İçeriğe geç

Dünyadan Aşağı Kitap Alıntıları – Gaye Boralıoğlu

Gaye Boralıoğlu kitaplarından Dünyadan Aşağı kitap alıntıları sizlerle…

Dünyadan Aşağı Kitap Alıntıları

Dünyada yalnız bir pirinç tanesinin değil ; her bir nesnenin bilhassa da insanın etrafında mebzul miktarda mesafe olmalıdır. Mesafe tabiatta her şeyin uyum içinde bir arada bulunabilmesini, insan oğlunun da birbirine tahammül edebilmesini sağlar.
Kaç yalan bir cehennem eder ?
‘Suskunluk en ağır cümledir’
Emekleyen bir çocuğun ayağa kalkıp yürümesi ya da kekeme birinin yavaşça şarkı söylemeye başlaması gibi, zihnimde boş birer form olarak dolaşan kelimeler ruh kazandı, uslu uslu sıraya girdi ve sahneye çıktı. Böylece içimdeki seni dışarı çıkardım. Artık iç sesim değildin dışımdaydın ve her zamanki gibi daha canlıydın daha sahiciydin. Şekilsiz bir oyun hamuru gibi avuçlarımın içindeydin ve tenimin nemiyle yavaş yavaş canlandın. Nasıl bir heyecan, hatta hezeyan içinde olduğumu tahmin edemezsin.
Dünyada yalnız bir pirinç tanesinin değil, her bir nesnenin bilhassa da insanın etrafında mebzul miktarda mesafe olmalıdır. Mesafe tabiatta her şeyin uyum içinde birarada bulunabilmesini, insanoğlunun da birbirine tahammül edebilmesini sağlar. Birbirine çok yakın ağaçlar oksijensizlikten gelişemez. Ayı yavrusunu severken boğar. Doğanın esas kanunu boşlukları doldurmak.
Çocukluk hafızası bulutlarla kaplı bir havuz gibiydi, içine atılan her cümle ahenkle yerli yerine oturuyor, çağrıldığında salınarak dile geliyordu. Büyüdükçe insanın zihni dev bir çöp kovasına dönüyordu. Cümleler içeri girmekte zorlanıyor, çağrılan bir anı üst üste binen kelimelerin arasından çıkıp gelmekte güçlük çekiyordu.
İnsanı ateş değil, kendi gafleti yakar. Herkeste kusur görür, kendine kör bakar Bil ki neye nasıl bakarsan o da sana öyle bakar.
Suskunluk en ağır cümledir.
İnsan, yaralı bir hayvandır.
Bir şey, ne idüğü belirsiz bir engel, bir perde aramıza girdi, kaldı orada.Ben perdenin arkasında debelenip durdum, gölgem onu oyaladı, o gölgemle yaşamaktan hiç mutlu olmadı. Haklıydı. Kızamam.
“Benim baktığım birine kimse bakmasın” diyorum ama bunu yüksek sesle söyleyemem deli derler. İnsanın yüksek sesle söyleyemeyeceği şeyleri aklına getirmesi tuhaf. Niye böyle çalışıyor bu yaratığın kafası?
“Doğa isyanı sevmez. “
“ suskunluk en ağır cümledir. “
Tek başıma televizyonun karşısında aptal programların birinden diğerine geçerken bir başarıya ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir alanda olabilir. Harika bir yemek, heyecan verici bir flört, daha iyisi, dillere destan olacak bir sevişme.
“ Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu.”
“ İnsan yaralı bir hayvandır. “
Kendini hakikatle ilişkisi olmayan bir duruma ikna etmek, insanın en temel özelliklerinden biridir.
İhanetin ipuçları keskindir, kalbi yakar.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bu hayatın dengesi nerede kurulmuş? Kim yalnızca gerçekleri söylüyor? Yalansız bir hayat var mı? Bir tek yalanı bile yetmez mi günah hanesini doldurmaya? Ne kadar gerekli ?
Üç, beş, on ..Kaç yalan bir cehenneme der? Beyaz yalanlar, büyük yalanlar, küçük yalanlar, yalancılık var? En büyük yalanın değeri ne kadar? Kelime ne zaman yalan olur, ne zaman uydurma, ne zaman hakikat? Bir cümlenin içinde kaç yalan gizlidir? Kim biliyor? Herkes cehenneme gidecekse cennet niye var? Boş vaat mi?
Ama ne yazıkki bu devirde vicdan, insanların kararlarını değiştirmiyor. Sadece derinlerde bir yerlerde sızlıyor, sonra üstü çeşitli buluşlarla kapatılıyor.
Böylece yolcu, tuttuğu yolda yürümeye devam ediyor.
“Sen benim geçmiş zamanımsın.”
Yani cennete gitmek için yalnızca daha iyi bir Müslüman olmak yetmez, daha zoru, daha iyi bir insan da olmak lazım!
“ evlilik idare etme sanatıdır. Sen de evlenince anlayacaksın. Sabretmeyi öğreneceksin. Sabır yaşla gelir.”
Suskunluk en ağır cümledir,altında ezilirsin .
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçecek fakat görüntüler henüz montajlanmamış; o kadar dağınık.
“İşte herkes kendi meşrebince sever bu dünyada.”
”Bir insanın yalnızlığa tahammül edebilmesi için bedeninin orta yerinde çok sağlam bir iskelete sahip olması gerekir; aklın rüzgârlarıyla eğilip bükülmeyecek, gönül fırtınalarıyla savrulmayacak, boş duvarlardan gelen yankılarla dertlenmeyecek bir ruh iskeletine.”
Başkalarına katlanmak hiç kolay değildir ama daha zoru insanın kendine katlanmasıdır. Ancak ifade kabiliyeti olan insan kendine dayanır, yarattıklarıyla hemhal olup ötekinin cehenneminden kendini kurtarır; artık başkası keyfe keder bir ihtimaldir. Böylesi, bir özgürleşme halidir.
Hayat ah’larla gelip geçiyor işte, çıkardığımız dersler sonraki sevgiliye kalıyor.
Kullanılmamış eşyalar edinerek sanki başka insanların ruhlarını ödünç alıyorum. Yaşanmış bir ev yaratmak istiyorum. Uzantıları olan, derinlikleri olan, geçmişi olan. O eşyalar bana ait değil ama olabilirlerdi. Böyle düşünmek iyi geliyor bana. Sıfırdan kendimi yeniden yaratmam gerekmeyecek. Yeni hayatıma bir çerçeve çiziyorum sanki. Öbür türlüsü içime ürperti veriyor. Yepyeni eşyalara ruh verecek kadar güçlü hissetmiyorum kendimi. Esasında bu iş için fazla yalnızım.
Bu sonsuz ihtimalli dünyada, Allah katında mükemmel bir düzenek kurmak mümkün müdür? Çok zor. İşim çok zor.. En iyisi, çekyatta derin bir uyku..
İnsan, yaralı bir hayvandır.
Çünkü yalın gerçek çekilmez bir şeydir, edebiyat gerçeğe katlanmak için vardır.
Yalanı kim icat etti?İnsanı kim yarattı?Bu dünyadaki her şeyi yaratan yalanı da yaratmadı mı? Tuzak bu tuzak.Hepimiz bu tuzağa düşüyoruz işte.
Başkalarına katlanmak hiç kolay değildir ama daha zoru insanın kendine katlanmasıdır.
Yalnızlık bıçak sırtında yürümektir; başarabilenler için heyecan verici ve yetkinleştirici bir deneyim , tahammül edemeyenler için can yakıcı bir çaresizlik.
Herkes kendi meşrebince sever bu dünyada.
Onun meşrebi neydi?
Insan aklı varoluşundan itibaren zamanı izler ve her birey binlerce yıllık geçmiş ile yüzlerce yıllık henüz yaşanmamış dünya düzeni arasında muğlak da olsa kendine bir yer edinir. Bireyin zamanla olan ilişkisi en az genetik kodları kadar kişiliğinde etkilidir, onu tarifler. Travmatik toplumlar ve bireylerde zamanla ilişkinin geçmiş yanı daha güçlü, bugün kısmı karmaşık, gelecek bölümü ise karanlık ya da alacakaranlıktır, hatta bazen tamamen görünmez olur.
Insan bir anda bütün ömrü boyunca çabaladığı şeyin beyhude olduğunu anlayıveriyor ve bu hayal kırıklığı onun hayatla olan bağlarını tümden zayıflatıyor.
Gençlik döneminde insan ne kadar ailesiyle ters düşmüş olursa olsun kırkından sonra oğullar babalarına, kızlar annelerine benzer.
Insanoğlu ne acayip bir tabiatı var ki bazı şeylerin kıymetini ancak onları kaybettiğinde anlıyor. Her zaman yanında olana, el altındakine karşı daima ihmalkar ve hoyrat
Geride bırakmayı bilmek lazim. Insan geçmişin yükleriyle yaşayamaz. Yükler birikir, karşı çıkmayan insan altında kalır. Karar anıyla yüz yüze gelmek, o güne kadar görmek istemediğin bir hakikatı kabul etmek demek. Pek çok kere bir yenilgi gibi yaşayabiliyor insan bu anı. . Oysa gerçekte yenilgi yok ortada. Tam tersine, bir ilerleme, bir yenilenme var. Hayat döngüsünde zincire eklenen yeni bir halka
Yarı mutlu yarı mutsuz, boşuna çaba, ufuksuz bir hayat. Dağılıp gidemiyorsunuz, derlenip toparlanamıyorsunuz. Kürekleri olmayan bir sandalla açık denizde duruyorsunuz. Ilerleme ihtimali yok, bir yere varmak imkansız.
Gözün görmediğini kalp tamamlar.
Yalansız bir hayat var mı? Bir tek yalan bile yetmez mi günah hanesini dolduramaya? Ne kadar gerekli? Üç, beş, on Kaç yalan bir cehennem eder?
Bizim millet neden ciddiyetten korkar?
Insan durup dururken daha iyi olayım demez. Dese de olamaz zaten. Iyilik içten gelir. Kendi iyiliğini başkasından isteyemezsin.
Evlilik denilen kurum bir öğütme makinesi. Kadını öğütüyor, erkeği öğütüyor, aşkı öğütüyor. Pişmanlıklar, hatalar, işletilmemiş telafi mekanizmaları, söylenmemiş cümleler yığını, es geçilmiş fırsatlar silsilesi.
Çekyat, bir erkek için sonun başlangıcıdır. Yan yatsanız omuzlarınız, sırtüstü yatsanız boynunuz ağrır. Bu musibet açılınca güya genişler, oysa ortasındaki birleşme yeri yüzünden ancak yarısında yatabilirsiniz. Üstelik ortaya doğru hafif bir eğim yaptığından her an düşecekmiş duygusuyla huzursuz olursunuz. Kılıfı o kadar pütürlüdür ki çarşafın altından bile hissedersiniz. Sabaha dayak yemiş gibi uyanacağınız kesindir. Karıları tarafından gözden çıkarılan erkekler ilk olarak çekyatta yatarlar, ikinci aşamada da kapı dışarı edilirler.
Suskunluk en ağır cümledir, altında ezilirsin.
Her canlı bir gün ölümü tadacaktir. Bugün, o gün mü benim için?
Elbette ben de her fani gibi birçok kez ölümü düşündüm. Bir kalp krizi, belki bir kaza, fazla süründürmeyen makul bir hastalık. Kendime daha çok bu tür ölümleri yakışırtırmıştım. Alnımda bir kurşun deliği? Doğrusu hiç aklıma gelmemişti.
Ayaklarımdan boğazıma doğru bir ürperti hücum ediyor. Şu anda da beynime doğru yürüyor. Son anımda bir sümüklü böceği mi düşüneceğim? Böyle kimsesiz, habersiz, bir ağaç gölgesinde mi göçüp gideceğim öbür dünyaya? Eşim, dostum, bana sahip çıkacak kimse yok mu? Niye buradayım? Kim vurdu beni?
Insan, yaralı bir hayvandir.
Bir insanın yalnızlığa tahammül edebilmesi için orta yerinde çok sağlam bir iskelete sahip olması gerekir; aklın rüzgârlarıyla eğilip bükülmeyecek, gönül fırtınalarıyla savrulmayacak, boş duvarlardan gelen yankılarla dertlenmeyecek bir ruh iskeletine.
İnsanı ateş değil kendi gafleti yakar. Herkeste kusur görür, kendine kör bakar.. Bil ki neye nasıl bakarsan o da sana öyle bakar, demiş Mevlânâ Hazretleri.
Suskunluk en ağır cümledir.
Ama mecburiyet insanı sevdiğinden de tiksindiriyor.
İnsan,yaralı bir hayvandır.
Sana meylim bir ihtiyaçtan ya da bir çıkardan kaynaklanmıyor: zaten ne çıkarım olabilir ki? Daha çok telafi arzusu benimki; kaybedilmiş zamanın, önlenmemiş kırgınlıkların telafisi.
Çünkü yalın gerçek çekilmez bir şeydir, edebiyat gerçeğe katlanmak için vardır.
İnsanoğlunun ne acayip bir tabiatı var ki bazı şeylerin kıymetini ancak onları kaybettiğinde anlıyor. Her zaman yanında olana, el altındakine karşı daima ihmalkar ve hoyrat
Bir insanın yalnızlığa tahammül edebilmesi için bedeninin orta yerinde çok sağlam bir iskelete sahip olması gerekir; aklın rüzgarlarıyla eğilip bükülmeyecek, gönül fırtınalarıyla savrulmayacak, boş duvarlardan gelen yankılarla dertlenmeyecek bir ruh iskeletine.
Geride bırakmayı bilmek lazım. İnsan geçmişin yükleriyle yaşayamaz. Yükler birikir, karşı çıkmayan insan altında kalır. İtiraz etmek cesaret gerektiriyor elbette. Karar anıyla yüz yüze gelmek, o güne kadar görmek istemediğin bir hakikati kabul etmek demek. Pek çok kere bir yenilgi gibi yaşayabiliyor insan bu ânı. Aslında bu bir aldatmaca. Allah’ın tamahkâr ve itaatkar insan için yarattığı yanılsama. Oysa gerçekte bir yenilgi yok ortada. Tam tersine, bir ilerleme, bir yenilenme var. Bu bir vedalaşma ve aynı zamanda bir selamlama.
Ama bazen böyle olur. İnsanoğlu bir anda oynatıcısı meçhul bir kuklaya dönüşebilir.
Niye yazıyorum? Sebebi yok. Sadece bakana, anlayana, bir göz kırpma o kadar. Hayat sadece taştan, topraktan, gerçekten ibaret değil. Onlar mağaranın duvarları. Sadece gerçek peşinde koşarsan mağaranın içinde yaşarsın ömrün boyunca. Dışarıyı hayallemek diye bir şey var. Güneşi, havayı, ruhu hayallemek, toz zerreciklerini, görünmezi , olmayanı hayallemek
Şüphe fena bir şeydir. Virüs gibi farkettirmeden vücuda girer ve yalnız insanın ruhunu değil, kalbini, aklını, bakışlarını, duruşunu, gecesini, gündüzünü, rüyalarını, hülyalarını, işini, gücünü, bugününü, yarınını, her şeyini etkiler.
Bu kadın suskunluğuyla parçalıyor içimi. Onun silahı da bu işte, sessizlik.
Hiç anlatmadım bu kadına kendimi. Yok, onun suçu değil. Anlamadı değil, sahiden ben anlatamadım. Ne dilimle söyleyebildim ne gövdemle ifade edebildim. Bir şey, ne idüğü belirsiz bir engel, bir perde aramıza girdi, kaldı orada. Ben perdenin arkasında debelenip durdum, gölgem onu oyaladı, o gölgemle yaşamaktan hiç mutlu olmadı.
Bir kadını sevmek istiyorum; hakikaten iliklerime kadar sevmek ilk tanıştığımız günlerdeki gibi bakışlarıyla heyecanlanmak, kalp çarpıntısıyla sarsılmak
Suskunluk en ağır cümledir, altında ezilirsin.
Nihan’ın yüzünde bir ifade yok, hiçbir ifade yok, omuzunda bir kurulama bezi var ve elleri ıslak öyle duruyor, ağzından da bir kelime düşmüyor, hoş geldin, iyi ki geldin, niye geldin, herhangi bir ifade düşse, ben onunla sıradan bir şekilde yeni bir hayata başlamak istiyorum. Çok sıradan, gireyim eve oturayım koltuğuma, ayaklarımı uzatayım öbür koltuğa, çoraplarımı çıkarayım, sehpanın altında dursun onlar, televizyon izleyeyim ve sonra Nihan dolansın ortada, çay yapsın bana, bu tür şeyler
İnsanoğlunun ne acayip bir tabiatı var ki bazı şeylerin kıymetini ancak onları kaybettiğinde anlıyor. Her zaman yanında olana, el altındakine karşı daima ihmalkâr ve hoyrat..
Mesafe onda bir hastalıktı. Dolmuş kuyruğunda beklerken birisi kendisine fazlaca yanaşsa kavga çıkarırdı. Okula götürürken elimden sıkı sıkı tutar, fakat asla yanağımdan öpmezdi. Yatarken çıkardığı terliği ile karyolası arasındaki mesafeye, hatta terliklerinin birbirleriyle olan uzaklığına bile dikkat ederdi. O zamanlar sinir olurdum ama şimdi düşünüyorum da ne zor bir hayat. Kendi kendine eziyet edip durmuş bir yandan da.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir