İçeriğe geç

Dünyanın Teni Kitap Alıntıları – Zeynep Direk

Zeynep Direk kitaplarından Dünyanın Teni kitap alıntıları sizlerle…

Dünyanın Teni Kitap Alıntıları

&“&”

Herkes başkalarına karışmış olarak deneyimler kendini, her birimizin durumuyla oraya bağlı olduğu, Varlık’ın kendisi olan bir karşılaşma alanı vardır.
Tüm suskunluğunda önce bakıştır dünyanın anlamı sorusunu, dünyanın tam da içinden soran. Algısal inanç, bakışımın dünyaya ya­yılışından çıkar. İnanç olduğu kadar şüphedir de. İnandığım kadar kuşkulanırım dünyadan ve sorgularım onu. İşte Merleau-Ponty bu sorgulama halinin kaybedilmemesinden yanadır. Dünyanın hep bir soru kipinde varoluşu bizim de hep bir soru ile varoluşumuzdan baş­ka nedir ki? Öyleyse nasıl mümkün olabilir düşüncemin gerçeğe ulaşması? Bu muğlaklığı, tanım getiremeyişimi, düşüncemin kav­ramların içine sığmayışını nasıl çözümleyeceğim?
Muğlaklık belki de hiç kalkmayacak, yok olmayacaktır. Ama ben de o muğlaklığın içinde olarak anlamlandırabilirim dünyayı ancak. İndirgemenin verdiği en büyük ders, tam bir indirgemenin olanak­sızlığıdır," der Merleau-Ponty:
…mademki biz dünyadayız, mademki refleksiyonlarımız düzen getirmek istedikleri zamansal akışın içinde yer alıyorlar… öyleyse tüm düşüncemizi kucaklayan bir düşünce yoktur"
Algıda benden dünyaya, dünyadan bana
akanın, geçmişe, şimdiye ve geleceğe
yayılışından çı­kar Ten. Bedenim görünürü algılar, bakışımın dokunuşunda tenselleşirşeyler, düşünce
-görünmez olan- ben’den dolayımlanarak
tene ka­tılır, söz’de beden bulur, düşüncenin
bedenidir söz, onun görünür yü­züdür.
Sözün basit bir sabitleme aracı ya da
hatta düşüncenin kılıfı ve giysisi olduğunu
söyleyemeyiz," der Merleau-Ponty. Söz ve
düşünce, görünür ve görünmez birbirinde
zarfanmışlardır. Teni düz bir satıh
olmaktan kurtarıp, onu derinliğine fırlatan,
görünürden aldığımı görünmez kılarak
görünüre geri verişim yaşanan, bu sü­rekli
geçişlilik halidir. Şeylerden bana, benden
onlara geçendir. Ben dünya olurum, şeyler
tenselleşir. Bu anlamda tenin kalınlığı
sürekli bir derinleşmeden ibarettir belki de.
Dilin harikuladeliği kendini unutturmasıdır. Burada dilin kendini unutturmasını, çizgili bir defter üstüne yazılmış bir yazının okunmasına benzetebiliriz. Gözlerimle kağıdın üstünde çizgileri takip ediyorum, onların ne anlama geldiği dikkatimi çektikten sonra, çizgileri göremiyorum. İfade, ifade edilen karşısında sili­nir, bu yüzden ifadenin aracı rolü fark edilmez. Hiçbir yerde bundan bahsetmez Descartes. Halbuki onun okuyucusu, &‘konuşan bir evren içinde düşünmeye başlar’ ". Belki de, ifadenin ötesinde, on­dan ayrılabilir bir gerçeğe ulaşılabileceğinden emin olduğumuzda yerleşti dil bizde. Gösterilenle (ifade edilen) gösterenin (ifade eden) ayrılabileceği yanılsaması sayesinde dil kendine bir anlam verir ve sonra sadece basit, ifade ettiğine dışsal bir işaretmiş gibi görünür. Çocuk konuşmayı bilmediğinde ya da erişkinlerin dilini konuşamadı­ğında, dilin onu sarmalayan törenselliğinden etkilenmez; o tıpkı ti­yatroda, yakınımızdaki kötü bir yere oturtulmuş bir seyirci gibidir. Güldüğümüzü, el kol hareketi yaptığımızı görür, bunların oluşturduğu melodiyi işitir. Fakat bu jestlerin ve kelimelerin gerisinde çocuk için hiçbir şey olup bitmez. Çocukiçin dil bir durumu ifade ettiği zaman bir anlam kazanır. Çocuklar için yazılmış bir kitapta büyükannesinin gözlüklerini ve kitabını alan ve büyükannesinin ona anlattığı hikâyeleri kendisinin de bulabileceğine inanan bir çocuğun hayal kırık­lığı anlatılır, hikâye şu iki satırla biter: "Allah kahretsin! Nerede bu hikâye? Sadece siyah ve beyazı görüyorum" Çocuk için hi­kâye ne ifade edilen anlamlar ve fikirlerdir, ne de onun için okumak entelektüel bir faaliyettir. Hikâye, bir gözlük takıp kitabın üstüne eğilerek, büyülü bir biçimde ortaya çıkartılabilen bir dünyadır. Dilin, ifade edileni var etme, düşünceye yeni yollar, yeni boyutlar, yeni manzaralar açma gücü, son tahlilde yetişkin için de, çocuk için de ay­nı derecede bulanıktır.
Dünya, benim deneyimlerim ile başkalarının deneyimlerinin eklemlendiği yerdir. Ben ve başkaları, tek bir do­kuya atılmış farklı düğümler gibiyizdir. Deneyimin kendi dışındalığı, başkalarının deneyimi ile benimkinin bir kesişim halinde olması so­nucunu doğuracaktır. Başkasının yaşantısına, benim yaşantımın bir tür ikiye katlanmasıyla ulaşırım. Nasıl ki bedenimin iki yönü birbiri üzerine katlanmışsa, başkasının yaşantısı da benim iç yaşantımda ba­na katlanmıştır. Tıpkı karşılıklı iki aynanın bir görüntüyü birbirlerinde sonsuzca yansıtmaları gibi, ben ve başkası birbirlerinde tek bir görünürlüğü göreceklerdir. Bir elimle, diğer elime değil de, bir başkası­nın eline dokunduğumda, aslında ten kendi kendine dokunmaktadır. Gören ile görülen, dokunan ile dokunulan arasındaki döngüsellik, kendi bedenimde bulguladığım bu tersine çevrilebilir ilişki, başkası­nın bedenini de içine alarak, ben ve başkası arasında bir tür geçişlili­ğin temelini oluşturacak ve böylelikle bir bedenlerarasılığa ulaşacak­tır
Merleau Ponty’nin düşüncesi. Bedenlerarasılık, beni bir yandan şeylere bir yandan da başkalarına bağlar.
Bakışın kendini gör­mesi, gören bedenin de onlara dahil olduğu şeyler üzerinden gerçek­leşir. Şöyle de söyleyebiliriz: Beden, gördüğü şeyde kendi görünür­lüğünün farkına varır. Onun şeylerle akrabalığını kuran da, kendinde taşıdığı bu görünürlüktür zaten. Yine bu sayededir ki bakış ile şeyler arasında önceden kurulmuş bir uyum vardır. Bakış, bu uyumun mi­rasçısıdır bir bakıma. Bu söylenenlerden, gören ile görülen arasında bir özdeşlik olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Nasıl dokunan elime dokunamıyorsam ve yine nasıl görünür ile dokunulur arasında bir çakışmazlık varsa, gören ile görülen de, aralarındaki karşılıklılık ve geçişimliliğe rağmen, fark ile birbirlerinden ayrılmışlardır. Şeylerin kendilerini görürken, aynı zamanda onlardan uzaktayızdır. Şey­lerle aramızdaki bu mesafeyi oluşturan da, tenin kalınlığıdır. Fakat bu uzaklık ve yakınlık,
Merleau-Ponty’ye göre, birbirlerinin karşıtı ol­maktan çok, eşanlamlıdırlar. Gören ile görülen şeyi birbirine bağla­yan ten, hem şeyin görünürlüğünü hem görenin bedenselliğini kuran­dır. Dolayısıyla ten, beden ile dünya arasında bir engel değil, ikisinin birbiriyle iletişimini olanaklı kılandır.
Bir bedene sahip olan, daha doğrusu bir beden olan özne, kendi üzerindeki egemenliğini yitirerek, mutlak bir kendindelikten koparak, bir dışa açılma ediminin öznesi haline geli­yor. Fakat bu, onun bir eksikliği değil, tersine, bir başkasının varlığı­nı mümkün kılan en temel özelliği.
… iletişimin reddi de bir iletişim tarzıdır. Yalnızlık ve iletişim birbirlerini dışlamak yerine, tek bir fenomenin parçalarıdırlar. Toplumsal dünya karşısında gözlerimi kapatabilir, kulaklarımı tıkayabilir, toplumun içinde bir yabancı gibi yaşayabilir ve toplumsal olayları tüm insani değerlerinden soyutlayabilirim. Doğal dünya karşısında da düşünce dünyasına çekilip tüm algılarıma şüpheyle bakabilirim. Fakat varlıktan ancak varlık içinde kaçabilirim. Fiziksel ve toplumsal dünya benim için her zaman -olumlu ya da
olumsuz- bir uyaran (stimulus) işlevi görür. Nasıl ki düşünce varlıkların olumsuzlanması yoluyla varlığın olumlanmasıysa başkasının reddi de aynı zamanda onun onaylanmasıdır.
Her duyum bir kişisizleştirme tohumu taşır. Nasıl ki ben, ne kendi doğumumun
ne de ölü­mümün gerçek öznesi değilsem, duyumumun da öznesi değilimdir. Doğum da ölüm de ancak kişisel-öncesi ufuklar olarak kavranabilir. Kendimi ancak çoktan doğmuş ve henüz hayatta olarak kavrayabili­rim. Doğulduğunu ve ölündüğünü bilirim, ama kendi doğum ve ölü­mümü deneyimleyemem. Aynı şekilde duyum da, kendini önceleyen ve kendinden sonra da varolmaya devam eden bir duyarlıktan ortaya çıkar. Duyum yoluyla, kişisel yaşamım ve eylemlerimin marjında, verili bir yaşamın varlığını bulgularım.Kişisel varoluşum, kişisel olmayan bir varoluşla kuşatılmıştır. Seçtiğim ve üstlendiğim dünyanın berisinde, sanki beni önceleyen, dünyada olmayı çoktan seçmiş, dün­yaya kendini açmış ve onunla eşzamanlı kılınmış bir başka ben bulu­nur. Bir organizma olarak bedenim, dünyaya kişisel-öncesi bir katılmadır, anonim ve genel bir varoluştur. Bu anlamda ben katılımım olmadan dünya ile ilksel bir sözleşme yapmış olan bedenim dolayısıyla, varolmaya mahkûmum.
Bakışım şeyleri sarar ve onlara kendi etini giydirir. … Nasıl olu­yor da bakışım şeyleri sararken onları benden gizlemiyor; nasıl olu­yor da şeyleri örterken onların örtüsünü açıyor?". Merleau-Ponty bakışın şeylerle ilişkisini anlatırken bu ilişkinin bir çakışma ilişkisi olduğunu, daha doğrusu, ilişkinin bizatihi bir çakışma olduğunu söyler. Görülür bir şey ile o şeyin rengi arasında her ikisinin de destekçisi olan, her ikisini de besleyen ancak şeyin kendisi olmayan bir doku vardır, şeyin etidir bu.
Bakış göreni görünüre eklemektedir. Bir sayfanın tersi ve yüzü gibidir beden ve görünür dünya; görünür­lüğün ise, bu birbirine eklenmiş, birbirine katılmış iki sayfanın ara­sında yeraldığı düşünülmelidir. Her parçasıyla dünyaya bağlı beden şeyleri biçimlendirdiğine ve şeyler de bedeni biçimlendirdiğine göre, görünürlük ne biçim alan bedenin, ne de biçim alan şeylerin kendile­rinindir. Görünürlük, onların biçim alışlarının çakışmasıdır aslında.
Dilin harikuladeliği kendini unutturmasıdır. Burada dilin kendini unutturmasını, çizgili bir defter üstüne yazılmış bir yazının okunmasına benzetebiliriz. Gözlerimle kağıdın üstünde çizgileri takip ediyorum, onların ne anlama geldiği dikkatimi çektikten sonra, çizgileri göremiyorum. İfade, ifade edilen karşısında sili­nir, bu yüzden ifadenin aracı rolü fark edilmez. Hiçbir yerde bundan bahsetmez Descartes. Halbuki onun okuyucusu, &‘konuşan bir evren içinde düşünmeye başlar’ ". Belki de, ifadenin ötesinde, on­dan ayrılabilir bir gerçeğe ulaşılabileceğinden emin olduğumuzda yerleşti dil bizde. Gösterilenle (ifade edilen) gösterenin (ifade eden) ayrılabileceği yanılsaması sayesinde dil kendine bir anlam verir ve sonra sadece basit, ifade ettiğine dışsal bir işaretmiş gibi görünür. Çocuk konuşmayı bilmediğinde ya da erişkinlerin dilini konuşamadı­ğında, dilin onu sarmalayan törenselliğinden etkilenmez; o tıpkı ti­yatroda, yakınımızdaki kötü bir yere oturtulmuş bir seyirci gibidir. Güldüğümüzü, el kol hareketi yaptığımızı görür, bunların oluşturduğu melodiyi işitir. Fakat bu jestlerin ve kelimelerin gerisinde çocuk için hiçbir şey olup bitmez. Çocukiçin dil bir durumu ifade ettiği zaman bir anlam kazanır. Çocuklar için yazılmış bir kitapta büyükannesinin gözlüklerini ve kitabını alan ve büyükannesinin ona anlattığı hikâyeleri kendisinin de bulabileceğine inanan bir çocuğun hayal kırık­lığı anlatılır, hikâye şu iki satırla biter: "Allah kahretsin! Nerede bu hikâye? Sadece siyah ve beyazı görüyorum" Çocuk için hi­kâye ne ifade edilen anlamlar ve fikirlerdir, ne de onun için okumak entelektüel bir faaliyettir. Hikâye, bir gözlük takıp kitabın üstüne eğilerek, büyülü bir biçimde ortaya çıkartılabilen bir dünyadır. Dilin, ifade edileni var etme, düşünceye yeni yollar, yeni boyutlar, yeni manzaralar açma gücü, son tahlilde yetişkin için de, çocuk için de ay­nı derecede bulanıktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir