Mahir Ünsal Eriş kitaplarından Dünya Bu Kadar kitap alıntıları sizlerle…
Dünya Bu Kadar Kitap Alıntıları
Müteahhitle muhasebeci dediğin tırtıkladığı kadar adam olur birader anlıyon mu?
Dünyada her güzel şey, renkli balonlar gibi oradan oraya salınırken hayatın dikenlerinden birine değip yok olmak zorunda mı? Birini sevmek, onunla mutlu olmak neden bu kadar imkânsız? Kendini dünyanın geri kalanından ayrı bir yere koyup birbirini seven iki insanın bir arada durabilmesi, neden bu iki insan dışındaki her şeye bağlı?
Aklına geldikçe içini bir kama gibi hoyratça oyan o şey hala ağırdı.
Öyle kötü bir acı ki, kalbimin yerini hissediyorum sanki.
İnsan, değil sevmenin, dünyanın sonu gelmeyecek sanıyor sevince. Aşık olup vuslat olmayınca ne zor, ne fena ama. Bir başına, damla damla eriyen bir kardan adam gibi eksilirken onun arık başka tepelere yağacağını bilmek ne büyük işkence.
Bilmese daha mı iyiydi? Öyle, sayılı günü kaldığından haberi olmayan bir hasta gibi, herkesin bilip uzaktan uzağa acıdığı bir habersizlik içinde yaşayıp gitse, aldanıp dursa ama mutlu olsa, daha mı iyiydi?
Bu kadar çabucak, bu kadar çok sevmeseydi, belki de bu kadar derin duymazdı bu ciğer yangınını.
Saniyeler sonra ne olacağını bilmeyen insanın yıllar sonrası için plan yapmasının ne manasız olduğunu bilmezlendi.
Malı veren veresiye, kuşu salar gelesiye.
Halk, halk değil koyun sürüsüydü. Bildikleri yanıldıklarına yetmezdi, cahildi, kimin kavalı hoşuna giderse onun peşine takılırdı.
Şehir, batıya, Görükle’ye doğru gelişecek diyorlardı.
Çünkü televizyon, her şeyin olduğu gibi değil, görünmesi icap ettiği gibi göründüğü bir yerdi.
İyi haber yerleşir kalır, kara haber dolaşır durur derler.
İnsan ömrünün, hayatını yaşamak denen şey için çok kısa olduğuna, acele etmesi gerektiğine inanan bir telaşlı hal takındı.
Her hayat, birdenbire bambaşka yöne akmasını sağlayacak kırılma anları saklar.
Oligarşinin yaşamı tüm alanlarda kuşattığı bir hayatta, her gün yeni bir kavgaydı.
Çünkü aşk, gözünde büyütmekti!
Solcular iyiydi. yokluğu, yoksulluğu paylaşmayı iyi beceriyorlar, yok’u, yok denecek kadar az’a çoğaltmayı biliyorlardı.
Kenarları işlenmiş bir şeylerin olmadığı, bir şeylerin üstüne etaminlerin serilmediği bir ev ancak otel odası, bekar evi ya da huzurun olmadığı bir başarısız evlilik yuvası olabilirdi.
Dünyada her güzel şey, renkli balonlar gibi neşeyle oradan oraya salınırken hayatın dikenlerinden birine değip yok olmak zorunda mı?
Hep tanıdıkları, hep sağlam bildikleri kainatın böyle paldır küldür dökülüverdiği o günde acı, varabileceği en geniş ölçekte anonimdi çünkü.
Her hayat, birdenbire bambaşka yöne akmasını sağlayacak kırılma anları saklar
Ne çok sever erkekler sözünün geçmediğinde kuvvetini denemeyi.
Kendini dünyanın geri kalanından ayrı bir yere koyup birbirini seven iki insanın bir arada durabilmesi, neden bu iki insan dışındaki her şeye bağlı?
Birini sevmek, onunla mutlu olmak neden bu kadar imkânsız? Kendini dünyanın geri kalanından ayrı bir yere koyup birbirini seven iki insanın bir arada durabilmesi, neden bu iki insan dışındaki her şeye bağlı? Hayat ne güzel aşık olunca halbuki, her şey nasıl ışıl ışıl, nasıl rengârenk. İnsan, değil sevmenin, dünyanın sonu gelmeyecek sanıyor sevince. Aşk olup vuslat olmayınca ne zor, ne fena ama. Bir başına, damla damla eriyen bir kardan adam gibi eksilirken onun artık başka tepelere yağacağını bilmek ne büyük işkence.
Sevilmek ne güzeldi, sevmek ne güzeldi.
Gerçekten de gerçeklik, insanın ona baktığı yere göre değişebilen bir şeydi.
İyi haber yerleşir kalır, kara haber dolaşır durur derler.
Her hayat, birdenbire bambaşka yöne akmasını sağlayacak kırılma anları saklar.
Çünkü aşk, gözünde büyütmekti.
üzülmeyi dost edinmiş bir kadındı.
Ne çok sever erkekler sözünün geçmediğinde kuvvetini denemeyi.
Dünyada her güzel şey, renkli balonlar gibi neşeyle oradan oraya salınırken hayatın dikenlerinden birine değip yok olmak zorunda mı?
Her şey, yaş betona yazılmış yazılar gibi kalakalıyordu yaşadıkça, hiç düzeltilemiyor, silinemiyordu, yapı yıkılmadıkça.
Ne çok sever erkekler sözünün geçmediğinde kuvvetini denemeyi.
burası dünya ya hu,
burası bu kadar işte!
burası bu kadar işte!
Her şey, yaş betona yazılmış yazılar gibi kalakalıyordu yaşadıkça, hiç düzeltilemiyor, silinemiyordu, yapı yıkılmadıkça.
..ticaretin talebi karşılayacak arz yaratmaktan değil, arzı talep yaratacak şekilde sunmaktan geçtiğini düşünüyordum. Eğer birinin elinde tüketemeyeceği kadar çok odun varsa, onu elden çıkarabilmek için mobilya yapmaya uğraşmaktansa insanları kışın çok sert geçeceğine, fazla odunun göz çıkarmayacağına ikna etmenin daha karlı olduğuna inanıyordu. Kapitalizmin kimyasında böyle bir büyü vardı.
Remzi dinin yaşlılara ait bir meşgale olduğunu düşünürdü çocukken; ilaç yazdırmak gibi, içlik giymek gibi, bir şey okumak zorunda kaldığında gözlüğünü aramak gibi.
Her hayat, birdenbire bambaşka yöne akmasını sağlayacak kırılma anları saklar.
Çünkü aşk, gözünde büyütmekti.
Kendini dünyanın geri kalanından ayrı bir yere koyup birbirini seven iki insanın bir arada durabilmesi, neden bu iki insan dışında her şeye bağlı?
Kapitalizmin büyüsünün yanılsamalar üzerine kurulu olmasından ileri geldiğine inanırdı Hilmi. Bu yüzden, hiç almadığı malları, hiç görmediği insanlara satacaktı
Hilmi, hayatı boyunca hep, birçok hikayenin kötü adamı olmayı başarabilmişti ama yine de iyi bir insan olduğuna inanmayı severdi.
Elde yıkamaya benzer mi? diyen kadınların hepsine çamaşır makinesi, o tabakları sudan geçirip tek tek dizene kadar ben yıkayıvereyim o bulaşığı diyenlerin hepsine bulaşık makinesi satmıştı kapitalizm.
Eğer birinin elinde tüketemeyeceği kadar çok odun varsa, onu elden çıkarabilmek için mobilya yapmaya uğraşmaktansa insanları kışın çok sert geçeceğine, fazla odunun göz çıkarmayacağına ikna etmenin daha karlı olduğuna inanıyordu.
Hem zaten bu memlekette sanayinin her türlüsü, müteşebbisin elinde, kendisine çevirdiği bir silahtı.
Hayattaki hiçbir şeyin okuldakine benzemediğini fabrikanın başına geçince anladı.
Tekstil işi, ekmek gibi, su gibidir. derdi babaları. Bu kadar insanın üryan gezecek hali yok, elbet alacak, giyinecek, donanacak.
Kendini, doğar doğmaz özür dilemek zorunda kaldığı bir hayatın içinde bulmuş gibi ezgindi.
Harika ücretlerle, her türlü burjuva seçkinliğinden yoksun yeni zenginlerin çocukları görgüsüzce eğlenebilsin diye açılan Boğaz kulüplerinde, kaymak tabaka mekanlarında sahne almaya başladı.
Terzininki, manavınki, şoförünki meslek de sanatçınınki değil mi?
Çünkü televizyon, her şeyin olduğu gibi değil, görünmesi icap ettiği gibi göründüğü bir yerdi.
Aslında İrfan’a sorsalar, jüriyi oluşturan isimlerin hiçbirini ciddiye almıyordu. Kıyıda köşede kalmış, yetenekli sayılmayacak vasat tipler, yalnızca medyadaki şahsi ilişkileri sayesinde şişirilmiş balonlardı hepsi.
Kendisini izlemeye değer kılacak, sesinden başka hiçbir şeyi yoktu ve böyle insanları tercih etmeyeceklerini düşünüyordu.
Fındıkları toplansın istiyorlardı, ucuza toplansın istiyorlardı ama böyle çoluk çombalak gelsinler, gelip yaylalarında yaylasınlar, bahçelerinde konaklasınlar istemiyorlardı. Çare yok, para yok, memlekette iş yok, kalkıp geliyorlardı.
Gerçekten de gerçeklik, insanın ona baktığı yere göre değişebilen bir şeydi.
Gencecikken bırakıp gitmek zorunda kaldığı bu dünyada adını, nesebini taşıyan bir izi olsun, arkasında, görenlere Hey gidi Remzi! dedirtecek bir hatıra kalsın istiyordu.
Yalnızca anneanneler, babaanneler, dedeler geldiğinde dini meseleler daha çok konuşulduğundan, Remzi dinin yaşlılara ait bir meşgale olduğunu düşünürdü çocukken; ilaç yazdırmak gibi, içlik giymek gibi, bir şey okumak zorunda kaldığında gözlüğünü aramak gibi.
İyi haber yerleşir kalır, kara haber dolaşır durur.
Bütün bir gününü birilerinden dilenircesine bir şeyler isteyerek geçiren garibanlığına rağmen, kendisine karşılıksız açılmış bu şefkat ve dostluk kapısını, hakikaten çok zor zamanlarına saklamak, eskitmemek istedi, gitmedi.
İki imza iki mühür için olsun daireye, yanına uğrayan misafirlerini kahve içmeden bırakmaz, Namazın bile kazası olur, muhabbetin kazası olmaz, deyip muhakkak bir sohbetlik ağırlardı.
Futbolu da kendi gibi sessiz, içine kapanık ve yalnızdı.
Çünkü aşk, gözünde büyütmekti.
Yuvarlacık çenesinde gülünce beliren gamzeyi görebilmek için, ciddi toplantıların en zayıf olduğu anları kollar, bir fırsatını bulup bir ufacık da olsa gülümsetir, uykuya dalmadan önce hep gülüşleri hatırlayıp gülümserdi.
Ailedeki herkes müzikten anlıyordu ama kimsenin müzik bilgisi yoktu, her şey hissi, insiyaki ve kulaktandı.
Oysa, ömrünün son günlerine kadar, yakaladığı her fırsatta anlattığı kahramanlık destanının arkasında, karabasan kabuslarla peşini hiç bırakmayan kalın bir korku perdesi çekiliydi.
Ve bütün bir ev, haritasını dantellerin çizdiği gizemli bir kurallar ülkesiydi.
Kadifeyle örtülmüş gibi sakinlik veren görüntüsünde, gülerken içi sakalla dolan gamzelerinin sevimliliğinde, bir şey anlatırkenki bilen ama satmayan havasında, doygun telaşsızlığında tarif etmesi zor bir cazibe vardı.
Hep tanıdıkları, hep sağlam bildikleri kainatın böyle paldır küldür dökülüverdiği o günde acı, varabileceği en geniş ölçekte anonimdi.
İki insan birbirini kalpleri yerinden çıkasıya severler,sonrasında ya kavuşurlar ya da kavuşamadıkları için hasta düşüp ölürler diye biliyordu.Oysa şimdilerde her şey gibi bu hisler de naylonlaşmış,paketlenip marketlerde sıra sıra dizilip satılacak kadar alaladeleşmişti.
Birini sevmek, onunla mutlu olmak neden bu kadar imkansız? Kendini dünyanın geri kalanından ayrı bir yere koyup birbirini seven iki insanın bir arada durabilmesi, neden bu iki insan dışındaki her şeye bağlı? Hayat ne güzel aşık olunca halbuki, her şey nasıl ışıl ışıl, nasıl rengarenk. İnsan, değil sevmenin, dünyanın sonu gelmeyecek sanıyor sevince. Aşk olup vuslat olmayınca ne zor, ne fena ama. Bir başına, damla damla eriyen bir kardan adam gibi eksilirken onun artık başka tepelere yağacağını bilmek ne büyük işkence.
Para nasıl olsa, nerede olsa kazanılır, karın nasıl olsa doyardı ama insan, başka bir yerde olma, bambaşka bir dünya parçasınca çevrelenme hissiyle dolduğunda yepyeni biri olurdu ve bu paradan bile kıymetliydi.
Dünyada her güzel şey, renkli balonlar gibi neşeyle oradan oraya salınırken hayatın dikenlerinden birine değip yok olmak zorunda mı?