Ian Morris kitaplarından Dünyaya Neden Batı Hükmediyor kitap alıntıları sizlerle…
Dünyaya Neden Batı Hükmediyor Kitap Alıntıları
Tolstoy’un ünlü bir sözüdür: “Bütün mutlu aileler birbirlerine benzer, oysa her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine özgüdür.” İmparatorluklar da öyle. İmparatorlukların çözülüp dağılmasının sayısız nedeni vardır; kaybedilen muharebeler, hoşnutsuz valiler, denetim altında tutulamayan soylular, çaresiz köylüler, yetersiz bürokratlar. Oysa bir arada kalmanın yolu tektir: Uzlaşmak.
“Krallar kendilerini halklarının çobanları olarak betimliyordu, ama sürülerini korumaktan ziyade yünlerini kırpmakla meşguldüler. En büyük dertleri emeği denetimleri altına alıp insanları kendi inşaat projelerinde çalışmaya zorlamaktı.”
“O günlerde bir fıkra ağızdan ağza dolaşmaya başladı. Eski Sovyet liderlerini taşıyan bir tren bozkırlardan geçiyormuş. Ansızın tren durmuş. Tam beklenebileceği gibi, Stalin ayağa fırlayıp bağırmaya başlamış: “Makinisti kırbaçlayın!” Makinist kırbaçlanmış ama tren hareket etmemiş. O zaman Kruşçev emir vermiş: “Makinisti rehabilite edin!” Bu da yapılmış, trende hâlâ hareket yok. Derken Brejnev gülümseyerek önermiş: “Haydi, hepimiz tren gidiyormuş gibi yapalım.”
Hiçbir fiziksel güç kredinin gücünü hiçe sayamaz. diyor bir otorite. Bir diğerine göre, uluslararası sermaye hareketi dünya barışının en büyük garantörüdür. Bir üçüncüsü de, savaş çıkması halinde o kadar çok fazla para harcanması ve ticarete öylesine çok müdahale edilmesi gerekecektir ki savaşın eşliğinde veya akabinde kredi sektörü ve sanayi çökecektir. diye ekliyor. Bu topyekûn tükenme ve yoksullaşma, sanayi ve ticaretin tahrip olması ve sermayenin gücünün yok edilmesi anlamına gelecektir. Bu sözler rahatlatıcıdır; bu uzmanların 2010’larda Çin Amerikan çatışması riski hakkında konuşmamış olması gerçeği dışında. Bütün bunlar, modern dünyanın karmaşık ticaret ve finans ağının, Avrupa’da bir büyük güç savaşına yönelik her türlü ihtimali ortadan kaldırdığından emin olarak, 1910-1914 arasında kaleme alınmış yazılardı. İşin sonunun nasıl geldiğini hepimiz biliyoruz.
Eğer domuz gribi veya en az onun kadar alarm veren havayolu griplerinden biri, 1957’de 1-2 milyon kişiyi öldüren H2N2 virüsü gibi hareket etmeye başlarsa, Dünya Sağlık Örgütü ( WHO) böyle bir salgının 2-7,4 milyon kişiyi öldüreceği tahmininde bulunuyor: 1918 gribi gibi davranırsa, 200 milyon kişiyi öldürecek. Dünya 1918’de olduğundan daha hazırlıklı; ama bu ölçeğin onda biri ölüm bile, 2007-2009 finans krizini aratacak kısa dönemli bir ekonomik erimeye yol açabilir. Dünya Bankası bir salgının küresel ekonomik çıktının %5’ini alıp götüreceğini öngörüyor.
Bizim zihinlerimizin alması zor olsa bile, son 200 yılın eğilimleri, 5000 puanlık toplumsal gelişme düzeylerinin ima ettiği geniş kentleri, hayret verici enerji düzeylerini, kıyamet silahlarını ve bilimkurgu türü iletişim teknolojisini mümkün kılarak, insan olmanın anlamını değiştirmeye doğru ilerliyor.
Nobel ödüllü kimyacı Richard Smalley’in söylediği gibi, bilim insanı bir şeyin mümkün olduğunu söylediğinde, muhtemelen bunun ne kadar zaman alacağı konusunda biraz düşük tahmin yapar. Ama bir şey imkânsız dediğinde muhtemelen yanılıyordur.
Tarihçiler çoğunlukla icatların genelde birçok kişi tarafından yapılması, ampulün birçok kişinin zihninde neredeyse aynı anda yanması durumuna çok şaşırırlar. Büyük fikirler genellikle zeka pırıltısından çok, aynı sorular ve yöntemlerle çalışan bir dizi düşünür bulunmasının mantıklı bir sonucudur. 17. yüzyıl Avrupalı bilim insanları da böyleydi; biri teleskopu icat ettiğinde (bunu yaptığını iddia eden 9 farklı kişi vardı), güneş lekelerini birçok astronomun birden derhal keşfetmemesi şaşırtıcı olurdu, aksi değil.
Kıtlık sırasında olan en kötü şey, anne babaların çocuklarından küçüğün mü, yoksa büyüğün mü önce ölmesine izin vermeye karar vermek zorunda olmasıydı bir anne kızına şöyle söyleyebiliyordu: Gidip cennette büyükannenle buluşman gerekiyor. Kız çocuklarına yiyecek vermeyi bırakıyorlardı. Onlara sadece su veriyorlardı Bir kadının bu yaptığı bildirilince Halk Güvenliği Dairesi tarafından tutuklandı. Birkaç yıl sonra çalışma kampından döndüğünde köydeki hiç kimse onu kınamadı.
1958-1962 arasında yaklaşık 20 milyon insan açlıktan öldü. Mao’nun ölümünden sonra Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkez Komitesi resmen Büyük Lider’in kararlarının %70 doğru, 30 yanlış olduğunu kabul etti, ama 1960 civarında parti yanlışın çok daha az olduğu kanısındaydı.
1919’a gelindiğinde dünyanın kara kütlesinin üçte birinden çoğu ve nüfusunun neredeyse üçte biri ya Londra veya Paris’ten yönetilir olmuştu.
Marx ve Engels, kırsal kesimi çitlerle çevirerek mülksüzleştirdikleri insanları ücretli köleler olarak kentlere sürmek yoluyla kapitalistlerin bunu kendi elleriyle getirdiklerine inanıyorlardı, ama olguları yanlış değerlendirmişlerdi. Kırsal kesim halkın topraklarından süren zengin toprak sahipleri olmamıştı; bunu seks yapmıştı. 19. yüzyılın entansif tarımı daha az değil, fillen daha çok rençpere ihtiyaç duyuyordu ve insanların kentleri tarlalara tercih etmesinin asıl nedeni nüfus artışıydı. Yaşam süresi beklentisi 1750 ile 1850 arasında yaklaşık 3 yıl artmıştı ve her ne kadar tarihçiler bunun nedeninde uzlaşamasa da (Salgın hastalıkların daha az çıkması mı? Daha besleyici gıdalar mı? Daha iyi içme suyu kaynakları ve kanalizasyonlar mı? Daha akıllıca çocuk yetiştirme uygulamaları mı? Pamuklu iç çamaşırları mı? Tümüyle başka bir şey mi?), bu fazladan hamilelik yılları, kadınlar daha geç evlenmedikleri, farklı yollardan seks yapmadıkları veya bebeklerini düşürmedikleri/açlıktan ölüme terk etmedikleri takdirde, daha çok çocuk yetiştirecekleri anlamına geliyordu. Kadınlar gerçekten de davranışlarını değiştirdiler, ama daha uzun yaşam sürelerini dengeleyecek kadar değil ve İngiltere’nin nüfusu 1780 ile 1830 arasında kabaca iki katına (yaklaşık 14 milyona) çıktı. Bu fazladan nüfusun yaklaşık 1 milyonu ait olduğu toprakta kaldı ama 6 milyonu yeni işler bulmak için kentlere gitti.
Romalıların ve Song’un başarısız olduğu yerde Batı Avrupalıların başarılı olmasının nedeni, üç şeyin değişmiş olmasıydı. Ilkin, teknoloji birikmeye devam etmişti. Toplumsal gelişmenin her çöküşünde bazı beceriler kayboldu, ama çoğu öyle olmadı yüzyıllar içinde onlara yenileri eklendi. Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz ilkesi böylelikle işlemeye devam etti: 1. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında zorlu tavanı aşmak için zorlayan her toplum öncellerinden farklıydı. Her biri kendilerinden önce olanı biliyor ve bunlardan daha çoğunu yapabiliyordu.
Ikincisi, büyük ölçüde teknolojinin birikmiş olması sonucu tarımsal imparatorlukların artık etkili silahlarının bulunmas Romanovlar ile Qing hükümdarlarının bozkır anayolunu kapatmalarını sağladı. Sonuç olarak, toplumsal gelişme 17. yüzyılda zorlu tavana baskı yaptığı zaman mahşerin beşinci atlısı-yani büyük çaplı göçler- dörtnala kalkamadı. Çetin bir dönem oldu, ama çekirdekler diğer dört atlıyla başa çıkmayı ve çöküşten kurtulmayı başardı. Bu değişim olmasaydı, 18. yüzyıl 3. ve 13. yüzyıllar kadar korkunç sonlanabilirdi.
Üçüncüsü, yine büyük ölçüde teknolojinin birikmesi sayesinde, gemilerin artık istenen hemen her yere seyredebilmesi, Batı Avrupalıların daha önce hiç görülmemiş türden bir Atlantik ekonomisi yaratmasını sağladı. Ne Romalılar ne de Song böylesine muazzam bir ticari büyüme makinesi inşa edecek konumdaydı bu yüzden ikisi de Batı Avrupalıların 17. ve 18. yüzyılda karşılaştığ türden sorunlarla karşı karşıya gelmedi. Newton, Watt ve meslektaşları muhtemelen Cicero, Shen Kuo ve meslektaşlarından daha zeki değillerdi; onlar farklı şeylere kafa yormuşlardı sadece.
18. yüzyıl Batı Avrupa’sı zorlu tavanı yıkıp geçebilmek açısından önceki tüm toplumlardan daha iyi konumdaydi; Batı Avrupa içinde kuzeybatı-zayıf kralları ve daha özgür tüccarlarıyla- güneybatıdan daha iyi konumdaydı, kuzeybatı içinde de Ingiltere hepsinden iyi konumdaydı. 1770’e gelindiğinde Ingiltere diger her ülkeye kıyasla yalnız daha yüksek ücretlere değil, daha çok kömüre, daha güçlü maliyeye ve tartışmalı olsa da daha açık kurumlara (en azindan orta ve üst sınıf erkeklere) sahipti; ancak -Hollandalilar ve Fransızlarla yaptığı savaşlardan galip çıktığı için-bunların yanı sıra en çok sömürgeye, ticarete ve savaş gemisine sahip olan da oydu.
Doğu ve Batı çekirdeklerinin her ikisi de 18. yüzyılda kömüre ihtiyaç duydu ve her ikisi de su basmış maden kuyuları sorunuyla karşılaştı, ama yanıtı bulan Ingiliz makine yapımcıları oldu. 9. Bölüm’de gördüğümüz gibi, Kuzeybatı Avrupa’nın en uzak ucunda, Atlantik ekonomisinin yarı bilimsel denemeleri fazlasıyla ödüllendirdiği bir ortam vardı. Bu ortam tam da bu sorunun gerektirdiği türden insanları, yani ticari zekalarını madenler konusundaki pratik deneyimleri ve temel fizik kavrayışlarıyla birleştiren insanları ortaya çıkardı. Bu tür kişiler Çin’de ve Japonya’da da vardı elbette, ama daha enderdiler ve bildiğimiz kadarıyla hiçbiri kömürle çalışan makineler yapmayı denemedi.
Hiçbir hükümet yıl boyunca askerleri ve denizcileri besleme, maaş ödeme ve teçhiz etme yükümlülüğünü kaldırabilecek durumda değildi gerçekte, ama çözümü bulan yine Hollandalılar oldu: kredi. Para kazanmak para gerektiriyordu ve Hollanda’nın ticaretten bunca istikrarlı geliri ve nakit parayı idare etmek için bunca sağlam bankaları olduğu için, tüccar hükümdarları daha büyük meblağları daha hızlı ve daha düşük faiz oranlarıyla bulabiliyordu ve savurgan rakiplerine göre daha uzun vadelerde geri ödeme imkânına sahiptiler.
Ingiltere bir kez daha Hollanda’nın yolunu izledi. 1700’e gelindiğinde, her iki ülkenin de artık menkul kıymetler borsasında satış yaparak kamusal borcu yöneten, hükümetlerin alacaklıların heyecanını bonolara faiz ödemek üzere özgül vergiler koymak yoluyla yatıştırdığı bir ulusal bankacılık sistemi vardı. Sonuçlar görülmeye değerdi. Yeni okyanus anayolunun destanı olan Robin son Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe’nun açıkladığı gibi:
Savaşı ve barışı kredi yapıyor; ordular topluyor, donanmalar kuruyor, muharebeleri yapıyor, kentleri kuşatıyor; krediyi para olarak değil de, tek kelimeyle, savaşın kasları diye adlandırsak daha doğru olur Kredi askerlerin para almadan savaşmasını orduların teçhiz edilmeksizin yürümesini sağlıyor ve Hazine’yi ve bankaları, talebe bağlı olarak, diledigi kadar milyonlarla dolduruyor.
Kanaat oluşturucular, Aydınlanma’nın Avrupa çapında yayılarak, asırlardır batıl inançla gölgelenmiş karanlık köşelere ışık saçtığından söz etmeyi seviyorlardı. Fakat Aydınlanma ne demekti? Alman düşünür Immanuel Kant sözünü sakınmıyordu: Bilme cüretinde bulunmak! Kendi anlayış gücünüzü kullanma cesaretine sahip olmak!
Yerleşik yetkeye meydan okuyuş gözleri kamaştırıyordu, ama 18. yüzyıl hükümdarlarının çoğu savaşmak yerine onunla uzlaştı. Kendilerinin baştan beri aydınlanmış despotlar olduklarında, ortak yarar için akılcı şekilde hükmettiklerinde ısrar ettiler. Filozoflar dünyanın eğitmenleri ve hükümdarların öğretmenleri olmalıdır, diye yazdı Prusya kralı, onlar mantıklı düşünmeli, biz de mantıklı hareket etmeliyiz.
Girişimci kahvehane sahipleri Starbucks’tan 300 yıl önce, eğer bedava gazete ve rahat koltuklar sunarlarsa, müşterilerin-okuyarak, tartışarak ve kahve içerek- bütün gün orada oturacağını fark ettiler. Yeni bir şey meydana gelmekteydi: kamuoyu.
Bilim insanları haklıysa, gözlem ve mantık Tanrı’nın iradesini anlamanın en iyi aletleriyse, o zaman devletleri yönetmenin en iyi aletleri de olacağı çıkarımını yapmak gerekiyordu. İngiliz kuramci John Locke, başlangıçta Tanrı’nın insanları belirli doğal haklarla donatmış olmasının aynı derecede mantıklı olduğunu ileri sürdü: Insan, doğası gereği özelliklerini-yani yaşamını, özgürlüğünü ve mülkünü- zararlara ve diğer insanlardan gelecek girişimlere karşı muhafaza etme gücüne sahiptir çıkarımında bulundu. Bu yüzden de Locke’un vardığı sonuç: İnsanların uluslar topluluğu halinde birleşip hükümetlerin yönetimi altına girmesinin en önemli başlıca amacı, kendi özelliklerini muhafaza etmektir. Bu doğruysa ve insan, doğası gereği tümüyle özgür, eşit ve bağımsız ise, o zaman hiç kimse bu özelliklere son veremez ve kendi onayı olmaksızın bir başkasının siyasal iktidarına tabi kılınamaz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Francis Bacon’un 1620 tarihli kitabının başlığı Novum Organum (Yeni Yöntem ) hepsini anlatıyordu. Organum filozofların Aristoteles’in mantık üzerine altı kitabı için kullandıkları etiketti; şimdi Bacon yerlerine yenisini koymaya girişmişti. Antikçag düşünürlerini onurlandırma ve onlara gösterilen saygı aynen yerinde durmakta ve asla azalmamaktadır. diye vurguluyordu Bacon. Amacının sadece yolu işaret edecek bir kılavuz gibi görünmek olduğunu söylüyordu. Gene de, bu yolda ilerlemeye başladığımız zaman, diyordu Bacon, geriye tek bir yol kaldığını göreceğiz bilimler, sanatlar ve tüm beşeri bilgilerin adamakıllı temeller üzerinde yükseltileceği topyekûn bir yeniden inşa.
Rus tuzakçılar ve Çinli askerler çok geçmeden Amur Irmaği boyunda karşı karşıya geldiler, ama 1680’lere gelindiğinde her iki taraf da artık müzakereye hazırdı. İki taraf da karşı tarafın, kötü tavsiyeler alan kendilerinden önceki onca hükümdar gibi, Moğolları ittifaka davet edeceğinden ve mahşerin beşinci atlısı olan bozkır göçünü başlatacağından korkuyordu. Böylece Nerchinsk’e geldiler.
O Sibirya yazında vardıkları anlaşma dünya tarihindeki en büyük değişimlerden birini formüle etti. 2000 yıldır bozkırlar genellikle büyük tarım imparatorluklarının denetimi dışında bir Doğu Batı anayolu olagelmişti. Göçmenler, mikroplar, fikirler ve icatlar o anayol üzerinde hızla gidip gelerek, gelişme ve çöküşün bağlantılı ritminde Doğu ile Batı’yı bir araya getirmişti. Nadir koşullar altında ve büyük maliyetlerle, Pers kralı Dareios, Han imparatoru Wudi veya Tang imparatoru Taizong gibi fatih hükümdarlar bozkırlara kendi iradelerini hakim kılmışlardı, ama bunlar istisnai durumlar olmuştu. Kural ise, tarımsal imparatorlukların göçebelerin istediği her şeyi ödeyip en iyi sonucu ummasıydı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
1640’lar neredeyse her yerde hükümdarlıklar açısından bir kâbustu. Mutlakiyetçilik karşıtı isyanlar Fransa’yı felç etti ve Ingiltere’de Parlamento saldırgan kralıyla savaşa gidip onun kafasını kesti. Bu şişedeki cini serbest bıraktı; eğer Tanrı gibi bir kral yargılanıp idam edilebiliyorsa neler yapılmazdı ki? Belki antik Atina’dan beri ilk kez demokratik düşünceler fokurdamaya başlamıştı. Parlamento’nun yeni model ordusunda bir albay Ingiltere’de en yoksulun bile en zengin gibi yaşam sürmeye hakkı vardır. diye ileri sürmüştü, her insan öncelikle kendi onayıyla tabi olacağı bir hükümetin hakimiyeti altında yaşamalıdır.
Bazen biraz ahmaklık iyidir, ama gerçekte ne beceriksizlik ne aklı başında olmak pek bir fark yaratır, zira haritalar insanlara yaptıkları dışında bir şey yapmak için fazla bir seçenek bırakmaz.
Rönesans’in tuhaf yönü, antikçağı yeniden yaratmaya yönelik bu görünüşte geriye dönük çabanın, aslında çılgınca bir gelenek karşıtı icat ve açık uçlu sorgulama kültürü olmasıydı. Daha radikal ( Machiavelli gibi) düşünürleri sürgünlere mahkûm eden ve (Galileo gibil diğerlerini yıldıran muhafazakar sesler de vardı kesinlikle, ama yeni fikirlere yönelik atılımı pek köreltemediler.
Daha gerçekçi bir girişim, Ceneviz tüccarların desteğinde 1099’da Kudüs’te birleşen Fransız ve Norman şövalyelerinin üçlü orduları oldu. Zamanlamaları kusursuzdu: Selçuklular fazla direniş gösteremeyecek kadar birbirleriyle savaşmakla meşguldü ve yürek durduracak heyecanlı yiğitlik eylemlerinden sonra Haçlılar kutsal kentin surlarını yardı. On iki saat boyunca yaptıkları yağma ve katliamlar, aralarındaki Normanları bile şaşırtacak düzeydeydi; Yahudileri diri diri yakıp Müslümanları paramparça ettiler (ne ki, en azından bir Yahudi kadının gözlemlediği gibi Hıristiyanlar Türkler gibi kurbanlarına öldürmeden önce tecavüz etmiyorlardı). Nihayet, gün batarken fatihler ayak bileklerine kadar yükselen kan gölünün içinden geçerek, Tanrı’ya şükretmek üzere Kutsal Mezar Kilisesi’nde toplandılar
Dinin yayılmasında zorlamanın hiç yeri yoktu, ama Müslümanlar (Tanrı’ya teslim olanlar ) her tehdit altında kaldıklarında dinlerini savunmakla yükümlüydü: Kelâm’ı yayarken, bir yandan da yıkılmakta olan imparatorlukları zorlayıp yağmaladıklarından, bu da sıkça başlarına geliyordu. Dolayısıyla, geri kalmışlığın kendilerine özgü avantajlarını Arap göçmenler de bulmuştu: Salah ideolojisi ile militarizm kombinasyonu, her ikisinin de kıt olduğu bir dünyada onlara örgütlenme ve amaç sunmuştu.
Tolstoy’un ünlü bir sözüdür: Bütün mutlu aileler birbirine benzer, oysa her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine özgüdür. İmparatorluklar da öyle. Imparatorlukların çözülüp dağılmasının sayısız nedeni vardır; kaybedilen muharebeler, hoşnutsuz valiler, denetim altında tutulamayan soylular, çaresiz köylüler, yetersiz bürokratlar. Oysa bir arada kalmanın yolu tektir: uzlaşmak. Han ve Roma hükümdarları bu konuda olumlu bir deha örneği sergilediler.
Polybios Roma’nın âdeti. demişti, hiçbir şeyi esirgemeden her tür yaşam formunu yok etmektir bu yüzden, kentler Romalılar tarafından zapt edildiği zaman yalnız insan cesetleri değil, aynı zamanda ortadan ikiye ayrılmış köpekler ve uzuvları koparılmış başka hayvan leşleri de görebilirsiniz.
MO 2230 civarında Dünya’yı ziyaret eden von Däniken’in uzaylılarından biri, burada dünya dışı müdahalelere pek de gerek olmadığını düşünürdü muhtemelen: Bu zeki şempanzeler toplumsal gelişmeyi durmadan yukarı itiyordu.
Yedinci bilge karşısına çıktığında İskender’in sorusu şu oldu: Bir insan nasıl tanrı haline gelir? Filozof şu yalın karşılığı verdi: Bir insanın yapamayacağı şeyi yaparak.
gece gündüze, sevinç kedere, yaşam ölüme dönüşür. hiçbir şey sabit, hiçbir şey tanımlanabilir değildir. insanlar et yer, geyik ot yer, çıyan yılan yer, baykuş sıçan yer, em iyi yiyeceğin hangisi olduğunu kim bilebilir?
Gece gündüze, sevinç kedere, yaşam ölüme dönüşür.
Şefkat devrimdir.
Bu lekelenmiş dünyanın ötesine geçmek için tanrısal krallara ihtiyacımız yok. Kurtuluş kendi içimizdedir, zorba hükümdarların elinde değil.
Hükümdarlar düşman devletlerden olduğu kadar kendi halklarından da duydukları korkuyla saraylarını tahkim ettiriyorlardı.
askeri gücü içermeyen bir toplumsal gelişme endeksinin hiç faydası olmaz. Başkan Mao’nun meşhur bir sözü vardır.Her komünistin şu gerçeği kavraması gerekir: ”Siyasal iktidar silahın namlusundan doğar.
Batı hâkimiyetini biyolojiye dayandıran ırkçı kuramlar aslında tümüyle asılsızdır. Büyük topluluklar halindeki insanlar, onları bulduğumuz her yerde hemen hemen aynıdır ve hepimiz o durdurak bilmez, yaratıcı zihinlerimizi aynı Afrikalı atalarımızdan miras aldık. Biyoloji neden Batı’nın hükmettiğini kendiliğinden açıklayamaz.
Robert Heinlein bir keresinde ilerleme, işleri daha kolay yapmanın yollarını arayan tembel adamlar tarafından gerçekleştirilir, demişti.Kitabın sonraki bölümlerinde Heinlein Teoremi’nin ancak kısmen doğru olduğunu, zira tembel kadınların en az tembel adamlar kadar önemli olduğunu, tembelliğin icadın tek anası olmadığını ve ilerleme denen şeyin çoğunlukla olan bitenin iyimser bir karşılığı olduğunu göreceğiz. Fakat biraz altını kazırsak, Heinlein’ın kavrayışını toplumsal değişimin nedenlerinin tek cümlelik iyi bir özeti olarak kabul edebiliriz sanırım. Ben de kitap ilerledikçe şahsıma ait Morris Teoremi gibi daha az özlü bir versiyonunu kullanacağım bunun: Değişime işleri yapmanın daha kolay, daha kârlı ve daha güvenli yollarını arayan tembel, açgözlü, korkmuş kişiler yol açar. Tarih üzerimizde baskı olduğu zaman değişimin uçuşa geçtiğini öğretir bize.
TARIH, i. Çoğunlukla sahtekâr olan hükümdarlar ve çoğunlukla aptal olan askerler eliyle meydana getirilen, çoğunlukla yalan olan olayların bir anlatısı. Ambrose Bierce’nin mizahi tanımlamasına karşı çıkmak bazen zor oluyor: Tarih lanet olası şeylerin birbirini izlediği, olağanüstüyü başaran ve ahlaksızlık fıçısının dibini delen dâhilerin ve ahmakların, tiranların ve romantiklerin, şairlerin ve hırsızların karmakarışık bir düzeni olarak görülebilir.
Sözgelimi Avrupa’nın büyük deniz keşifleri çağının henüz başlamakta olduğu dönemde Çin denizciliğinin çok daha gelişmiş olduğuna ve Çinli denizcilerin Hindistan, Arabistan, Doğu Afrika ve belki Avustralya’yı çoktandır bildiklerine artık kimse karşı çıkamıyor. Hadım amiral Zheng He 1405’te Nanjing’den Sri Lanka’ya yola çıktığı zaman neredeyse 300 gemiye kumanda ediyordu. Içme suyu taşıyan tankerleri ve gelişkin dümenleri, su geçirmez bölümleri ve ayrıntılı uyarı gereçleriyle devasa Hazine Gemileri vardı. 27 bin kişilik mürettebat arasında 180 hekim ve eczacı bulunuyordu. Buna kar şılık Kristof Kolomb 1492’de Cadiz’den 3 gemiyle yelken açtığında sadece 90 adama komuta ediyordu. En büyük gemisinin karinasi Zheng’inkinin ancak otuzda biri kadar su taşırıyordu; 26 m uzunluğundaki karina Zheng’in grandisinden kisaydı, olsa olsa düme ninin iki katı kadardı. Kolomb’un ne içme suyu tankerleri ne de gerçek bir hekimi vardi. Zheng’in manyetik pusulası vardı ve Hint Okyanusu hakkında 6,5 metrelik bir deniz haritasını dolduracak kadar çok bilgiye sahipti. Kolomb ise, nereye gittiği şöyle dursun nerede olduğunu bile nadiren biliyordu.
Toplumlar karşılaştıkları sorunları çözmekte başarısız olduklarında korkunç bir hastalıklar paketi -kıtlık, salgınlar, denetimsiz göç ve devletin çöküşü- onlara musallat olarak durgunluğu gerilemeye çevirir; kıtlık, salgın, göç ve devletin çöküşüne iklim değişikliği gibi diğer bozulma unsurları da katıldığı zaman (bunlara toplu olarak mahşerin beş atlısı diyorum) gerileme felakete, yüzyıllarca süren yıkımlara ve karanlık çağlara dönüşebilir.
Doğu ve Batı farklıdır çünkü Doğulular ve Batılılar farklı insan türleridir ve bu 1 milyon yılı aşkın zamandır böyledir.
Büyük beyinle koşmanın bedeli ağır olur.
Sanayi Devrimi 1770’lerde henüz başlamış olmasına karşın, daha o zaman bile ortalama gelirler ingiltere’de Çin’de olduğundan daha yüksek ve daha eşit dağılır olmuştu. Batı hakimiyetine dair uzun vadeli kilitlenme kuramları çoğu zaman bu olgudan yola çıkar: Batı’nın öncülüğünün Sanayi Devrimi’nin bir sonucu değil nedeni olduğu ve bunu açıklamak için zamanda daha da -belki de çok daha- geriye bakmamız gerektiği ileri sürülür.
Tarih, çoğunlukla sahtekâr olan hükümdarlar ve çoğunlukla aptal olan askerler eliyle meydana getirilen, çoğunlukla yalan olan olayların bir anlatısı. ” Ambrose Bierce’nin mizahı tanımlamasına karşı çıkmak bazen zor oluyor.
Sözgelişi arkeologlar Mısır’ın Nil Vadisi’nde MÖ 50.000 ile 25.000 arasında yapılmış taş aletlerde en az altı farklı üslup tanımladılar; oysa daha önce Güney Afrika’dan Akdeniz sahillerine dek her yerde tek bir üslup hüküm sürmüştü. İnsanlar üslubu icat etmişti.
1.7 milyon yıl kadar önce Afrika’dan çıkan maymun adamlar tropik altı diyarlara gayet güzel ayak uydurmuşlardı; ancak kuzeye, Avrupa ve Asya’nın içlerine doğru ilerledikçe daha uzun ve sert kışlarla başa çıkmak zorunda kaldılar. Ekvator’un yaklaşık 40o kuzeyinden geçen çizgiye (Portekiz’in yukarısından Pekin’e kadar uzanır) doğru ilerledikçe, Afrikalı ataları gibi açık havada yaşamak gitgide imkânsızlaştı. O zamanlar kulübeler inşa etmek ve giysiler yapmak henüz zihinsel kapasitelerinin çok ötesindeydi, ama buna bir çözüm bulmayı başardılar: Mağaralara sığındılar. Böylece, çocukken hepimizin adını duyduğu mağara adamları doğmuş oldu.
Hitit ve Mısır kralları Suriye’nin kentdevletlerinin denetimini ele geçirmek için, casusların cirit attığı, el altından operasyonların yürütüldüğü ölümcül bir soğuk savaş başlattılar.
Neandertaller Avrupa’ya 150 bin yıl hükmettikten sonra öylece ortadan kaybolmuştu.
Krallar kendilerini halklarının çobanları olarak betimliyordu.
Ama 2003’te Flores daha da şaşırtıcı keşiflere sahne oldu. Derinlemesine yapılan bir araştırma, tümü MÖ 16.000 civarından, hepsi de yetişkinlere ait ve 1,20 m boyunda olan 8 iskelet ortaya çıkardı. Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi filmlerinden ilki henüz çıkmamıştı ve gazeteciler derhal bu tarihöncesi küçük insanlara, J.R.R. Tolkien’in ayakları tüylü küçük halkından yola çıkarak ”Hobbitler ” ismini taktılar. Hiçbir yırtıcının bulunmadı adalarda tecrit olan hayvan toplulukları çoğu zaman evrilerek cüceleşirler; herhalde ”Hobbitler ” de böyle küçülmüşlerdi.
MÖ 2. binyıl heykel ve şiirleri, firavunları 3. binyıldakilerden daha savaşçı, dünyevilikten yorgun düşmüş ve hüsrana uğramış olarak betimler.
Roma’nın MÖ 1. yüzyılda 1 milyon sakini vardı; aynı zamanda bazen yönetimi durma noktasına getiren sokak çeteleri de vardı ve ölüm oranları o denli yüksekti ki, bu nüfus sayısı her ay kırdan 1000’den fazla insanın Roma’ya göç etmesiyle ancak korunabiliyordu.
Einstein’ın “Bilimde şeyler mümkün olduğunca basit yapılmalıdır, ama gerekenden daha basit değil.” dediği kabul edilir.
Antik Yunan sakinlerinin birçoğu gerçeği bulmanın en iyi yolunun, rahiplere tanrıların ne düşündüğünü sormak yerine, bütün adamları bir tepenin yamacına toplayarak konuyu tartışıp oylamak olduğuna yürekten inanıyordu.
Batı’da ölülerin kafatasları alınıp yaşayanlar arasında muhafaza edilirken, Doğu’da ölüler mezarlıklarda onurlandırılıyordu.
Marshall Sahlins şöyle açıklıyordu: “Dünyanın en ilkel insanları, pek az şeye sahipti ama yoksul değillerdi.”
Geleneksel tarım toplumlarında erkekler genelde 30 yaşlarında evlenir, ardından da miraslarını devralırlar; kadınları ise fazla başıboş bırakmaya gelmez, genelde 15 yaşına geldiklerinde evlendirilirler.
MÖ 8000 civarında Türkiye’nin güneyindeki Çayönü yerleşiminde yaşayan insanlar, kazı ekibinin “Ölüler Evi” adını verdiği yapıda 66 kafatasını ve 400’ü aşkın iskeleti bir sunağın altına saklamışlardı. Kimyacılar sunağın üzerinde insan ve hayvan kanından hemoglobin kristalleri saptadılar. Kil kâselerde insan kanı kabuklaşmıştı ve iki diğer binada da kan lekeleri olan sunaklar vardı; birinin üzerine bir insan kafası sureti oyulmuştu.
Etleri çürüyen cesetleri mezardan çıkarıp kafataslarını ayırıyor ve başsız cesetleri yeniden gömüyorlardı. Alçı kullanarak kafataslarına maskeler yapıyor, göz çukurlarına deniz kabukları yerleştirip saç ve benzeri ayrıntıları boyuyorlardı.
Kalıcı köyler kemirgenler açısından kuralları değiştirdi. Rahiyalı, lezzetli çöp yığınları artık 7 gün 24 saat bulunur hale gelmişti ve insanların burnunun dibinde yaşayabilen sinsi küçük sıçanlar ve fareler bu yeni ortamda, daha çok dikkat çekecek iri, saldırgan türlerden daha rahat yaşayabiliyordu. Birkaç düzine kuşak içinde (belki 100 yıl bile yeterli olabilir; ne de olsa, fareler fare gibi çoğalır) kemirgenler insanlarla aynı yerde yaşayacak şekilde fiilen genetik değişime uğradılar. Sinsi (ev) fareleri, tıpkı Homo Sapiens’in Neandertallerin yerini alması gibi, tamamen büyük (vahşi) atalarının yerini aldı.
Arkeologlar ceylan dişlerine bayılırlar; yaz ve kış aylarında iki farklı renk mine üretmek gibi harika bir özelliği olan ceylan dişlerine bakarak, hayvanın yılın hangi döneminde öldürüldüğünü rahatlıkla söyleyebilirler.
Ortaçağ Hristiyanları, evreni Tanrı’dan en alttaki yersolucanına doğru inen Büyük Varlık Zinciri şeklinde düşünmekten hoşlanıyorlardı.
Charles Darwin’in 20 yıl önce yayımlanmış olan Türlerin Kökeni adlı eseri fosil avcılığını beyefendiler için saygın bir hobiye dönüştürmüş ve sınıfının pek çok mensubu gibi Sanz de Sautuola’yı da Kuzey İspanya’daki arazilerinde mağara adamlarını aramaya yöneltmişti. Bir gün peşinde kızıyla birlikte Altamira Mağarası’na gitti. Arkeoloji sekiz yaşındakiler için pek de ilginç değildir, bu yüzden Sautuola gözlerini yere diktiği sırada küçük Maria oyun oynayarak etrafta dolaşıyordu. Ansızın,” diye anlatmıştı Maria bir gazeteciye yıllar sonra, “mağaranın tavanında bazı şekiller ve figürler seçtim.” Soluğu kesilmişti: “Bak baba, boğalar!”
İlkin Afrika’da başka her yerden daha çok genetik çeşitlilik vardır; ikincisi, dünyanın geri kalanındaki çeşitlilik sadece Afrika içindeki çeşitliliğin bir altkümesidir; üçüncüsü ise en derin —dolayısıyla en eski— mitokondriyal DNA soyağaçlarının hepsi Afrika’dan gelmektedir. Sonuç kaçınılmazdı: Dünyada herkesin paylaştığı son dişi ata Afrika’da yaşamış olmalıydı; ona hemen Afrikalı Havva adı takıldı.
Neandertaller Avrupa’ya 150 bin yıl hükmettikten sonra öylece ortadan kaybolmuştu.
nüfuslar çoğalmaya başlayarak, üremede daha az akıllı insanları geride bıraktılar. Monolit falan yoktu, İleriye Doğru Büyük Sıçrama da. Olan sadece daha çok seks ve daha çok bebekti.
Sözgelişi arkeologlar Mısır’ın Nil Vadisi’nde MÖ 50.000 ile 25.000 arasında yapılmış taş aletlerde en az altı farklı üslup tanımladılar; oysa daha önce Güney Afrika’dan Akdeniz sahillerine dek her yerde tek bir üslup hüküm sürmüştü. İnsanlar üslubu icat etmişti.
Arkeologlar uzun zaman boyunca Neandertallerin etlerinin bir bölümünü, tıpkı Pekin Adamı gibi, birbirlerini yiyerek elde ettiklerinden kuşkulanmışlardı; 1990’larda Fransa’daki buluntular bu kuşkuyu su götürmez şekilde doğruladı. Yarım düzine Neandertalin kemikleri 5 kızıl geyiğin kemikleriyle karışmış halde bulundu. Maymun adamlar ve geyiklere tastamam aynı şekilde müdahale edilmişti: Önce taş aletlerle parçalara ayrılmış, ardından etleri kemiklerinden sıyrılmış, son olarak da kafatasları ve uzun kemikleri beyin ve iliklerine ulaşılmak üzere ezilmişti.
Bugün Batı’nın hükmetmesinin nedeni, modern Avrupalıların genetik olarak daha üstün Neandertal türün torunlarıyken, Asyalıların daha ilkel Homo erectus’tan gelmeleri olabilir mi?
Harvardlı bir antropolog sadece 32 milyon dolarlık bir yatırımla modern insan DNA’sını genetik olarak değiştirebileceğimizi ve hakiki bir Neandertal bebeği elde etmek için ona bir şempanze hücresi yerleştirebileceğimizi ileri sürerek Neandertal genomunun yayımlanmasını kutladı. Gereken teknoloji henüz mevcut değil, ama ulaşıldığı zaman bile bunu uygulamakta duraksayabiliriz; dünyanın önde gelen paleoantropologlarından olan Stanfordlu meslektaşım Richard Klein bir gazeteciye şu soruyu sormuştu: “(Neandertalleri) Harvard’a mı sokacaksınız, yoksa bir hayvanat bahçesine mi?”
Eskidünya’nın Doğu ve Batı kesimlerinde farklı Homo türleri olduğu kesindi: Doğu’da küçük beyinli Homo erectus, Batı’da daha büyük beyinli Homo antecessor ve Heidelberg Adamı.
Yeni maymun adamlar Doğu Afrika’yı terk eden bu türden ilk yaratıklar oldular. Kemikleri kıtanın güney ucundan Asya’nın Büyük Okyanus kıyılarına kadar her yerde bulunmuştur.
Bir odaya iki paleoantropoloğu koyarsanız, muhtemelen oradan üç ayrı evrim kuramıyla çıkarlar ve kapı arkalarından kapanır kapanmaz her üç kuramın da modası geçmiş olur.
Samuel Johnson şöyle demiş: “Bir insan Londra’dan bıktığında yaşamdan bıkmış demektir, zira Londra’da yaşamın barındırabileceği her şey vardır.”
”Tarih, çoğunlukla sahtekâr olan hükümdarlar ve çoğunlukla aptal olan askerler eliyle meydana getirilen, çoğunlukla yalan olan olayların bir anlatısı. ” Ambrose Bierce’nin mizahı tanımlamasına karşı çıkmak bazen zor oluyor.