Maksim Gorki kitaplarından Edebiyat Yaşamım kitap alıntıları sizlerle…
Edebiyat Yaşamım Kitap Alıntıları
Başka bir şey istemem,
Dünyada senden başka
Dünyada senden başka
Her kitap, önümde yepyeni ve yabancısı olduğum bir dünyaya açılan bir pencereymiş gibi geldi bana
Sevgilisini “hırsız, ayyaş ve serseri ama çok iyi bir çocuk,” diye tanımlayan on yedi yaşındaki bir kıza mektup yazacağım şimdi. Daha önce yazdığım bir mektupla bunun nasıl olduğunu sormuştum. Bugün gelen mektuptaki yanıtı şöyle: “Kötü insanlarda bazen bütün kötü yönlerini silecek kadar büyük ve iyi bir şeyler oluyor. İnsan ister istemez her şeyi hoşgörüyor.” İşte on yedi yaşındaki bir kızın akıllılığı.
Tolstoy’dan önce hiç kimse, şu sözleri söylemedi: “Aklın fazlası zararlıdır; bilinçlilik, insanın başına gelebilecek ve ahlâkını bozacak en büyük kötülüktür.”
Az sonra bu dünyadan gidecek olan biz büyükler, çocuklarımıza çok kötü bir miras ve üzüntülerle dolu bir yaşam bırakacağız.
Biz insanoğulları, Tanrımızı iyi ve kötü günlerimiz için yarattık; çevremizdeki dünyada Tanrı değil, bizim kadar karayazgılı insanlar görmekteyiz..
Yeryüzünde, insandan daha iyi hiçbir şeyin olmadığına bütün benliğimle inanıyorum, ve -Demokritos’un tümcesini kendi düşünceme göre değiştirerek- yalnız ve yalnız insanın gerçekten varolduğunu, ve gerisinin yalnızca birer görüş olmaktan öte gitmediğini bile söylüyorum.
Büyük bir kitap bile sözcüklerin ölü ve karanlık bir gölgesi ve hakikatin küçük bir ipucu olmaktan öte gidemez; oysa insan, yaşayan tanrıyı içinde biriktiren koca bir havuz değil mi?
Evlilik iyi şeydir, yeter ki kadın tahtadan ve bir radikal olmasın.
‘Güzellik, güzellik,’ deyip durursun. Güzellik nedir peki? En üstün ve en kusursuz şeye güzel denir, değil mi, o da Tanrıdır işte.
Her zaman için sevmeye hazırsın ama seçmesini bilmiyorsun. Önemsiz şeylere harcıyorsun çabanı.
Hiç okumuyorsun Suler. Yazık ediyorsun. O kadar kendine güvenmemelisin. Öte yanda Gorki çok okuyor. Bak bu da doğru değil -kendine güvenin tam olmadığını gösterir bu. Ben, çok fazla yazıyorum; bu da doğru değil, çünkü kendimi bir şey sanıyorum, önümdeki günler azaldıkça, herkesin benim gibi düşünmesini sağlamak için karşı durulmaz bir istek duyuyorum.
Gövde, ruhun iyi eğitilmiş bir köpeğidir; ruh ne derse onu yapar. Böyle olmalı. Oysa halimize bak! Gövde huzursuz, isyan ediyor ve ruh, acınası bir çaresizlik içinde onu izliyor.
Kahramanlar birer yalandır, uydurmadır, insanlardan, halktan başka gerçek yoktur – bunu bilir bunu söylerim!
Yazarlar arasında güçlük çekeceksin, ama hiçbir şey seni korkutmasın, düşündüğünü söylemekten çekinme. Acı da olsa, kaba da kaçsa sözünü sakınma. Arif olanlar anlayacaktır.
Gogol Dickens’ı okumamıştır bile. Ama sen gerçekten çok okumuşsun -dikkatli ol- çok okumak tehlikeli olabilir.
Adımımı mezara attığım gün kadınlara ilişkin hakikati söyleyeceğim size. Sonra tabutuma girip kapağın altına saklanıvereceğim – yakalayabilene aşkolsun!
İyi günler, biliyorum, günler bana göre pek iyi değil, senin içinse anlamsız, ama gene de böyle söylemek gerek, iyi günler!
“’Biliyorum,’ dediğimizde ne anlatmak istiyoruz? Ben, Tolstoy adında bir yazar olduğumu, bir karım, çocuklarım, ağarmış saçlarım, çirkin bir yüzüm, bir sakalım olduğunu biliyorum – bunlar da pasaportumda yazılı şeyler. Ama pasaportlara ruhları yazmıyorlar. Ruhum üzerine bildiğim tek şey, onun Tanrıya yakın olmak istediğidir. Peki ama Tanrı ne? Ruhumun bir parçası olduğu bir bütündür Tanrı. Başka bir şey değil. Düşünmeyi öğrenmiş olan kişiler bunu inanılması güç bir olgu olarak görürler, ama Tanrının varlığında yaşamak yalnız inançla sağlanır. Tertullian’ın söylediği gibi, ‘Düşünce kötülük doğurur’!”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Her şeyden önce ve en çok kendin için kendine iyi bak; ancak o vakit başkalarına yararlı olabilirsin.
“İnsanın budalalığında çok dokunaklı, çok tatlı, garip bir incelik var, biliyor musunuz Yeter ki budalalık, kötülük doğurmasın. Çok tatlı, çok.”
“Dickens çok akıllıca bir söz söylemiş: ‘İnsan, yaşamını sürdürmek için savaşım yürüttüğü sürece yaşar.’ Genelde duygulu, çenesi düşük bir yazardı, pek akıllı sayılmazdı. Ama romanlarının kurgusu, yapısı konusunda herkesten, örneğin Balzac’tan kuşkusuz çok daha iyiydi. Biri şöyle demiş: ‘Pek çok kişide yazma tutkusu vardır, ama yazdıklarından utanan azdır.’ Balzac utanmazdı örneğin, Dickens da öyle; ikisinin de pek çok kötü yapıtı var oysa. Bununla birlikte Balzac bir dahidir, yani, demek istiyorum ki, dahi denebilecek tek yazar odur…”
“Senin aklını anlayamıyorum. Çok karışık bir kafa seninki, ama yüreğin çok akıllı Evet, akıllı bir yüreğin var.”
“Din adamlarının kullandığı sözler son derece saçma -örneğin şu sözlerin ne anlamı olabilir: ‘Dünya ve dünyadaki her şey tanrınındır.’ İncil’le, kutsal kitaplarla hiçbir ilgisi yok bu sözlerin. Popüler-bilimsel materyalizmin izlerini taşıyor ”
“Dostoyevski, deli roman kahramanlarından birini, inanmadığı şeyleri yapan, inanmadığı bir amaca hizmet ettiği için yaşamı boyunca kendisini ve başkalarını cezalandıran bir kişi olarak betimlemiş. Burda anlattığı kendisiydi, ya da daha doğrusu aynı sözleri kendisi için de kolayca söyleyebilirdi.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Kadın yapısal açıdan erkekten daha içtenliklidir, ama düşünceleri sahtedir. Yalan söylediğinde kendisine inanmaz, oysa Rousseau söylediği yalanlara inanmıştı.”
“Zaman gelir, erkek kadına gereğinden çok şey söyler. Sonra söylediklerini unutur, ama kadın unutmaz. Belki de kıskançlık, aşağılık duygusundan kaynaklanmakta, hor görülme, gülünç olma korkusundan doğmaktadır. Erkeğin şeyini eline geçiren kadın değil, ruhunu eline geçiren kadın tehlikelidir.”
Bugün, bademlikte yürürken, Çehov’a şunu sordu:
«Gençliğinde çok zamparalık ettin mi?»
Anton Pavloviç, koyunsu bir gülüş gülümsedi, sakalıyla oynayarak bir şeyler mırıldandı. Tolstoy da, denize bakarak, «Ben de az değildim » dedi ona.
«Gençliğinde çok zamparalık ettin mi?»
Anton Pavloviç, koyunsu bir gülüş gülümsedi, sakalıyla oynayarak bir şeyler mırıldandı. Tolstoy da, denize bakarak, «Ben de az değildim » dedi ona.
Yusupov Parkı’nda yürüyorduk. Moskova soylularının ahlâk anlayışı üzerine konuştuk. Çok önemli şeyler söyledi, güzel konuştu. Etli butlu bir Rus kadını iki büklüm olmuş, bir çiçek tarlasında çalışıyordu. Fil ayağını andıran bacakları görünüyor, iri göğüsleri sallanıp duruyordu. Lev Nikolayeviç ona dikkatle baktı.
“Bütün o saltanat ve gösterişli yaşantıyı destekleyen, olası kılan, bu gördüğün heykel gibi gövdelerdir işte,” dedi.
“Bütün o saltanat ve gösterişli yaşantıyı destekleyen, olası kılan, bu gördüğün heykel gibi gövdelerdir işte,” dedi.
Okumak üzere bana verdiği günlüğünde çok garip bir söz gördüm, şaşırdım: -Tanrı dileğimdir.
Bugün defteri geri verirken bu sözün anlamını sordum ona. “Tamamlanmamış bir düşünce,” dedi. Sayfaya bakarken kaşlarını çattı, gözlerini kıstı. “Belki de şunu demek istemişimdir: Tanrının ne olduğunu anlamak dileğimdir Yok yok, öyle değil…”
Bugün defteri geri verirken bu sözün anlamını sordum ona. “Tamamlanmamış bir düşünce,” dedi. Sayfaya bakarken kaşlarını çattı, gözlerini kıstı. “Belki de şunu demek istemişimdir: Tanrının ne olduğunu anlamak dileğimdir Yok yok, öyle değil…”
Kimsenin etkisinde kalmayacaksın, kimseden de korkmayacaksın O vakit başarılı olursun…
“Gerçek bilgelik, kısa ve öz konuşmayı gerektirir zaten. Örneğin ‘Tanrı bize acı.’”
Lev Nikolayeviç bir balık olsaydı, okyanusta yaşardı mutlaka; iç denizlerde yüzmezdi hiç, hele ırmaklarda hiç dolaşmazdı.
Romantizm, hakikatin gözünün içine bakma korkusudur..
Azınlık, başka her şeyi olduğu için, çoğunluksa hiçbir şeyi olmadığı için Tanrı gereksinimi duyar.
Aydın diye nitelenebilecek bir kimse varsa, o da Galiçya Prensi Vladimirko’dur. Taa on ikinci yüzyılda, şu sözleri söyleme yürekliliğini göstermiştir çünkü: ‘Mucizeler çağı geçmiştir.’ O günden bu güne, tam altı yüz yıl geçti, daha hâlâ aydınlar, ‘Mucize yok,’ deyip duruyor. Oysa insanlar, tıpkı on ikinci yüzyılda inandıkları gibi inanıyorlar mucizelere…
Bir Alman prensi, ‘köleleriniz olsun istiyorsanız, elinizden geldiğince çok müzik bestelemelisiniz,’ demiş. Doğru söylemiş. Yerinde bir düşünce, doğru bir saptama. Müzik, aklı körletiyor. Bunu Katolikler kadar iyi anlayan yok.
Özgürlük, herkesin bana uyması, her şeyin bana uygun olması demek olsaydı, biz yokolurduk: Çünkü biz, yalnız çelişkiler ve karşıtlıklar içinde kendi varlığımızın bilincine varabiliriz…
İsa, özgürdü. Buda da öyle. İkisi de dünyanın günahlarını yüklendiler, kendi istekleriyle dünyasal yaşamın hapisanesine girdiler. Ve hiç kimse de daha fazlasını yapamadı, hiç kimse! Sen ben, ne yaptık ki? Hepimiz, komşularımıza karşı olan görevlerimizi yerine getirmeme özgürlüğünü arıyoruz: oysa insanı insan yapan görev duygusu, sorumluluk duygusudur, bu olmasaydı, hayvanlar gibi yaşardık…
O anladığın anlamda özgür olsaydın, seni yaşama, insanoğluna bağlayan bir bağ olur muydu? Bak kuşlar özgür, ama yuva yapıyorlar. Sen yuva da yapmazdın. Kızgın bir kedi gibi önüne gelene saldırır, cinsel güdülerini doyururdun. Bir an için ciddi düşün, görecek ve anlayacaksın ki, senin dediğin anlamda özgürlük, derin bir boşluk, sonsuz bir uzay gibidir, anlamsızdır, anlamsız!
İnsan, Evrenin eksenidir.
Ya eksikleri, kusurları? diye soracaksınız.
Hepimiz, insanları sevme açlığıyla doluyuz, ve insan açken, hamur ekmek bile tatlı gelir.
Ya eksikleri, kusurları? diye soracaksınız.
Hepimiz, insanları sevme açlığıyla doluyuz, ve insan açken, hamur ekmek bile tatlı gelir.
Sevme yeteneğine sahip olan kimse, her şeyi yapma yeteneğine sahiptir..
Ruslar, çalışmaya hayrandır, ama ona inanmazlar. Hareketli bir yazar, örneğin bir Jack London, Rusya’da çıkamazdı.
İhtiyar A. S. Suvorin’e yazdığı bir mektupta, Çehov şöyle diyor:
“Yaşamın sevinçlerini yok edip, soğukluk, duygusuzluk ve cansızlık yaratan sıkıcı ve düz yaşam savaşımından daha boğucu, daha renksiz bir şey olmaz.”
“Yaşamın sevinçlerini yok edip, soğukluk, duygusuzluk ve cansızlık yaratan sıkıcı ve düz yaşam savaşımından daha boğucu, daha renksiz bir şey olmaz.”
Biz, düş kurmaktan başka bir şey yapmazsak, yaşamı kim görkemli kılacak?
Çehov, kabalığın, yabanıllığın acımasız yargıcıydı.
Hiç konuşmadan eve doğru yürüdük. Sıcak, güneşli bir gündü. Güneşin canlı ışınları altında parıldayan dalgaların sesi duyuluyordu. Vadide bir köpek, duyduğu büyük bir mutluluğu havlıyordu. Çehov kolumdan tuttu, ve iki sözcükte bir öksüre öksüre şunları söyledi:
“Çok acıklı ve onur kırıcı ama doğru bir şey söyleyeyim mi sana -köpeklerin yerinde olmak isteyen insanlar var…
“Çok acıklı ve onur kırıcı ama doğru bir şey söyleyeyim mi sana -köpeklerin yerinde olmak isteyen insanlar var…
Bütün yabanıl otlar zararlı ya da yararsız değildir, pek çok hastalığı iyi eden ilaçlar bu otlardan yapılır. Ne var ki dar görüşlülük, yalnızca çok kötü zehirler salıyor.
Öz-eleştiriye gereksinim var yoldaşlar.
Ruhbilimsel açıdan «lidercilik», bireyciliğin güçsüzlüğünden, güncelliğini yitirmişliğinden ve yoksulluğundan kaynaklanır.
Bilinç, bütün kesimlerde var ama görünmüyor; parlak ve canlı bir aleve dönüşmemiş henüz. Ancak, hiçbir şey, belli bir sıcaklığa varmadan parlayamaz.
Düşmanın güçlerini, olduğundan küçük görmek aptallık, hatta bir suçtur.
Dostoyevski’nin dehası tartışılmaz, yalnız betimleme yeteneğinin gücü, Shakespeare’inkine eşitti.
“İnsanoğlu doğası gereği despottur, “insanoğlu işkence görmeye bayılır , “insanoğlu işkence etmeye bayılır , “insan, acı çekmeye tutkundur , “insan yaşamın anlamını ve kendi öz mutluluğunu kendi istemlerinde, engellemesiz hareket özgürlüğü içinde bulur”, “insan iradesi onun en büyük avantajıdır”, ve “bırakın dünya batsın, ama şu çayımı içeyim” gibi Dostoyevski’ci fikirler, kapitalizmin her alanda desteklediği ve haklı çıkardığı fikirlerdi.
Dostoyevski’ye, hakikatin arayıcısı rolü yakıştırıldı. Eğer böyle bir şey aradıysa, bunu, insanın hayvansı dürtülerinde buldu.
Fikirleri, faşizmin insanlıkdışı öğreti ve eylemlerine temellik eden Nietzsche’nin de kabul ettiği üzere, Dostoyevski’nin etkisi özellikle büyük olmuştur. Dostoyevski, Yeraltından Notlar adlı yapıtının başkişisinde, yozlaşmış benmerkezci tipin en güçlü yazınsal portresini çizmiştir.
Kilise köleyi yazgısına razı etme ve zihnine egemen olma çabasıyla, sabırlı ve uysal insan örnekleri ve «İnsanın bağışı için» «kurban» örnekleri yaratarak, köleyi avuttu. Kilise ayrıca, keşişler üreterek kiliseye yararı olmayanları çöllere, ormanlara ve manastırlara sürdü.
İnsan, kendisini nice karmaşık bir yapı içinde görürse görsün, saptadığını sandığı soyut yapı ne olursa olsun, gezegenler gibi bir uzay birimi değil, toplum birimi olma durumunu korudu.
Eski çağlarda bile, insan havada uçmayı düşledi; bu olgu da Phaethon, Deadalus ve oğlu Ikarus efsaneleriyle, “uçan halı” masalıyla doğrulanıyor.
Teknolojik yenilikleri, burjuvazinin hemen kabullendiği tek bir alan vardır, o da insanların yok edilmesinde kullanılan silahların üretimi alanıdır.
Teknik ve bilimsel buluşların tarihi, burjuvazinin, tekniklerin gelişmesine bile karşı çıktığını, direndiğini gösteren olgularla doludur.
Köylüler ve işçiler, eğitim görme hakkından yoksun bırakılmış, akıllarını geliştirmelerine, yaşamı tanımlayıp çözümlemelerine, değiştirmelerine ve çalışma koşullarını geliştirmelerine olanak verilmemiştir. Okul eğitimi, kapitalist düzenin sürekli olacağına ve yasallığına inanan söz dinler kapitalizm uşaklarının iş anlayışına uygun olarak yönetilmiştir.
Kapitalist kültür, burjuvazinin, dünyaya, insanlara, yeryüzündeki hazinelere ve doğanın güçlerine bedensel ve ruhsal açıdan egemen olma ve bu egemenliği yayma amacına yönelik bir yöntemler sisteminden başka bir şey değildir.
Düşünsel yoksullaşmanın nedeni her zaman gerçek yaşam olaylarının gerçek anlamını kavramaktan kaçmak, yani, ya yaşamdan korkulduğu için, ya bencilce bir rahat bırakılma isteği yüzünden ya da kapitalist devletin iğrenç anarşizminin yol açtığı toplumsal umursamazlıktan ötürü, yaşamın kendisinden kaçmaktır.
On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru, Fransız Devrimi’nin arefesinde, burjuvazi, önceki düşmanını yendikten ve yeni düşmanı proletaryanın korkusunu duymaya başladıktan sonra, hemen idealist felsefeye döndü ve kendini kilisenin kucağına attı.
Köle sahibinin gücü ve güç-sevgisi arttıkça, tanrılar cennete yükseldi ve kitleler arasında din ayrılıkları başgösterdi.
Gene unutulmamalıdır ki, ilkel insanın donanımsız imgelemi, bir gün havada uçacağını, suda yaşayacağını, soluk kesen bir hızla karada hareket edebileceğini, ve maddeyi değiştirebileceğini, vb. öngördü.
Çocuklara, özel mülkiyetin başlangıcını ve o mülkiyetin bugün, insanın gelişmesinde nasıl en büyük engeli oluşturduğunu anlatan kitaplar vermek, özellikle önemlidir.
Kökleri gerçeklikte olmayan hiçbir düş yoktur.
Korku, bir toplulukta ürkü yaratabilir, ama ürkü uzun sürmez, ya da topluluğun biyoloiik enerjisinin azalmasına yol açmaz. Volkan patlamaları, yer sarsıntıları ya da arada bir gelen seller, su baskınları hiçbir vakit insan topluluklarının göçmesine neden olmamıştır. Vedaizm ve Budizm, inançların en kötümseridir ama bu, Hintlilerin yaşamasını ve çoğalmasını engellememiştir. Schopenhauer ve Hartmann’ın Hint-Alman felsefesi intiharların sayısını burjuva toplumunda bile görünür biçimde çoğaltmamıştır.
Kuşun yuvasını örerken gagasını kullanması olayı, iğne fikrine kaynaklık etmiş olabilir; yumurta kabuğu, kayığın prototipi olmuş olabilir; örümcek ağı, kumaş ve bezlerin dokunmasına örneklik etmiş olabilir. Tarla farelerinin ve kuşların tahıl yemelerinin gözlemlenmesiyle, tahılların yiyecek olarak kullanılmasına başlanmış olunabilir.
insanoğlunun trajik yaşamının ve çektiği acıların temel nedeninin, yetenekli ellerle yetenekli kafalar arasındaki boşluk olduğunu yalnız Marx gösterdi.
“Yaşamın aynası!” Ayna, her evde bulunan, insanların ona bakarak saçlarını kendi yüzlerine uyacak biçimde taradığı, burun ya da yanaklardaki sivilceleri, kırışıklıkları incelediği ya da yüzlerini gözlerini düzelttiği bir aygıttır.
İyi bir kitap okuru olarak, çevremde kitap okuyan kişileri inceledim, onlarla konuştum; amacım, insanların kitaptan ne beklediğini, bir kitapta her şeyden çok ne bulmayı umduklarını anlamaktı. Bu da kolay değildi, çünkü “beğeniler” hızla değişiyor ve her okur, bir kitabı kendine göre yorumluyor, kendi beğenileriyle ölçüyordu.