William H. McNeill kitaplarından Dünya Tarihi kitap alıntıları sizlerle…
Dünya Tarihi Kitap Alıntıları
Yanlışları düzeltecek bir gelecek hakkında tumturaklı kehanetlerde bulunmak, her zaman peygamberliğin başta gelen özelliği olmuştur.
Yanlışları düzeltecek bir gelecek hakkında tumturaklı kehanetlerde bulunmak, her zaman peygamberliğin başta gelen özelliği olmuştur.
Bir başka önemli gelişme, atın boğazını sıkıp soluğunu daraltmaksızın ağır yükleri çekme yolunda olanca gücünü kullanabilmesine olanak veren hamudun bulunması oldu. Daha önceleri at, kesinlikle yalnızca askeri amaçlar için kullanılırken, hamut ve -atın gevrek tırnaklarının sert yüzeylerde çatlamasını engelleyen- nal, Avrupa köylülerinin atları işe koşmalarına olanak verdi.
Aynı tarihlerde (İ.S. 600-1000 yılları arasında) Türk kabileleri, Doğu Avrupa’da ve Orta Asya’da uygarlığa ilk adımlarını atmışlardı. En iyi örgütlenmiş Türk devletleri, o tarihlerde uygar komşuları arasında yerleşmiş bulunan İslamlığı kabul etmediler; fakat (Hazarlar örneğinde olduğu gibi) Yahudiliği ya da (Uygurlar örneğinde olduğu gibi) Mani dinini yeğlediler. Böylece uygar komşuları karşısında tinsel ve kültürel bağımsızlıklarını daha çok korumuş oldular.
Çobanlığın, savaşın ve kervan ticaretinin bozkırdaki Türk kabilelerinin yaşamında başrolü oynamayı sürdürmesi, onların dinsel ve kültürel alanda, tüm yaşamlarını tarıma dayamış uygar çağdaşlarından farklı bir yol tutturmalarını kolaylaştırdı.
Siyaset alanında ilerlemek ise bir komutanlık elde edebilmek için Senato’nun gözüne girebilmeye dayandı. Askeri birliklerin ülkeden uzakta tutulması, komutanların da, askerlerin de ve çoğu kez Senato’nun da işine geliyordu. Bu nedenle Roma, çoğu zaman dıştan gelen tehlikelerden dolayı değil, ülke içinde karşılaşılan güçlüklerden dolayı, küçük bahanelerle savaşlar
acmava basladı.
İslamlığın enerjik sofu savunucuları önünde inatla tutunabilen geçmişten gelme bir davranış da kurgucu düşünceydi. Yunanlar arasında büyük önem verilerek geliştirilen insan aklının kurgucu (spekülasyoncu) düşünce alışkanlığının tümüyle bastırılması olanaksızdı. Ulema, dinsel konularda kurgucu teoloji sorunlarından yararlanmayı büyük bir kararlılıkla ve genel olarak başarıyla reddederek kurgucu düşüncenin kendisini baştan çıkarmasına karşı koyabildi. Bir insanın bilmesi gereken her şeyin Kur’an’da ve Geleneklerde (Sünnet) bulunduğu düşüncesi, doğruluğunun araştırılması gerekmeyen apaçık bir gerçek olarak görüldü.
Ömer, İ.S. 644’te siyasal bir cinayete kurban gidince, İslam topluluğu ilk büyük sınavıyla karşılaştı. Yerine seçilen Osman (644-656 arasında yönetti) bozuk yönetimi yüzünden Peygamber’in yakınlarını ve Ayşe’yi kızdırdı. Bunun üzerine Ayşe’nin erkek kardeşlerinden biri tarafından öldürüldü. Yerine Hazreti Muhammed’in yeğeni, ona ilk katılanlardan Ali geçti. Ama o da Peygamber’in yakınlarının muhalefetiyle karşılaştı.
Birinci dünya savaşından çekilen ilk devlet Japonya’dır ..
İngilizlerin yalnız olarak işgal ettiği ilk Osmanlı vilayeti Musul’dur ..
Birinci dünya savaşından en kazançlı çıkan devlet ABD’dir ..
1914’den önce çoğu önemli buluş, az çok kendi başlarına çalışan bireyler tarafından yapıldı. Kaşifler ya da onların aracıları, çoğu kere yapılan buluşların uygulama alanında kullanabilmesinden önce, bu buluşların değerini başka kişilere kabul ettirebilmek için büyük çaba göstermek zorunda kalıyorlardı. Fakat Birinci Dünya Savaşı sırasında ve daha açık bir biçimde İkinci Dünya Savaşı sırasında buluş ile uygulama süreçleri arasındaki bu geleneksel ilişki tersine döndü. Önce ne tür bir makine ya da silah istendiği saptandı. Sonra uzmanlara istenilen nitelikleri sağlayabilecek bir şeyin projesini hazırlama görevi verildi. Böylece buluş, bilinçli ve hatta bir dereceye kadar dizginleri ilgililerin elinde bulunan bir süreç durumuna geldi. Tankların ve uçakların ne zaman, hangi hızla, nerelere kadar ve ne kadar yük taşıyarak gidebileceklerini güvenle söyleyebilme olanağı doğdu. Hatta bu tür gelişmiş modellerin tasarımlarının hazırlanıp yapımına geçilmesinin ne kadar zaman alacağını kabaca kestirmek olanak içine girdi.
Muhammed’in uyarılarını birkaç Mekkeli kabul etti; fakat büyük çoğunluğu, onun puta tapma diye suçladığı eski geleneksel inançlarından dönmedi. Bunun üzerine Muhammed İ.S. 622’de Mekke’den Medine’ye göç eti. Kendisi, daha önce kavgalar nedeniyle bölünmüş olan bu vaha kentindeki bir grup tarafından, bir yabancının aralarındaki sorunları çözüme bağlayabileceği umuduyla çağrılmıştı. Bu tarihten başlayarak Muhammed, bir siyasal önder ve bir yasakoyucu oldu. Medine’de yetkesini kabul etmeyen Yahudilerle çatıştı; bu, onun başından geçen ilk doğrudan çatışmaydı. Bunun üzerine Muhammed, onları Medine’den sürüp çıkardı ve izleyicilerine dağıtmak üzere topraklarına el koydu. Az sonra bir başka Yahudi vahasını ele geçirdi. Bu kez, kişi başına haraç vermeleri koşuluyla, onların topraklarını ellerinden almadı. Yahudilerle arasında geçen bu ilk çatışmalar, ilerde Müslüman yöneticilerle onların Yahudi (ve daha sonra Hıristiyan) uyruklarının ilişkilerini saptayan bağlayıcı örnekler sayılacağı için büyük önem taşır.
Bizans imparatorları, savunmayla ilgili ivedi askerlik sorununu çözmek için, tehdit edilen herhangi bir sınır bölgesine ya da ayaklanma baş gösteren herhangi bir eyalete, her an hareket etmeye ve buralarda imparatorluğun istemini zorla kabul ettirmeye hazır bir sürekli orduyu beslemeye çalıştılar ve bu askeri gücün kendilerine yakın bir bulunmasını yeğlediler. Ancak vergi gelirleri, pahalı araçlarla donatılmış ve zırhlı süvarilerden oluşacak büyük bir birliği beslemelerine yeterli değildi. Örneğin Justinianus, Batı Akdeniz’de yitirilen eyaletleri yeniden fethetmeye kalkışınca, ücretlerini savaş ganimetlerinden ve çapuldan sağlanacak gelirlerle ödemek umuduyla, büyük generali Belisarius’un ağır süvarilerden oluşan 5000 kişilik özel bir birlik toplamasına izin verme yoluna başvurdu. Bu nedenle, Belisarius’un Italya’da geçirdiği uzun sefer yılları (İ.S. 535-549) yerel halka o zamana kadar uğradıkları herhangi bir barbar istilasından daha büyük zarar veren acımasız ve uzun bir yağmacılık dönemi oldu.
İmparator Konstantinos (İ.S. 306-337 arasında yönetti) Roma yönetiminde iki önemli değişiklik yaptı. Adını Konstantinopolis olarak değiştirdiği Byzantium’da (Bizans’ta) yeni bir başkent kurdu ve Hıristiyanlığı, kayırılan bir devlet dini yaptı. Kentin gereksinimlerini Karadeniz ve Ege kıyılarından getirilecek mallarla karşılamak bir dereceye kadar kolay olduğu için, yeni başkent, hem ticaret hem de savunma açısından elverişli bir konuma sahipti. Roma İmparatorluğu (çoğu kez dendiği gibi Bizans İmparatorluğu) varlığını hiçbir kesintiye uğramaksızın 1204’e kadar sürdürebilmesini başkentin bu konumuna borçludur.
Hristiyanlık da, Konstantinos zamanından başlayarak Roma hükümetine önemli bir destek sağladı. Hıristiyan piskoposlarının çoğu, imparatorla işbirliği yapmaya istekli olduklarını gösterdiler ve Konstantinos ile ardıllarını imparatorluğu yönetmesi için Tanrı tarafından seçilmiş kişiler olarak gördüler. Bu, iktidarın askerlerce gasp edildiği çıplak gerçeğini bir yasallık örtüsüyle gizleyebilecek basit, fakat inandırıcı bir düşünceydi. İmparator Theodosius (ölümü İ.S. 395) Hıristiyanlığa rakip tüm inançları yasaklayarak ve böylece Roma devletini resmen Hıristiyan bir devlet yaparak, taht ile kilise arasındaki ittifakı mantıksal sonuçlarına dek geliştirdi.
Bir Batılı, kendi geçmişini günündekinden farklı biçimlerde ve yönlerde etkileyen kültürel hareketlerin önemini her zaman küçümseme eğilimindedir. Bu nedenle, Hint uygarlığının Güneydoğu Asya’ya yayılması olgusunun Çin, Kore ve Japon yaşam biçimleri üzerine etkisinin insanlığın yarısından fazlasının uygarlığını ortak bir renge boyadığını vurgulamak gerekir.
Mahabharata son derece uzun bir şiirdir, aşağı yukarı Hristiyan Kitabı Mukaddes’inin tümünün* üç buçuk katı kadar uzundur. İçinde çok çeşitli konulardan söz edilir. Birbirine rakip savaş arabalı iki soylu savaşçı topluluğu arasında geçen kahramanca savaşları anlatan eski bir öykü, destanın çekirdeğini oluşturur. Bu öykünün geçmişi, Aryan dönemlerinde halk ozanları tarafından okunan şarkılara dayansa gerek.
*Kitab Mukaddes’in Türkçe çevirisi 902 sayfa Eski Ahit , 274 sayfa Yeni Ahit olmak üzere 1176 sayfa tutmaktadır, her sayfa sık satır çift sütun ile yazıldığı için bu, Türkçesi seyrek satır 250-350 sayfa tutan Kur’an sayfalarıyla aşağı yukarı 2500 nominal sayfa sayısını bulacaktır, bunun üç buçuk katı, on bin sayfaya yakın bir büyüklük demektir. (çeviri notu).
İnsan aklının büyük buluşlarından biri olan sayısal işaretlemenin ondalık yerleştirme sistemi, I.S. 270’te Hindistan’da ortaya çıktı. Bizim Arapça sayısal işaretleme dediğimiz, Arapların Hindistan’dan çıktığını belirttikleri (ki doğrusu da budur) bu basit sistem, alfabetik yazıyla birlikte insanın buluş yeteneğinin en önemli örneklerinden biridir. Bu yerleştirme sistemi bir kez bulununca, hesaplama işlemleri oldukça kolaylaştı ve hızlandı. Bunun sonucunda, hem pazar yerlerindeki işler hem de kuramsal matematikçilerin anlaşılması güç işlemleri büyük ölçüde kolaylaştı. Bununla birlikte, bu yetkinleştirilmiş sayısal işaretleme sisteminin yayılması oldukça yavaş oldu. Onun yanı sıra eski işaretleme sistemlerini de kullanmayı sürdüren matematikçiler için, uzun süre bir matematik oyunu olarak kaldı. Bu sistemin günlük hesaplamalarda kullanılışı, Araplar arasında I.S. onuncu yüzyılda yayıldı ve Latin Hristiyanlık dünyasına bu tarihten iki yüzyıl sonra girdi.
Kast kuramı da klasik biçimini Dharma Şastra’larda buldu. Bu dünyadaki yaşamda kast görevlerinin eksiksiz yerine getirilmesinin, ruhu ölümden sonra yeni bedenlere girerek dünyaya sonraki gelişlerinde, varlık merdiveninin daha yukarı basamaklarına hazırladığı öne sürüldü. Art arda yaşamlar boyu sürdürülecek ahlaka uygun davranışlar, sonunda ruhun, herkesin tek bir varlık ve tekin herkes olduğu gerçeklik ülkesine, sonsuza dek kalmak üzere girmesine olanak verecekti. Ancak bu noktaya varana dek ne kadar kaba, basit, akılla açıklanamaz olursa olsun, kastının geleneklerine uymak, içinde bulunduğu grubun törenlerini ve göreneklerini yerine getirmek herkesin ahlaksal göreviydi.
Özellikle tanrı nitelikleriyle insan niteliklerinin aynı kişide toplanması, Yunanların hiç de yabancısı olmadıkları bir düşünceydi. Mesih Isa’nın bir insan, fakat aynı zamanda Tanrı’nın Oğlu, dolayısıyla tanrısal olduğu düşüncesi, Yunanca düşünen ve Yunanca konuşup Hıristiyanlığa geçmiş olan kişilere son derece çekici göründü. Bu nedenle, Mesih’in varlığının tanrısal yanını daha fazla vurgulama eğilimi doğdu.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İsa ve öğrencileri, açıkça Tanrı’nın hemen dünyanın gidişine karışıp bozulmuş dünyayı düzeltecegini ummuşlardı. Umdukları çıkmayıp Yeruşalim’deki Roma yetkilileri (İ.S. 30 dolaylarında) İsa’yı tutuklayıp çarmıha gerdikleri zaman, önce bu beklentilerin asılsız oldugu sanıldı. Fakat çok geçmeden üzgün havariler bir yukarı oda da toplandılar ve birden üstatlarının yüreklere sıcaklık veren varlığını duydular. Bu onlara, İsa’nın çarmıhta ölmesinin her şeyin sonu değil de aslında her şeyin başlangıcı olduğunun kesinlikle inandırıcı bir kanıtı olarak göründü. İsa’nın izleyicileri, yenilenen umutlarının verdiği büyük güçle, İsa’nın uzun zamandır beklenen Mahşer Günü nü başlatmak üzere yakın bir gelecekte onurla döneceği sonucuna vardılar. Dostları ve üstatları İsa, onlara gerçekten eskilerin önceden bildirdikleri kişi, Tanrı tarafindan öğretisine kulak verenleri kurtarmak için gönderilmiş bulunan ve ölülerle dirileri yargılamak üzere az sonra ateşten bulutlar üzerinde geri dönecek Mesih olarak göründü.
Sokrates hiçbir şey yazmadı. Kendisini en çok, içlerinde hemen her zaman soruşturmacı rolünü oynadığı Platon’un diyaloglarından tanırız. Platon’un Sokrates portresi, çizerinin görüşlerine ve seçimlerine uyacak biçimde rötuştan geçirilmiş olabilir. Komedi ozanı Aristophanes (ölümü İÖ 385) ve tarihçi Ksenophanes de (ölümü İÖ 354) Sokrates’in portrelerini çizdikleri yazılar bıraktılar; ne var ki bunlar, Platon’un diyaloglarında baş rolü oynattığı Sokrates ile pek az benzerlik gösterir. Bazı bulanıklıklara karşın, Sokrates’in, öğrencisi Platon gibi radikal bir tutucu olduğu ortada.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hem Ptoleme İmparatorluğu hem de Selevkos İmparatorluğu büyük ölçüde Yunan göçmenlere dayanıyordu. İskender’in fetihlerinin kışkırtmasıyla binlerce Yunan yabancı ülkelerde zengin olmak umuduyla, arıların kovanlarından boşalışı gibi anayurtlarından boşaldı. Bazıları devlet memuru ve yönetici oldu, ötekiler askerlik mesleğine girdi, kimi de askeri önem taşıyan koloni bölgelerine gidip buralara çiftçi olarak yerleşti. Fakat Yunan göçmenlerin büyük çoğunluğu tacir, doktor, mimar, yazıcı, vergi toplayıcısı, profesyonel sporcu, aktör vb. olarak, hem devlet hizmetinde hem özel işlerde hem de serbest mesleklerde yüzlerce farklı iş yapan kent halklarımı oluşturdu.
Sokrates hiçbir şey yazmadı. Kendisini en çok, içlerinde hemen her zaman soruşturmacı rolünü oynadığı Platon’un diyaloglarından tanırız. Platon’un Sokrates portresi, çizerinin görüşlerine ve seçimlerine uyacak biçimde rötuştan geçirilmiş olabilir. Komedi ozanı Aristophanes (ölümü İÖ 385) ve tarihçi Ksenophanes de (ölümü İÖ 354) Sokrates’in portrelerini çizdikleri yazılar bıraktılar; ne var ki bunlar, Platon’un diyaloglarında baş rolü oynattığı Sokrates ile pek az benzerlik gösterir. Bazı bulanıklıklara karşın, Sokrates’in, öğrencisi Platon gibi radikal bir tutucu olduğu ortada.
Gene bu yıllarda(İÖ 5. YY) , bilmecemsi bir kişiliği olan bir başka düşünür, sofistlerin ortaya koydukları ahlak ve politika sorunlarıyla uğraştı. Bu düşünür, çağrıldığında Atina’ya asker, magistra olarak hizmet etmekten kaçınmayan, buna karşın kendini Atina yasalarının ve yönetiminin gerçekten adaletli, akla uygun ve iyi olduğuna inandıramayan, Atina’nın yerlisi olan Sokrates idi (ölümü İÖ 399 dolayları). Sokrates zamanını, sahip olduğu görüşlerin ve inançların aslında doğru olmadığını, insanın ardını bırakmayan ve derinleri kurcalayan sorgulamalarıyla ortaya koymasının yaratacağı sarsıntıyı göze alabilen herkesle halk arasında tartışarak geçirdi.
Atina halkının filozoflara hiç güveni yoktu. Örneğin ünlü bir filozof ve Perikles’in dostu olan Anaksagoras, güneşin bir tanrı değil de yalnızca kor derecesinde kızgın bir taş olduğunu öne sürdüğü için tanrılara saygısızlık suçlamasıyla sürgün edildi.
Eski sanat yapıtlarının ve öteki maddi kalıntılarının fotoğraflarının incelenmesi, geçmişi öğrenmeye çalışan birinin izleyebileceği bir başka ve çok yararlı yoldur. Bu yolun üstünlüğü, sizinle özgün yapıt arasına hiçbir çevirmenin girmemesini sağlar. Ayrıca iyi resimlenmiş bir kitabın sayfalarını çeviren bir okuyucu, kısa denebilecek bir süre içinde kolaylıkla oldukça çok sayıda yapıtı gözden geçirebilir. Bu, karşılaştırmalar yapma olanağı verir. Eğer öğrenci kafasında her bir sanat yapıtını içine yerleştireceği gevşek bir zaman-yer taslağını tutma çabasına katlanırsa, karşılaştırmalar bir yerden bir başka yere, bir zamandan bir başka zamana değişen anlayış biçimlerinin özünü kavrama olanağı verebilir.
Konfüçyüs yaşasaydı ve kendisine düşüncelerinin sonunda başarıya ulaştığı söylenseydi, eskilerin bilgeliğine hiçbir şey eklenmediğine inandığı için bu sözleri saçma bulurdu. Görüşlerinin yeni düşünceler olduğunu reddederken bir bakıma tam da gerçeği yansıtıyordu. Çünkü Konfüçyüs geriye, ilk Çoular dönemlerine, ondan da ötelere, Şanglar, Hsialar günlerine ve tanrı imparatorlarının efsanevi çağına derin bir özlemle bakmıştı. O günlerin (Gök ve yeryüzü, birbiriyle doğru dürüst ilişkiler içinde bulundukları için) zamanından iyi olduğunu düşünmüştü. Geçmiş hakkındaki bu görüşü kafasını, gününün baş sorunuyla, yani iyi bir insan kötü bir dünyada nasıl yaşayabilir sorunuyla uğraşmasına hazırlamıştı. Çünkü ona göre sorun, Gök ve yeryüzünün arasında kurulması gereken uyumlu ilişkiler (açıkça görüldüğü gibi) yoksa, bilge kişinin bu durumda ne yapmasının gerektiğinin bilinmemesiydi.
Atina, Yunan düşünüşünün ilk dönemlerinin önemli bir merkezi değildi. Fakat Ege’nin egemeni durumuna gelince, çeşitli mesleklerden yabancıların yanı sıra filozoflar da Atina’da toplanmaya başladı. Atina halkının filozoflara hiç güveni yoktu. Örneğin ünlü bir filozof ve Perikles’in dostu olan Anaksagoras, güneşin bir tanrı değil de yalnızca kor derecesinde kızgın bir taş olduğunu öne sürdügü için tanrılara saygısızlık suçlamasıyla sürgün edildi.
Taoizm az çok gizli birtakım bilgiler çevresinde kurulmuş, ancak sınırları iyi çizilememiş olan bir gelenekti. Taoistler sağlık ve uzun ömür verdiğini düşündükleri tılsımlı muskalara ve törenlere önem verdiler, bunların insanlara ve doğaya görülmedik güçler kazandıracağını, örneğin havada uçma yeteneği verebileceğini sandılar. Bir sonraki dönemde ve bir dereceye kadar Budizmin itişiyle, Taoizm bir öğreti belirginliğine yaklaştı. Fakat Konfüçyüs çağında Taoistlerin, ilk Yunan filozoflarından ya da Hindistan’ın kutsal adamlarından çok, Sibiryalı şamanlara ya da Amerika’nın Kızılderili kabilelerinin sihirbaz-hekimlerine benzer durumda olmaları daha olası görünüyor.
Taoizm az çok gizli birtakım bilgiler çevresinde kurulmuş, ancak sınırları iyi çizilememiş olan bir gelenekti. Taoistler sağlık ve uzun ömür verdiğini düşündükleri tılsımlı muskalara ve törenlere önem verdiler, bunların insanlara ve doğaya görülmedik güçler kazandıracağını, örneğin havada uçma yeteneği verebileceğini sandılar. Bir sonraki dönemde ve bir dereceye kadar Budizmin itişiyle, Taoizm bir öğreti belirginliğine yaklaştı. Fakat Konfüçyüs çağında Taoistlerin, ilk Yunan filozoflarından ya da Hindistan’ın kutsal adamlarından çok, Sibiryalı şamanlara ya da Amerika’nın Kızılderili kabilelerinin sihirbaz-hekimlerine benzer durumda olmaları daha olası görünüyor.
Konfüçyüs, soyluluğun her zaman soydan geldiğine inanmadı. Tersine, uygun bir eğitimin, soyluluğa yatkın bir genci babası aşağı tabakadan olsa bile bir beyefendi yapabileceğini düşünmüş göründü. Doğal yetenek temelleri üzerine kurulan bir eğitim böylece, tutkulu ve yetenekli insanların toplumsal merdivenin tepesine doğru yükselmeyi umabilecekleri yolu açabilir. Bu görüş, İlk Çoular döneminin babadan oğula geçen aristokrasisinden bir kopuş olup gelenekçi Konfüçyüsçü Çin’in çok belirgin ve önemli bir yönünü oluşturacaktır.
İyi bir adam, dedi, yaşamın tüm sıradan koşulları ve beklenmedik olayları karşısında erdemin yolunu izlemelidir. Olanak bulduğu her durumda, eski dinsel törenleri öğrenmeli ve yerine getirmelidir. Olanak bulduğu her durumda, iyi, akıllı, yürekli olmalıdır. Üstlerine saygı göstermeli, astlarından kendisine saygı göstermelerini beklemelidir. Görev kendisine verildiği zaman, akıllı ve iyi bir yönetim gösterebilmek için kendini hazırlamalıdır.
Olgulara uymayan ikinci nokta, zafere ulaşan devrimlerden, Marx’ın kehanetindeki gibi uluslararası kardeşliğin doğmamasıydı. Yeni komünist yönetimler, Ruslarla işbirliği yapmak yolunda fazla istek göstermediler. Özellikle Çinlilerin tutumu böyle oldu. Bununla birlikte, komünist kampta su yüzüne çıkan ilk bölünme, Stalin’in 1948’de Yugoslavya üzerinde denetim kurmaya kalkmasının, Yugoslavya halkının karşı çıkmasına yol açmasıyla görüldü. Bu tür sürtüşmelerin gerisinde, komünistlerin iktidarı ele
geçirmeleriyle ulusçuluğun ve ırksal-kültürel gurur duygularının kökünün kazınamamış olması gerçeği vardı. Komünistlerin iktidara gelişlerinin, ulusçuluğun kökünü kazımak şöyle dursun, Asya komünist akımlarının komünist olduğu kadar da ulusçu olduğu ve beyaz ırkların emperyalizmine saldırırken, Fransızlarla İngilizler kadar, Ruslara
da karşı olan ırksal duygularını harekete geçirmeye çalıştığı ortaya çıktı.
Almanların Moskova cephesinde ilk gerilemeleri, 6 Aralık 1941’de görülmüştü. Ertesi gün Japonya Pearl Harbor’daki Birleşik Devletler filosuna saldırdı ve böylece
Amerikalıları savaşa sakmuş oldu. llk birkaç gün içinde, Birleşik Devletler’in Japonya’nın yanı sıra Almanya’ya da savaş ilan edip etmeyeceği belli değildi. Hitler Birleşik
Devletler’e savaş ilan ederek bu sorunu, Amerika hükümeti yerine çözmüş oldu.
Tek bir kitle gibi hareket eden birkaç bin zırhlı adamın yaptığı becerikli bir saldırının, süvari birliklerini ya da herhangi bir karşı gücü savaş alanından silip süpürebileceği görüldü. Falanks düzeninin bu yeteneği açıkça anlaşılınca, her kent, yurttaşları arasından olabildiğince büyük bir falanks örgütleyip yetiştirmek zorunda kaldı. Falanksın güçlendirilmesine karşı çıkan her şey kenti tehlikeye attı.
İ.Ö. yedinci yüzyılda, Sparta’da köleleştirilmiş uyrukların başkaldırısının Dor yöneticileri yıkıma uğratmakla tehdit ettiğinde olduğu gibi, tehlike büyüdüğünde tepki şiddetli olabiliyordu. Spartalılar, yirmiyle otuz yaş arasındaki her yurttaşın barakalarda yaşayıp birlikte asker yemeği yemelerini isteyerek, kendilerini kendi ülkelerinde neredeyse sürekli bir garnizona dönüştürdüler. Başka hiç bir Yunan kenti boyle aşırı bir tepki göstermedi; fakat başka hiçbir Yunan kenti böylesine profesyonel bir savaşçı güç de yaratamadı.
alfabetik yazı, sıradan kişilere okuryazarlığın başlangıç ilkelerini öğrenme olanağını vererek öğrenimi demokratlaştırdı. Daha önceleri özel rahipler topluluğunun ve yüksek eğitim görmüş yazıcıların kendilerine sakladıkları uygar toplumun yüksek entelektüel gelenekleri, alfabe aracılığıyla, daha önceleri görülmemiş biçimde rahip olmayanların ve halkın ulaşabileceği kaynaklar durumuna geldi.
Biz Batılılar olarak dinimizi Firavun’dan kaçan Ibrani mültecilere borçluysak, politikamızı da, Musa’nın izleyicilerini Mısır’dan çıkarıp çöle götürmesinden iki yüzyıl kadar sonraki bir tarihte, Dorlardan kaçan, yeni ve dostça olmayan bir çevrede yaşayabilmek için geleneksel toplumlarını yeniden örgütlendirmek ve akla dayandırmak zorunda olan Yunan göçmenlere borçluyuz.
çöküşün habercileri olan içten ve dıştan gelme meydan okumalara karşı çıkma yolunda geleneksel davranışları ve geleneksel kurumları değiştirmeme, Müslüman kafaların bir yetersizliğinin değil, bir isteksizliğinin ürünüydü.
Kast ilkesini ayakta tutan üçüncü etmen, kuramsal bir öğe olan reenkarnasyon ile varna ögretisiydi. Varna öğretisi tüm insanların doğuştan şu dört kasta ayrıldığını savunur: Dua eden Brahmanlar, savaşan Ksatriyalar, çalışan Vaisyalar ve kirli işleri gören Sudralar. Resmi öğreti ilk üçünü Aryan kökenli kastlar, dördüncüsünü kökeni Aryan olmayan kast olarak sınıflandırdı ve üstte Brahmanlar’dan altta Sudralar’a kadar uzanan kast basamaklarına büyük önem yükledi. Gerçek durum, hiçbir zaman bu kurama uymadı. Brahman öğretisinin tanıdığı dört kast yerine, gerçek yaşamda yüzlerce, belki binlerce kast vardı. Reenkarnasyon öğretisi varna öğretisiyle birleştirilince, görünüşteki adaletsizlik ve anormallikler ortadan kalktı.
Zerdüştçü dualizm, kötülüğü, herhangi bir kesin tektanrıcı inancın yapabileceğinden çok daha akla yakın biçimde açıkladı. Bu nedenle, Yahudi-Hıristiyan-Müslüman geleneklerinde, kaynakları dolaylı olarak Zerdüşt’e kadar dayanan dualist duşüncelerden birçok kez yararlanıldı; fakat Zerdüşt dininin kendisi, varlığını daha sonra yapılan geniş çaplı bir değişiklikten sonra, ancak Hindistan’ın Parsiler topluluğu arasında güçlükle sürdürebildi.
Avrupa’nın 1500-1648 yılları arasında çektiği doğum sancıları, şaşırtıcı biçimde, bu çağın hemen tüm büyük adamlarının istediklerini tersi sonuçlar doğurdu. Evrensel bir gerçekliğin bulunup uygulanmaya konması yerine, Avrupalılar, birbiriyle görüş birliğine varamayabilecekleri yolunda görüş birliğine vardılar. Düşünce çoğulculuğu Avrupa toprağına, daha önce olduğundan çok daha derinlere kök salarak yerleşti.
İnsanın doğaüstüyle ilişkilerinin yeniden tanımlanması yolundaki bu uğraşıda, Filistin’de odaklaşmış ve İbrani kutsal yazılarına geçirilmiş olan Yahudi geleneği, yaşamsal bir önem taşıdığını kanıtladı; çünkü yalnızca çağımızın Yahudiliğinin değil, aynı zamanda Hıristiyanlığın ve Islamlığın da kaynağı durumuna geldi.
Eski Ortadoğu toplumunun entelektüel ve dinsel evrimi, etik ve aşkın bir tektanrıcılığa doğru eğilim gösterdi. Ama bu eğilimi yalnızca Yahudiler, tutarlı biçimde ve bulanık olmayan mantıksal bir sonuca kadar götürebildíler. Öteki halklar, bir tanrıyı öbür tanrıların üstüne çıkardıkları ve belli bir tanrının kudretini tüm evreni kapsayacak biçimde büyüttükleri zaman bile, geleneksel çoktanrıcılığı tümüyle bırakamadılar.
ÇOBANLIK
İlk çiftçi topluluklar oldukça barışçı ve eşitlikçiyken, başarılı büyük hayvan avcılarının ayırt edici özelliği olan savaşçı örgütleniş ve şiddete başvurma alışkanlıkları böyle bir çoban yaşamında önemini yitirmedi. Aralarındaki bu zıtlık, çobanlara, çiftçilerle herhangi bir askeri çatışmada açık bir üstünlük verdi. Gerçekten çobanlar öylesine büyük bir üstünlüğe sahip oldular ki, her zaman öteki insanları boyun eğdirerek ve onları hayvanlarıymış gibi sömürerek evcilleştirmeye kalktıkları görüldü.
Yazı
Tarihin daha sonraki dönemleri açısından değerlendirirsek, rahiplerce yapılan ve geçmişi Sümer’e kadar dayanan buluşların en önemlisi, söylenen sözcüklerin kayda geçirilmesi yollarının bulunmasıdır. Bu buluş, yumuşak kil üzerine bir kamış parçasının sivriltilmiş ucuyla işaretler konularak gerçekleştirildi. Eğer kalıcı bir kayıt isteniyorsa, üzerine işaret basılmış yumuşak kil tabletin kızgın bir fırı- na konmasıyla, oldukça dayanıklı bir belge kolaylıkla elde edilebilirdi. Eski Mezopotamya hakkında ayrıntılı bilgilerimizin tümünü böyle fırınlanmış kil tabletlere borçluyuz. Bu uygulamadan yavaş yavaş doğan yazıya, kil üzerinde bırakılan izlerin benzerliğinden dolayı, çiviyazısı denir.
Tarım yılının düzeni, ekimin dikimin ne zaman yapılacağının bilinmesine bağlı olduğu için, zamanın ölçülmesi çok daha yaşamsal bir önem taşıyordu. Ayın büyümesi ve küçülmesi, zamanın geçişinin en göze çarpan göstergesiydi. Ne var ki ayın döngüleri sonunda güneş yılıyla tam olarak Dünya Tarihi çakışmıyordu; bu nedenle rahipler güvenilir bir takvimin yaratılabilmesinden önce, hem güneşin hem de ayın devinimlerini gözlemleyip, ölçüp ilişkilendirmek zorunda kaldılar. Böyle bir takvimin yürütülmesi, gerçekten, rahiplerin ilk tarımcılara sundukları en önemli hizmet olmuştur.
Bir takvimi yürütmek için gereken bilgi ise, rahiplerin toplumda sahip oldukları üstünlüğün önemli bir dayanağını oluşturmuştur. Sıradan çiftçiler, bu kimselerin mevsimlerin gelişini önceden bilebilmelerinin, onların tanrılarla özel ilişkilerinin belirtisi olduğunu ve bu nedenle kendilerine gösterilen itaati hak ettiklerini düşünmüş olabilirler. Sulama işlerinin örgütlendirilmesi, özel önderlikleri bu hareketin doğurduğu tüm teknik ve toplumsal sonuçlarıyla birlikte geniş ölçüde mevsimlerin gelişini önceden görebilme yeteneklerine dayanan rahiplerin yönetimi altında başlamış olmalı.
Her başarı karşılığında vazgeçilen bir seçenek vardır.
Profesyonel ve sürekli bir ordunun doğuşunun gerisinde, silah altındaki çok sayıda insanı uzun yıllar beslemeye yetecek kadar malın bir merkezde toplanmasına olanak veren ekonomik ve teknolojik ilerlemeler yatar. Asur ordusu, düzenli olarak tekerlekli araçların kullanılmasına uygun karayolları yaptı. Bu da askeri birlikler için gerekli ikmalin yapılmasını kolaylaştırdı ve birliklerin imparatorluğun uzak bölgelerine yürüyüşlerini geniş ölçüde hızlandırdı. Yollar, barış zamanında insanların ve malların taşın masını da ucuzlatup, ulaşımı çabuklaştırdı.
Havza Genelgesi halkı işgallere karşı protesto etmeye çağıran ilk belgedir
Milli mücadelenin başlaması için atılan ilk adım Havza genelgesidir
I. Dünya Savaşından çekilen ilk ittifak devleti Bulgaristan‟dır.
Arapların Hristiyan azınlıktan sonra Osmanlı yönetiminden ayrılması ilk defa I. Dünya savaşından sonra gerçekleşmiştir
İngilizlerin yalnız olarak işgal ettiği ilk Osmanlı Vilayeti Musul’dur
İtilaf Devletlerinin birlikte işgal ettikleri ilk Osmanlı toprağı Boğazlardır
I. Dünya Savaşından çekilen ilk devlet Japonya’dır
I. Dünya Savaşı sonunda en kazançlı çıkan devlet ABD’dir
I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan ilk barış antlaşması İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan Versailles‟dir
Osmanlı Devleti’nin kaybettiği halde toprak kazandığı tek cephe Kafkas Cephesidir
Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşında savaştığı ilk taarruz cephesi Kafkas Cephesidir
Manda ve himayecilik fikri ilk defa I. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkmaya başlamıştır
Osmanlı Devleti ile İtalya arasında imzalanan ilk antlaşma Uşi Antlaşmasıdır(1911)
Mustafa Kemal Paşa’nın emperyalistlere karşı ilk silahlı mücadelesi Trablusgarb savaşıdır(1911)
Ümmetçilik politikasının başarısız olduğu ilk defa Hicaz –Yemen cephesinde alına yenilgilerden sonra anlaşılmıştır
Osmanlı Devleti’nde Türkçülük akımı ilk defa Balkan Savaşlarından sonra devlet politikası haline gelmeye başlamıştır
Osmanlı ordusunda particilik tartışmaları ilk defa Balkan Savaşları sırasında ortaya çıkmıştır
Osmanlıcılık düşüncesi Balkan Savaşlarından sonra ilk defa terk edilmeye başlamıştır
İngiliz donanması I. Dünya Savaşı’nda ilk yenilgisini Çanakkale Savaşlarında almıştır (1915)
Ulusal bilincin yurt sathına yayılması ilk defa İzmir’in işgaliyle birlikte başlamıştır
Amiral Bristol Raporu İzmir’in işgaline karşı ilk dış tepkidir
I. Dünya barışı bitiminden sonra galip devletlerin dünya politikalarını belirlemek için yaptığı ilk toplantı Paris Barış Konferansıdır (1919)
ÇİNHİNDİ YARIMADASI
Hindistan ve Çin arasında bulunan yarımadadır. Tarihî ve kültürel olarak bu iki ülkenin etkisi altında olan yarımada üzerinde Myanmar, Laos, Kamboçya, Malezya, Tayland, Singapur ve Vietnam vardır.
I. Dünya Savaşını bitiren en önemli gelişme ABD’nin savaşa girmesidir
TAŞKENT DEKLARASYONU
Her iki taraf da kuvvetlerini savaş önce-si konumlarına çekecek.Anlaşmazlıklar barışçı yollarla çözümlenecek.İki ülke birbirlerinin iç işlerine müdahale etmeyecek.İki ülke arasında iktisadi ve kültürel iliş-kiler geliştirilecek
İşgallere karşı ilk tepki güneyde Fransızlara karşı gerçekleşmiştir
Domuzlar Körfezi, Castro rejimine karşı olan Kübalı sığınmacıların 17 Nisan 1961’de Küba’ya karşı başarısız bir işgal girişimi gerçekleştirdikleri bölgedir. ABD bu işgal girişimini desteklemiş ve CIA, planlama aşamasında büyük rol oynamıştır. Başarısızlıkla sonuçlanan Domuzlar Körfezi Çıkarması, Latin Amerika ve Avrupa’daki Amerikan karşıtı gösterilerin artmasına neden olmuştur. Bu durum Amerika-Küba ilişkilerini daha da kötüleştirmiştir.