İçeriğe geç

Dur Bir Mola Ver Kitap Alıntıları – Tom Robbins

Tom Robbins kitaplarından Dur Bir Mola Ver kitap alıntıları sizlerle…

Dur Bir Mola Ver Kitap Alıntıları

“İnsanoğlunun kaderi midir: Hakikate en çok yaklaştığı anları bir yalan özlemiyle geçirmek?”
“Gerçek cesaret, onsuz yapamayacağın bir şeyi tehlikeye atmayı göze almaktır, gerçek cesaret insanı düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye, değişimin gerçeklerine katlanmaya ve bilincini genişletmeye zorlayacak bir şeydir. Gerçek cesaret, insanın basmakalıp inançlarını tehlikeye atmayı göze almasıdır.”
“Benim saygı duyduğum tek otorite, kelebeklerin sonbaharda güneye, baharda kuzeye uçmalarını sağlayandır.”
“Seni yanlış sınıflandırdıysam özür dilerim” dedi Marx. “Aslında seni herhangi bir biçimde sınıflandırdığım için özür dilerim zaten.”
Garip şahıs diye bir şey yoktur. Sadece kimi insanlar diğerlerinden daha fazla anlaşılmayı gerektirir o kadar.
Garip şahıs diye bir şey yoktur. Sadece kimi insanlar diğerlerinden daha fazla anlaşılmayı gerektirir o kadar.
Kendi düzenimi yaratmalıyım aksi takdirde diğer insanların yarattığı düzenlerin kölesi olurum.
Tüm evren, ritimlerden kurulu bir karmaşa diyerek düşüncelere daldı Amanda. Her birimiz kendi bedensel ritimlerimizi kozmosun ritimleriyle özdeşleştirmek gibi bir ihtiyaç duyuyoruz. Deniz en büyük ritim ustası. Rüzgârda savrulan tohum tanecikleri, yörüngede dönen atomlar da ritmik. Kaslı, güçlü bir organ olan rahim, çocuğun doğmasıyla birlikte kasılır; ritmik kasılmalar, aslında, bebeğin dünyaya teşrifini sağlayan önemli teşviklerdir. Her şey ritimle başlar.
Özgürlük. Bence siz, diğer şeylerin yanı sıra, yitik bir varoluş modelini, nesneyle özne arasında, doğal olanla doğaüstü olan arasında, uyanmakla rüyalara dalmak arasında hiçbir sınırın olmadığı bütünlüklü bir yaşam tarzını yeniden yakalamaya takmışsınız kafayı. Bir şekilde yaşam ve sanatın, yaşam ve doğanın, yaşam ve dinin yeniden soydaş olmalarıyla ilgili – bir zamanlar tüm toplumların ortaklaşa yaşadıkları, ritüel, efsanevi düzeyde bir yaşam bu. Ritüellerinizin amacı, bence, insanoğlunu birtakım klişe imgelere ve tahmin edilebilir tepkilere köle etmiş, yaşantı yelpazesini acınası bir biçimde – en azından sizin görüşlerinize göre – daraltmış uzlaşımlardan kurtulmak.
İncelemeye gerçekten değer tek kütüphane DNA genetik sistemidir.

Insanoğlunun hücrelerinde zamanın başlangıcından beri gerçekleşmiş her bir enerji itkisi kayıtlıdır.

Mutluluk öğrenilen bir durum.
Öğrenildiği ve kendi kendini ürettiği için de idamesi dış koşullara bağımlı değildir.
+Amanda’cığım her ne kadar kadının yeri mutfaktır gibi eski kafalı bir inanışa sahip değilsem de bir genç kızın yemek pişirme konusunda uzmanlaşması yararlıdır. Yaptığın ekmekler berbat ne derim ben eşe dosta?
-pasta yesinler efendim
Garip şahıs diye bir şey yoktur. Sadece kimi insanlar diğerlerinden daha fazla anlaşılmayı gerektirir o kadar.
Kapitalist domuz çok yakında dünya turnesine çıkacak.
Mantık insana ancak ihtiyacı olan şeyi verir. Oysa, büyü insan ne istiyorsa onu verir.
Yaradılışımın esasına dair bir açıklamada bulunamaz mısınız bana?
Hayattaki en önemli şey üslup. Yani temelde, neticede önemli olan, kişinin varoluş üslubu, kişinin eylemlerinde görülen karakteristik tarz. İnsan kendini eylemleriyle tanımlamaktaysa eğer, o zaman üslup iki kat daha belirleyicidir ;çünkü eylemi betimleyen üsluptur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Garip şahıs diye bir şey yoktur. Sadece kimi insanlar diğerlerinden daha fazla anlaşılmayı gerektirir o kadar.
Kendimizi ne kadar topraktan uzaklaştırırsak o kadar kendimizden uzaklaşmış oluruz. Yabancılaşma toprağa bulaşmamış insanlara özgü bir hastalık.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Defter aynı olduğu sürece, yeni bir sayfa açmanın ne önemi var? Bazen defteri değiştirmek zorundasın.
Yüzünde felaket bir güzellik farkediyorum. Tıpkı doğanın felaket güzelliği gibi.
İnsanların koyduğu yasaların dışında ve doğa yasalarına göre yaşayanların açıkça bildiği o tutkulu sükünetle alev alev yüzü.
Gizem, doğanın üslubunun bir parçası, hepsi bu.
Hayatın hiç bir anlamı olmadığını söylemek, hayatın hiçbir değeri olmadığını söylemek değildir.
Önümde bir gelecek duruyor mu?
Dört ya da beş yaşımdayken annemin bana ezberlettiği kısa duayla başladı köleliğim.
Şimdi uykuya yatıyorum
Tanrım sen koru ruhumu
Uyanmadan ölürsem eğer
Tanrım yanına al ruhumu
Uyanmadan ölürsem eğer. Bu meşum dizeyi öğrenene dek bir sabah oyun oynamak üzere kalkamayacağım hiç aklıma gelmemişti. Benimle birlikte yorganın altına saklanan ölüm korkusu, genç ruhumu kararttı, yetişkin bir erkek olana dek, yıllar içinde katlanarak bir varoluş ürküntüsü bıraktı üzerimde. Minicik dizleri üzerine çöküp ölümsüzlük yakarışının tüyler ürpertici kelimelerini tekrarlarken kim bilir başka kaç Hıristiyan çocuk, yaşama ve hürriyete olan bağlılığını yitirmiştir?
Ölüm korkusu köleliğin başlangıcıdır.
Basın, mürekkep tanrılarının öfkesini yansıtacaktı.
Bu kadar baba figürü yeter artık Dünya yeterince baba figürüne sahip oldu.
Dünya halkları kötü hale gelmediler, dengelerini yitirdiler ve gerçek kimlikleri hakkında akılları karıştı.
Eski günlerde ınsanlar daha somuttu. Yani soyutlamalarla, maneviyatla fazla işleri olmazdı demek istiyorum. Bir ceset çürüdüğünde ürünlerin büyümesini sağladığını biliyorlardı. Gübrenin bitkilerin yetişmesine katkıda bulunduğunu da kendi gözleriyle görebiliyorlardı. Bitkileri yemenin büyümelerine, kendi hayatlarını sürdürmelerine yardımcı olduğunu anlamak için Adelle Davis’e ihtiyaçları yoktu. Böylelikle kan, bok ve bitkiler arasında -hayvanlar, bitkiler ve insanlar arasında- bağlayıcı ilişkiler olduğunu yaşayarak öğrendiler
Bitkilere bağlıydık. Bitkiler aleminde hiçbir şey yok olmaz. Yalnızca bulunduğu yerden kopar ve sonra geri döner. Enerji asla yok olmaz. Tohumlarımızı ektiğimiz gibi ekerdik ölülerimizi. Bir süre dinlendikten sonra, cesedin ya da tohumun enerjisi şu veya bu biçimde geri dönerdi. Ölüm daha çok hayatı doğururdu. Yeryüzünü severdik, onu severken duyacağımız sevinç ve huzur nedeniyle, geçireceğimiz güzel anlar nedeniyle. ‘Ondan arındırılmamız’ gerekmiyordu. Cennete kaçış planları kurmazdık hiç. Ölümden korkmuyorduk; çünkü doğaya -ve onun döngülerine bağlıydık. Doğaya bakıp ölümün, yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğunu gözlemliyorduk. Birtakım insanlar -başlangıçtaki Yahuda kabileleri- toprağı işlemeyi bırakıp da bitkilerin döngülerine yabançılaşınca bedenin madde olarak dirilişine duydukları inancı yitirdiler. Ölü boğalarını ve ölü koyunlarını toprağa ektiler, mezardan bir şeylerin fışkırdığını farketmediler: Ne yeni bir boğa ne de yeni bir koyun. Böylelikle korkuya kapıldılar, bitkilerden aldıkları dersi unuttular, ümütsizliğe düşüp manevi yeniden doğuş kavramını geliştirdiler.
Manevi – görünmez- varlık fikri, doğal olmayan yeni ölüm korkusunun sonucuydu. Ve Yüce Manevi Varlık fikri de doğanın işleyişine yabancılaşmanın sonucudur. İnsanoğlu, yaşamın elle tutulur, maddi süreçlerini gözlemleyemez, onlarla özdeşleşemez hale gelince, yaşamın nasıl gerçekleştiğini ve ölümün neden gerçekleştiğini anlamak için Tanrı’yı icat etmek zorunda kaldı.
.
Hayata bütünlüklü bir bakışımız vardı. Kendi ucube yöntemlerimizle güneşin, ayın ve yıldızların bile genel isleyişteki yerini anlıyorduk. Tohumların üretici faaliyetiyle hayvanların doğurma döngüleri arasında ayrım yapmıyorduk. Büyüme ve değişimin hayat içerisindeki her şey için elzem oldunuğunu gözlemliyorduk ve hayatı deştiğimize göre, sıra iç dünyamızın ihtiyaçlarını karşılamaya gelince doğal olarak dinimizi doğanın dönüşümlerine dayanırdık. Bu konuda dolaysız davrandık. Dosdoğru kaynağa gittik. Büyüme ve dönüşme gücü soyut ruhlara -gökyüzündeki büyütülmüş bir ego uzantısına- atfedilmemişti, doğanın doğurganlığında mevcuttu o güç. Bitkilerin, hayvanların üreme organlarına tapındık. Çünkü yaşam kuvveti üreme organlarındaydı.

En basit ilkel insan bile başlangıçta orgazmın olduğunu bilir. Yaşam yaşmadan üretilir, oysa diriliş -tohumların yeniden doğması, sonbaharda düşen yaprakların baharda geri dönmesi- maddeye dairdir, ruha değil. Kaba mı? Dağlara hürmet etmek, nehirleri kutsal addetmek belki de kabadır ama, insan doğal çevresini kutsal gördüğü sürece ona saygı duyacak, onu satmayacak ya da onun rezilini çıkarmayacaktır. Kaba mı? Hayatın, bir sahil kıyısındaki bir kaya girintisine sıkışmış, amonyak molekülleri içeren bir fincan dolusu deniz suyunun Güneş’ten gelen morötesi ışınlarla anarmol derecede ısınmasıyla başladığını saptamak birkaç bin yılını daha alır bilimin. Oysa biz paganlar, insanoğlunun kökenlerinin inorganik olduğunu baştan beri sezmiştik. Taşlara bile saygı duymamız bu nedendendi.

Eski günlerde, dişi arketipi temel din figürüydü. Erkeğin yaratma gücü vardı ama yaşam döngüsünün kadınlarda deveran ettiğini gözlemliyorduk: Üreme, ölüm ve yeniden doğma. Böylelikle Tanrı Ana duyarlılığını kutsadık. Tarım, ana rahmine göbek bağıyla bağlıdır. Halbuki hayvanların evcilleştirilmesi, ki daha sonra gelen bir aşamadır, daha ziyade fallik bir faliyetti: Tanrı Ana’dan uzaklaşıp Tanrı Baba’ya doğru atılan bir adımdı. Ancak uyumlu bir denge korunmaktaydı. Ve Pan bu dengenin kişileştirilmiş haliydi. Her şeyin birlik içinde olmasını sağlıyordu, güzel müziğiyle, uzun kırmızı ereksiyonuyla.
Ama sen ortaya çıkınca, yani duyduğuma göre, senin gelişin Tanrı Baba’nın Tanrı Ana’yı yenişiydi; Yahudi ruh Tanrısı’nın, eskinin beden Tanrısı’na karşı kazandığı zaferi temsil ediyormuş. Doğduğun anda attıgın çığlık, paganizmin sona erişinin, insanın doğadan nihai kopuşunun işaretiydi. Artık kültür doğaya hükmedecek, fallus rahme hükmedecek, istikrar değişime hükmedecek ve ölüm korkusu her şeye hükmedecek.
Kusura bakma İsa, senin mert ve sevgi dolu bir ruh olduğunu biliyorum. İyi niyetlisin. Ama dallarda sallandığım yerden bakınca iki bin kilometrelik bozuk bir yol görüyorum.

Pan, ormanlık yerlerin ve çayırların tanrısıydı, sürülerin ve çobanların ilahıydı. El değmemiş doğa şeyindeydi ama aynı zamanda müzik şeyindeydi. Yarı insan, yarı hayvandı
Pan, doğayla kültür, tenle ruh arasındaki birliği temsil ediyordu. Birlik, ya, Biz eski kafalılar onun gidişine işte bu nedenle çok üzüldük.
İsa, aslında yaşadığına dair hiçbir tarihsel kanıt yok. İsa, İncil-i Şerif’in çoğu Yunan efsanesi, edebi süslemeler ve reklam malzemesi.
Umudun sesi gönlümde pek fırtınalar kopartmıyor.
Fallus rahimden ayrılınca, baba anadan ayrılınca, kültür doğadan ayrılınca, ruh bedenden ayrılınca o zaman hayat dengesini yitirir, insanlar hüsrana kapılır, şiddete başvururlar.
Geçtiğimiz iki bin yıl hüsran ve şiddet doluydu.
İsa Yahudi’ydi. Yahudilik bir baba diniydi. Hıristiyanlık da baba ana dini olarak gelişti. Ancak eski din, bir ana diniydi. İki bin yıldır penis iktidarı altında yaşıyoruz.
Bir sabah karamsar bir Rus tarafından yazılmış bir hikaye okudu bana. Müminlerin zekasını sınamak isteyen bir adam hakkındaydı. Adam çileciliğin vecibelerini yerine getirmeye ve sahte derin düşünceler telaffuz etmeye başlamış. Kısa bir zaman sonra, uydurma öğretilerini vaaz ettiği binlerce mürit toplamış etrafında. Onu aziz ilan etmişler. Derken bir gün, kendisine inananlara nasıl kolayca aldandıklarını göstermek için kendilerine öğrettiği her şeyin zırva olduğunu açıklamış. İnançları olmadan yaşayamayacakları için onu taşlayarak öldürmüşler ve öğretilerine inanmaya devam etmişler.
Liderlerimizin bizim sorunlarımızı çözememeyecekleri açık. Bir kere bizi bu berbat duruma getirenler, iyisiyle de kötüsüyle de liderlerdir. Bizi bu berbat durumdan kurtaracak denli radikal bir programı ileri sürecek kadar vizyon ve cesaret sahibi değil hiçbiri.
Radikal sorunlarımız var ve radikal sorunlar, radikal çözümler gerektirir.
Otoriteyle mülkiyeti reddeden herkes benim gönlümde sevgili bir yere sahiptir.
Eğer insanlar, korku ve ölümden kurtulmak için illaki Cennet değneğini kullanacak denli zayıfsa belkide ihtiyaçları olan şey, korku ve ölümdür. Çıldırıp kendilerini sokaklara vurmaktan, birbirlerini soymaktan ve birbirlerini gebertmekten İsa yalanı sayesinde geri duracak kadar ahlaksızsalar siktirsinler efendim.
İnsanoğlu daha şimdiden ümidini yitirmekte. Yaşadığı dünya berbat bir halde ve onu kurtarma seçenekleri birer birer tükeniyor.
Thoreau bir zamanlar, ‘İnsanlar sessiz bir yeis içinde yaşıyorlar’ diye yazmıştı. Lânet olası doğru bir özet bu. İnsanların çoğu yalnız, insanların çoğu korku içinde. Dışa vurmayabilirler ama öyleler.
Otoriter, yaşam karşıtı eski usullerin sonunu hızlandırmak için elimizden geleni yapalım.
Eskiye ait birçok şeyin, tutumların ve öğretilerin tanınmaz biçimde değiştiğini ya da topyekün ortadan kalktığını göreceğiz. Şu anki başkaldırımızın kazazedelerinden biri de hiç kuşkusuz hıristiyanlık olacaktır.
Hıristiyanlık kendi kendine ölüyor. En hayati enerjileri zaten ölmüş durumda. Geniş çaplı felsefi ve psikolojik başkaldırıların söz konusu olduğu bir dönemde, çeşitli teknolojik yeniliklerin bileşkesinin yarattığı ender bir evrimsel patlama çağında yaşıyoruz.
Otorite, kendini Mesih ile -daha doğrusu Mesih üzerine kurulu Hıristiyan yalanıyla- özdeşleştirmeyi seçti.
Bir de şu aralar bütün Avrupa’da iktidar olan Hıristiyan Demokrat denen partilere bakın: Ne zaman hükümete bir Hıristiyan Demokrat parti gelse, biliyorsun ki, Vatikan bir parça toprağı daha ele geçirmiş. Hem Amerikan devlet yönetimi hem de Amerika iş dünyası – artık aralarında bir fark kaldıysa- Hıristiyan retoriğe bulanmış durumda, una bulanmış tavuk budu gibi.
Hıristiyanlık doğaya dayalı değil, politik bir modele dayalı. Ta İmparator Konstantin dönemi kadar eski bir zamanda otoriteler Hıristiyanlığı en mükemmel cephe olarak saptamıştı ve o tarihten beri zavallı İsa’yı kullanmaktalar işlerini desteklemek için, ordularını onaylamak için ve genellikle de insanları boyunduruk altına almak, güdümlemek için kullanmaktalar onu.
İnsanın yanlış bir öncülden yola çıkarsa hakikati bulamayacağını biliyorum.
İnsanoğlu, ta Filistin’deki Hıristiyan döneminin başından beri bir yalanı yaşıyor. Bu yalan, bilimimizi, felsefemizi, ekonomimizi, toplumsal kurumlarımızı ve en basit günlük varoluşumuzu; cinsel hayatımızı ve fingirdemelerimizi çarpıtmış durumda. İnsanoğlu, kolaya kaçan Hıristiyan batıl inanç tarafından uyuşturulup başka tarafa yönlendirildiği sürece, kim olduğunu ya da kozmik tablo içindeki yerinin, Tabiat Ana’nın düzenindeki yerinin ne olduğunu keşfetmek şansına sahip değil.
Ölüm kötü bir silgi işlevi görmüştü.
Bu ses, kapının üzerinde değilse de ruhlarımızda gestapo eldiveni izi bırakıyordu.
İnsanoğlunun kaderi midir: Hakikate en çok yaklaştığı anları bir yalan özlemiyle geçirmek.
Attığım her küçük entelektüel adım, Hırıstiyan doğmasından uzağa atılmış dev bir adım oldu.
Eğer (medenî değil de) somut, gerçekçi bir toplumda yaşıyor olsaydık tampon etiketlerinde ‘Aracınızı Kurallara Riayet Ederek Sürünüz’ değil, ‘Aracınızı Sevgiye Riayet Ederek Sürünüz’ yazardı.
Yasalar birer soyutlama. Yasalar ahlaklı sanat türlerinin, diğer insanlara karşı edepli davranmanın sembolü. Yasaların ahlaki içeriği yok, onlar sadece böyle bir içeriğe sahip olan davranışın sembolü. Bu sembol keşleri, nasıl yasalara saygılı olmamız gerektiği konusunda bağırıp çağırırlar hep ama, içlerinden birinin de çıkıp insan kardeşlerimize saygılı olmak konusunda bir laf ettiğini duymazsın. Birbirimize saygı duyarsak, hayvanlara saygı duyarsak ve toprağa saygı duyarsak o zaman yasalardan kurtulabilir, ahlak aracılarını kaldırabiliriz.
Ana tanrıçanın ilk örneği, doğanın şifacısı ve onarıcısı şeklindeki kadim kadın imgesi, dişi çocuğun yüreğinde erkenden kıpraşır.
Kimi insanların yutmamızı beklediği saçmalıkların sınırı yok.
Ah o çakmak çakmak gözlerin. Gözlerin benim için bilim alanında yaptığım çalışmaların bir özetiydi. Dalga fiziği deneylerini, galaksi mekaniğinde yapılan egzersizleri hatırlatıyordu bana gözlerin. Bir düzine farklı kimyasal tepkimeyi hatırlatıyordu bana gözlerin, özellikle de dikkatle denetlenmediklerinde laboratuvarı havaya uçurmayı tehdit edenleri.
Benjamin Franklin’in aksine insan zamana dikiş tutturamıyor.
Vejetaryenliği sinirime dokunmuyor artık. Karnının hayvan mezarlığı haline gelmesini istememesini anlayışla karşılıyorum. Onun karnı canlılara göre, ölülere değil.
Birkaç oda dolusu altın, gümüş, kıymetli taş ve sanat eserlerinin toplamı, diyelim, yüz milyon dolar değerinde olsa, kilisenin zenginliği düşünüldüğünde denizde kum tanesi kalır bu miktar. Vatikan’ın elinde yaklaşık yedi milyar dolar değerinde hisse senedi ve tahvil bulunuyor. Dünyanın en büyük münferit hisse senedi sahibidir Vatikan. Ayrıca milyarlarca dolar değerinde -kilise düzeyinde olduğu kadar kilise dışında da- mülkü var. Dünyanın en büyük münferit gayri menkul sahibidir Vatikan.
Görülmeye değer güzellikte şeyler görmeliyim derdi, yoksa benim yerime başkaları görür onları rüyalarında.
Kolomb gemiyle mavi okyanusu aştı ve Sears mağazasının zemin katında karaya çıktı. Asansördeki onca kızılderiliye rağmen Kolomb’un ziyareti keşif olarak bilinegeldi.
İsa Mesih’in vücudunun keşif hikayesi de bir yağma hikayesidir.
İnsan ruhunun iki önemli ve hayati arayışı didişip duruyordu içinde: Gerçek arayışı ve değer arayışı. Peşinden gittiği gerçekler neden değer açısından öylesine fakir çıkıyordu, incelediği değer sistemleri neden gerçeğin öylesine zıddıydı?
Dinle kıyaslandığında bilim, ne kadar serinkanlı, ne kadar berrak ve inandırıcıydı.
Kaldıraç ilkesini keşfeden Arşimed bir zamanlar şöyle demişti: Bana bir dayanak noktası verin dünyayı yerinden oynatayım.
Hafıza genetik bilginin zihinde tutulmasından farklı bir fenomen. Hafıza elektrik içeren bir fenomendir. İtkileri aletlerle ölçülebilir. Öte yandan, DNA genetik bilgi süreci kimyasal bir fenomen. Ne kadar sakat bir benzetme yaptığını görmek için elektrik tepkimesiyle saf kimyasal tepkime arasındaki farkı düşünmen yeterli. Gerek hafıza bankası gerekse DNA bilgi barındırır, bu doğru. Hem sizin cipin hem de benim kol saatimin çarkları, mekanik işleyişleri var. Ama kol saatime binip kasabaya gidemezsin falan filan
Özgürlüğe, gerçek özgürlüğe – insan içinde ağzına sıçayım deme ya da önderlerini eleştirme ya da seçtikleri kilisede Tanrı’ya ibadet etme öźgürlüğüne değil, dillerden, liderlerden ve tanrılardan kurtulma özgürlüğüne- ilgi duyan insanlar, içeriği değiştirmek için üslubu kullanmak durumundalar. Üslubumuz ustaca ise, akışkan ve aynı zamanda bütünlüklü ise o zaman kendimizi yeniden yaratabiliriz.
İçerik, biz onun bilinçli olarak farkına varmadan önce bile mevcuttu. Üzerinde çalışmamız gereken tek şey içerik; bu da üslubun sadece içeriģin bir ifadesi olduğu anlamına gelir.
Astrolojiye inanıyorsun, gökyüzündeki cisimlerin renk-ışık-manyetik düzeyindeki hareketlerinin, bizleri, temel kişiliklerimizi şekillendirecek denli etkilediğini iddia ediyorsun. Ben de bütün bunlar deli saçması diyorum; çünkü insan vücudundaki toplam elektrik enerjisi bir voltun iki binde biri kadardır, gezegenlerin ya da yıldızların manyetizminden etkilenemeyecek denli az bir kuvvet bu.
Benim yaptığım alt tarafı sesleri yüksek sesle tekrarlamak. Tıpkı çocukların dini kuralları ruhsuzca yüksek sesle tekrarlamaları gibi, bir nehir yatağının iniş ve çıkışlarını yüksek sesle tekrarlaması gibi, osuran bir insanın yediği nişastayı yüksek sesle tekrarlaması gibi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir