıkıp büyümüşlerdir.
Her çoğunluğun küçük, görünmez ve fark edilmez birer azınlık olarak ortaya çıktığını hiç unutmayalım.
Her koşulda nasıl tehlikelerin yanı sıra bazı fırsatlar da varsa, isyankârlığa gebe olan her şey konformizme de gebedir.
Alınyazısı olası seçenekleri çizer ama aralarında tercih yapan, bazılarını seçip diğerlerini reddeden karakterdir.
Tek tek hepimizin sürdüğü yaşam biçimi, alınyazısıyla karakterin ortak sonucudur.
Başkalarına iyilik yapma niyetimiz metalaştırılmıştır. İnsanlarla yüz yüze, el ele saatler geçirmemiz gereken fakat geçirmediğimiz anları telafi etmek için, alışverişte aldığımız hediyelerin kâfi geleceğini düşünmeye alışmışız. Hediyeler ne kadar pahalı olursa, hediyeyi veren kişi hediyeyi alan kişiyle geçiremediği anları o kadar iyi telafi etmekte, böylece veren kişinin vicdanında yarattığı yatıştırıcı, hafifletici etki o kadar güçlü olmaktadır.
Tüketim piyasaları eğlence, konfor ve mutluluk arayışını metalaştırarak yayılırlar, büyürler ve kâr ederler. Üzerine etiketlerin basıldığı metaların cazibesine kapılmaya direnen her türlü arayış alçaltılır, boğulur ve yok edilir…
İnsanlarla ilişki kurmak zor, riskli ve öngörülmez bir şeyken, nesnelere duyulan bağlılık yatıştırıcıdır. Bu ister bir şişe içki, bir doz eroin, biraz kokain, özel tasarlanmış bir ürün, bir buzdolabı veya herkesle bağlı kalmanızı sağlayan bir iphone olsun. Nesnelere ulaşmak, onları bir yana fırlatmak kadar kolaydır.
Bize unutturulan şey, insanlarda eksikliğin düzeltilecek bir kusur olmadığı aksine tüm canlıların eksikliklerle doğmuş olduğudur.
Kent yaşamı her zaman yabancılarla çevrilmiş bir yaşamdır.
Sözde sınırların ortadan kalktığı küreselleşmiş bir dünyada, belli korunaklı alanlarda dünya nüfusunun geri kalanıyla, özellikle de en dezavantajlı kesimleriyle asla karşılaşmadan yaşama, çalışma ve seyahat etme imkânına sahip insanlar vardır.
Azınlığın hayâsızca zengin, diğerlerininse korkunç derecede fakir olduğu bir topluma ne yapılabilir?
Korkuları yatıştıracak kadar yüksek duvarlar inşa edebilir miyiz?
Bu umarsız ve soğuk dünyada her şey mubahtır. Bir yabancının avlanacak ve öldürülecek bir düşmana dönüşmesinin sebebi işte budur.
Toplumsal eşitsizlik, daima bir şeylere sahip olanlarla olmayanlar arasındaki ayrımlardan ileri gelir. İki yüzyıl önce Avrupa’da, yirmi-otuz yıl önce Avrupa’dan uzak yerlerde ve bugün kabileler arasında savaşların sürdüğü, diktatörlerin oyun sahasına dönüşmüş alanlarda mülksüzleri mülk sahipleriyle karşı karşıya getiren temel şey ekmek veya pirinçtir.
Yokluklarına sert ve şiddetli bir öfkeyle karşılık verilen arzu nesneleri bugün birden fazla ve çeşitlidir. Sayıları ve beraberinde getirdikleri ayartıcı güçleri her geçen gün büyümektedir. Onlarla birlikte onlara sahip olmamanın getirdiği gazap, aşağılanma, kin ve garez de büyümekte, sahip olmadığımız şeyleri yok etme arzusu da kuvvetlenmektedir. Mağazaları yağmalama ve ateşe vermenin altında aynı dürtüler yatmakta olup, aynı özlemi tatmin ederler.
Şimdi hepimiz her şeyden öte tüketiciyiz, tüketici olmak hem hakkımız hem görevimiz.
Sıkıntılardan kaçınıp tatmin olmak üzere yürüdüğümüz yolda, karşımıza çıkan tüm sorunların çözümünü alışverişte aramaktayız. Beşikten mezara, marketleri bireysel ve toplumsal yaşantımıza musallat olmuş onca hastalık ve rahatsızlığa deva olacak yahut en azından bunları hafifletecek ilaçlarla dolu eczaneler gibi görecek şekilde tedristen geçirilmekteyiz. Mağazalar ve alışveriş böylelikle gerçek anlamda eskatolojik bir boyut kazanmaktadır. Süpermarketler, tapınaklarımızdır, alışveriş listeleri dua kitaplarımız ve alışveriş merkezlerinde yürüdüğümüz yollar da hac seferlerimizdir. Dürtülerimizi takip ederek alışveriş yapmak ve yerlerine çok daha çekici ürünler alabilmek için artık albenisini kaybetmiş şeylerden kurtulmak bizi en çok heyecanlandıran duygulardır. Tüketicilerin bütünüyle tatmin olması, yaşamsal bir tatmindir. Alışveriş yapıyorum, öyleyse varım. Alışveriş yapmak veya yapmamak, işte bütün mesele bu.
”Artık bir evimiz yok; sürekli bizden masallardaki o üç küçük domuz gibi, tekrar tekrar evler inşa etmemizi veya sümüklüböcekler gibi evimizi sırtımızda taşımamız isteniyor. ”
Doğan veya üretilen her şey, insanlar ve insan olmayanlar vazgeçilebilir şeyler olup ikinci bir emre kadar varlıklarını sürdürürler.
Bugün yararlı ve zaruri görülen nesneler genelde, yerleşecek ve ihtiyaçlara yahut alışkanlıklara dönüşecek fırsatı dahi bulamadan ”tarih olmakta ”dırlar.
Akışkan modern dünyanın sakinleri, bırakın sonsuza kadar yaşamayo, dünyada hiçbir şeyin uzun ömürlü olmadığını hemen fark edeceklerdir.
Eğer premodern hayat, fani ömür hariç sonsuza dek varlığını sürdüren her şeyin her gün tekrarlanmasından ibaret olmuşsa, akışkan modern hayat da her gün evresel geçiciliğin ve faniliğin tekrar edilmesidir.
Mastrocola, 1 milyon insanın kendisini öğretime adadığı okul eğitimini, öğrencilerin tek yapması gereken şeyin yığınla düşünceyi yutup bunları tükürmek olduğu bir askerî hapishane olarak görüyor.
“Normallik” çoğunluk yerine kullanılan ve ideolojik işlemden geçmiş bir addır.
Neticede her şey düzenle alakalıdır. Düzen çoğunluğa göre biçimlenir. Dolayısıyla görece az sayıda olup çoğunluğa itaat etmek istemeyen azınlıkları “kenar sapmalar” şeklinde değersizleştirmek kolaydır. Bu sayede onları bulmak, tespit etmek, etkisiz hale getirmek ve boyun eğdirmek de kolaydır. “Anormalliğin kenarı”nı seçmek, damgalamak ve ayıklamak, düzen inşasına eşlik eden zorunlu bir unsur olup, düzenin devamlılığı için kaçınılmaz bir maliyettir.
Bu çirkin, rahatsız edici ve sindirilmesi zor bir gerçektir fakat her şeye rağmen gerçektir.
Okul çocukları arasındaki “toplumsal karışım”, “iyi” okulların burjuvalaşmasıyla sıradan okulların proleterleşmesi sonucunda her yerde gerilemektedir.
Sözde ilimden güç alıp bilginin yönlendiriciliğiyle hareket eden ekonomisi ve eğitimin ön ayak olduğu ekonomik başarılarıyla övünen toplumumuzda, sanki artık bilgi başarıyı garanti etmezken, eğitim de gerekli bilgiyi sunmamaktadır.
Toplumda eğitim yoluyla yükselme, yıllarca insani koşullar ve beklentilerdeki çıplak, açık saçık eşitsizlikleri kapatan bir incir yaprağı oldu. Akademik kazanımlar cömert toplumsal ödüllerle birlikte geldiği sürece, tek suçlanacak insanlar öfkelerine ve gazaplarına hedef olacak kişiler toplumsal merdivenin basamaklarını tırmanmakta başarısız olanlardı. Neticede(eğitimin vaatlerinde söylendiği gibi) daha iyi yerler daha sıkı çalışan insanlara ayrılmıştır ve talih gayretli ve alınteri dökmüş insanlara gülmüştür. Eğer hep kötü talihli olmuşsanız, öğrenme ve çalışma gayretiniz belli ki olması gerektiği kadar büyük değildir. Kalıcılaşmış ve sürekli büyüyen eşitsizlik için öne sürülen bu özrün içi günümüzde iyice boşalmıştır.
Sartre’ın dediği gibi, bizi biz yapan başkalarının bizi nasıl anlamlandırdığı değil, başkalarının bizi anlamlandırdığı şeyle ne yaptığımızdır.
”Gerçekte size anlattığım şey şu: Mutlu olmanın, basitçe nefret dolu yolları vardır. ”
Hepimizin, gerek devletlerin gerekse yurttaşların krizden kurtulmak için ne yapmamız gerektiğini bildiğimizi fakat iş bunu yapmaya istekli olmaya geldiğindeyse durumun hiç de kolay olmadığını söylemişti. Nitekim bu adımı atmaya niyetli değiliz çünkü yaşamımızı değiştirmek için yaşam tarzımızı da değiştirmemiz gerekecek ve bu genelde kendimizin yaptığı bir şeyden ziyade, başkalarından yapmalarını istediğimiz şeydir.
Başka bir ülkeye göçen insanlar artık oranın yerlileri gibi olmak istemiyorlar. Yerlilerin de onları asimile etme arzusu yok artık.
Girişkenlikle birlikte bir miktar şansla milyonere dönüşen o ayakkabı boyayan çocuğun “yoksulluktan zenginliğe” yükselme efsanesinden, aynı efsanenin “yenilendiği ve geliştiği” fakat boyacılığın yerini mesajları yoğurup biçimlendirmenin aldığı versiyonuna geçerek tam bir çember çizmedik mi?
Bu döngü içinde, evrensel, yaşamı iyileştiren bir eğitimle fırsatları arttırma vaadi yitip gidiverdi…
Kendilerinden geçmişte herkesin diline düşmüş şeyleri, hiç teşvik edilmeseler de hatırlamaları beklenen tek grup, televizyonlardaki bilgi yarışmalarına katılan kişilerdir. Fakat kimsenin bugün herkesin diline düşmüş şeylerin uzağında kalması, buna izin verilmek şöyle dursun beklenilmez bile.
Robert Louis Stevenson’un hafızalara kazınan, “umutla yolculuk etmek gideceğin yere varmaktan daha iyidir” hükmü, şu akışkan hale gelmiş modern dünyamızda hiç bu kadar doğru bir tını kazanmamıştı.
Akışkan modern kültür artık tarihçilerin ve etnografların kayıtlarına düşenler gibi, öğrenim ve birkimin kültürleri gibi değildir. Aksine bağların koptuğu, süreksizliğin yerleştiği ve her şeyin unutulduğu bir kültüre benzemektedir.
“Bilgi toplumu bilgiyi düzenli raflarda sıralamak yerine, az çok birbirine rastgele şekillerde bağlanmış, bağlamından kopuk bir yığın işaret sunar…”
Farklı bir deyişle, hep artan miktarda bilgi sürekli artan bir hızla dağıtıldığında, anlatılar, sıralamalar ve gelişimsel dizilimler yaratmak gittikçe zorlaşır. Parçaların hegemonya kurma tehlikesi vardır. Bunun bilgiyle, çalışmayla ve en geniş anlamıyla yaşam tarzıyla kurduğumuz ilişkiler açısından önemli sonuçları vardır.
“Bilgi toplumunda sahip olması elzem becerilerden biri, insanın kendisini, sunulan bilgiler arasında duymak istemediği %99,99’luk kısma karşı koruma yetisidir.”
Televizyon izlemek neticede zorunlu değildir ve kapatınca ceza almazsınız.
“Kültürümüz yeniliğe, yani nesnelerin o sembolik yönüne duyduğu bitmek bilmez iştah üzerine inşa edilmiştir.” Bize zorla öğretilen ve şimdiden içimizde derin kökler salmış bu iştah sebebiyle, kendimizi sürekli bencil ve maddiyatçı bir şekilde davranmaya hazır ve istekli halde buluruz. Bu davranış tarzı mevcut ekonomimizi, yani tüketim ekonomisini hayatta tutan vazgeçilmez unsurdur. Satın almaya ve harcamaya kışkırtılır, zorlanır veya ikna ediliriz. Elimizdekileri harcamaya, sahip olmadığımız ama gelecekte kazanmayı umduğumuz şeyleri harcamaya itiliriz. Bu köklü bir dönüşümden geçmediği sürece, piyasanın buyruklarından etkin bir şekilde kopup kurtulma ihtimali düşüktür. Karşısında aşılması zor engeller vardır.
Dünyanın çivisi çıkmışsa ve aileler çocuklarına göstermedikleri ilgi ve şefkati üst kalite şeyler alarak telafi ediyorlarsa, internette birden çok şeyle uğraşmak için kendileri bile tek başlarına durup düşünmeye zaman ayırmaz olmuşlarsa, sevginin zamana, şefkate ve esnekliğe ihtiyaç duyduğunu anlamak yerine, her gün bir çiçek gibi biraz sulayıp bakmak yerine beraberliklerini sona erdirmeyi seçiyorlarsa, yetişkinler sadece araçsal akla bel bağlıyorlarsa ve eleştirel düşünme kapasitelerini artık kaybetmişlerse… soludukları havanın ahlaken kirlendiği düşünüldüğünde ve etrafında gördükleri onca örnekle, çocuklar ve öğrenciler bunu nasıl yapabilecekler?
Dünyanın çivisi çıkmışsa ve aileler çocuklarına göstermedikleri ilgi ve şefkati üst kalite şeyler alarak telafi ediyorlarsa, internette birden çok şeyle uğraşmak için kendileri bile tek başlarına durup düşünmeye zaman ayırmaz olmuşlarsa, sevginin zamana, şefkate ve esnekliğe ihtiyaç duyduğunu anlamak yerine, her gün bir çiçek gibi biraz sulayıp bakmak yerine beraberliklerini sona erdirmeyi seçiyorlarsa, yetişkinler sadece araçsal akla bel bağlıyorlarsa ve eleştirel düşünme kapasitelerini artık kaybetmişlerse… soludukları havanın ahlaken kirlendiği düşünüldüğünde ve etrafında gördükleri onca örnekle, çocuklar ve öğrenciler bunu nasıl yapabilecekler?
Eğitimin hiç değişmeyen hedeflerinden biri, gençlerin girmek üzere olduğu gerçekliğe uygun bir yaşam için hazırlanması olmuştur. Bu bugün de böyle olup gelecekte de böyle olacaktır. Hazır olmaları için yönlendirilmeleri gerekir. T.De Mauro’nun sözleriyle “pratik, somut ve hemen hayata geçirilebilir bilgiler”e ihtiyaçları vardır. Ve “pratik” olabilmek için, kaliteli bir öğrenimin zihni kapanmaya değil açılmaya teşvik edip kışkırtması gerekir.
Bugün 333 milyon Avrupalı yaşamaktadır fakat mevcut ortalama doğum oranlarıyla(ki Avrupa’nın tümünde giderek düşmekte) bu rakam sonraki kırk yıl içinde 242 milyona düşecektir. Bu boşluğun dolması için, en azından 30 milyon yeni insana ihtiyaç var. Aksi takdirde Avrupa’mızın ekonomisi el üstünde tutulan yaşam standartlarımızla birlikte çökecek. “Göçmenler birer değerdir, tehlike değil” demektedir D’Alema.
Bununla birlikte zenginleşmeyi, kültürel kimliğin yitirilmesinden ayıran sadece incecik bir çizgi var.
Hızla yaşlanan Avrupa’da göçmenler cankurtaran rolü mü oynayacak yoksa iktidarın tahriki ve desteğiyle yükselen yabancı düşmanı hassasiyetler oya mı dönüştürülecek?
Günümüzün kentlerinde yaşananlara gösterilen iki karşıt tepki var: Miksofobi, yani tipik olarak yabancıların arasına düşme korkusu ve miksofili, yani farklı ve uyarıcı bir çevrede olmanın hazzı.
Modern tarihte belki ilk kez, insanlar arasındaki farklılıklarla, kalıcı olabilecek evrensel bir modelin olmadığını fark ediyoruz. Yabancılarla yaşamak, ötekine maruz kalmak hiç de yeni bir şey değildir dakat geçmişte “yabancı” olanların er yada geç “farklılıklar”ını kaybedeceklerine ve aslında ‘bizim’ değerlerimiz olan o evrensel değerleri kabul etmeleriyle asimile olacaklarına inanılıyordu. Fakat günümüzde bu değişti: Başka bir ülkeye göçen insanlar artık oranın yerlileri gibi olmak istemiyorlar. Yerlilerin de onları asimile etme arzusu yok artık.
Mevzu artık hoşgörülü olma meselesi değil çünkü hoşgörü ayrımcılığın başka bir sureti. Esas zorluk daha da üst bir düzlemde, yani dayanışma hissinin yaratılmasında.
Körlerden oluşan bir toplumda, tek gözlü adam kral olur mu?
Kaliteli bir öğrenimin zihni kapamaya değil açılmaya teşvik edip kışkırtması gerekir.
Bizi biz yapan başkalarının bizi nasıl anlamlandırdığı değil, başkalarının bizi anlamlandırdığı şeyle ne yaptığımızdır.
Bizi biz yapan başkalarının bizi nasıl anlamlandırdığı değil, başkalarının bizi anlamlandırdığı şeyle ne yaptığımızdır.
Tüketimci ayartılara boyun eğmek, gönüllü bir kölenin davranışıdır.
bizi biz yapan başkalarının bizi nasıl anlamlandırdığı değil, başkalarının bizi anlamlandırdığı şeyle ne yaptığımızdır.
Dünyayı değiştirmek istiyorsanız ilk bilmeniz gereken şey, insanların hangi şarkıları söylemeye hazır olduğunu öğrenmektir.
Her şeyden feragat edenlerin mütevazı hayatlarını romantikleştirmek, daima varlıklı ve konforlu kesimlerin ideolojisi olmuştur.
Aşırılık ve savurganlık tüketim ekonomisinin en yaygın temel felaketleridir.
Aynı yerde kalabilmek için elinden geldiğince koşman gerek.
Umutla yolculuk etmek gideceğin yere varmaktan daha iyidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir