İçeriğe geç

Dört Arketip Kitap Alıntıları – Carl Gustav Jung

Carl Gustav Jung kitaplarından Dört Arketip kitap alıntıları sizlerle…

Dört Arketip Kitap Alıntıları

Hiçbir şey bir yasak kadar kışkırtıcı değildir. İtaatsizliği kışkırtmanın en iyi yolu yasak koymaktır.
“İlk günah efsanesinde derin bir öğreti vardır, çünkü Ben bilincinin bağımsızlığını kazanmasının şeytani olduğuna dair muğlak bir duygunun ifadesidir. İnsanlık tarihi başından beri aşağılık duygusu ile kibrin çatışmasından ibarettir. Bilgelik orta yolu arar ve bu cüretkarlığının bedelini demon ve hayvanla olan şüpheli bir yakınlıkla öder, bu yüzden de ahlaken yanlış anlaşılmaya müsaittir..”
“Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi. Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim.”
“Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi. Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim.”
“Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi. Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim.”
“Ama karanlığın olmadığı bir dünyada ışığın bir önemi olmadığı gibi, tek başına akıl da anlamsızdır.”
Ruhun insan bilincinin alanına inmesi, seele nin tutsağı olam tanrısal mitinde ifadesini bulmuştur. Binlerce yıla yayılan bu süreç kaçılmaz bir gereklilik olsa gerek, eğer dinler bu gelişimi durdurmaya kalksalardı, kaybeden mutlaka onlar olurdu. Ama onların görevi, olayların kaçınılmaz seyrini engellemek değıl, bu seyre ruha büyük zararlar vermeden devam edebileceği biçimde yön vermektir.
Eğer hayvanda bilinç olsaydı, ahlaken insandan daha iyi olurdu.
Zira hiçbir şey karşıtı olmadan var olamaz, başlangıçta nasıl bir idiyseler, sonunda da bir olacaklardır. Nasıl ki yaşayan her şey birçok ölümden geçmek zorundaysa, bilinç de ancak bilinçdışının daima dikkate alınmasıyla var olabilir.
Etrafımdaki dünya henüz başlangıçtaki sessizliği içindeydi ve var olduğunu bilmiyordu.
İnsan, insan olmak hususunda bir anlatıya giriştiğinde, irdeleyeceği hep kendisi olacaktır.
Her zafer gelecekteki yenilginin tohumlarını taşır.
Kişiliğin, azalma biçiminde değişime uğramasının ilkel psikolojisideki ilk örneği ruh kaybı diye bilinen şeydir. Bu durumda büyücü hekime düşen görev, kaçan ruhu geri getirmektir. Ugyar insanın da zaman zaman başına gelen günümüzdeki tam karşılığı zihinsel seviyenin düşmesi kavramıyla eş değerdir. Kisi bunu ağır keyifsizlik ve melankoli biçiminde hisseder. Insanın keyfi kaçmıştır ve güne, işe başlayacak hali ve cesareti yoktur. Çok iyi bilinen bu fenomen, ilkellerdeki ruh kaybına tekabül eder.
“Tüm düşüncelerim, güneşin çevresinde dolaşan gezegenler gibi Tanrı’yı merkez alıyor. Bu çekim gücünü yadsırsam en büyük günahı işlemiş olurum.”
Saf Aklin Eleştirisi’nin yayımlanmasının üzerinden geçen bir buçuk asırda, düşünce, akıl, kavrayış vb.nin tek başına varolan, tüm öznel koşullardan bağımsız olan ve yalnızca mantığın ebedi yasalarına hizmet eden süreçler değil, bir kişiliğe özgü ve tabi psişik işlevler olduğu görüşü giderek kabul görmüştür.
Görülmüş müdür, duyulmuş mudur, elle dokunulmuş mudur, tartılmış, sayılmış, düşünülmüş ve mantıklı bulunmuş mudur? sorusunun yerini artık şu soru almıştır: Kim görüyor, kim duyuyor, kim düşündü? Bu eleştirel tutum, minimal süreçlerin gözlemlenmesi ve ölçülmesindeki kişisel denklem den başlayarak, dönemimizden önce bilinmeyen ampirik psikolojinin ortaya çıkışına dek devam eder.
İlk günah efsanesinde derin bir öğreti vardır, çünkü Ben bilincincinin bağımsızlığını kazanmasının şeytani olduğuna dair muğlak bir duygunun ifadesidir. İnsanlık tarihi başından beri aşağılık duygusu ile kibrin çatışmasından ibarettir. Bilgelik orta yolu arar ve bu cüretkârlığının bedelini demon ve hayvanla olan şüpheli bir yakınlıkla öder, bu yüzden de ahlaken yanlış anlaşılmaya müsaittir.
Bir kere evden kaçtığın için, dünyada şansını aramaya çıkmak zorundasın.
İnsan görüldüğü gibi olmaya teşnedir, çünkü genellikle persona nakit parayla ödüllendirilir.
İlk günah bilinçsizliktir.
Her erkek içinde o ya da bu kadına ait olmayan sonsuz bir kadın imgesi taşır. Bu imge özünde bilinçdışıdır ve erkeğin organik sistemindeki asıl kadın biçiminin, yani bir arketipin kalıtımsal bir öğesidir. Bu asıl resim, kadınlığın tüm atasal deneyimlerinin ve o güne dek kadınların bıraktığı izlerin bir birikiminden oluşur. İmge bilinçdışı olduğu için sevilene bilinçsizce yansıtılır. Tutkuya ya da nefrete neden olan budur.
Kanı çekilmiş bu bakireler evliliğe karşı bağışık değildirler. Tam tersine, bir gölge gibi yaşamalarına ve pasifliklerine rağmen, ya da işte tam da bu yüzden evlilik piyasasında çok revaçtadırlar. Bir kere o kadar boşturlar ki, bir erkek onlarda her şeyi bulabileceğini sanabilir; hem o kadar bilinçsizdirler ki, bilinçdışı sayısız anten ya da görünmez polip kolu uzatarak erkeklerin tüm yansıtmalarını emer ve bu da erkeklerin müthiş hoşuna gider. Zira bu kadar büyük bir dişi belirsizlik erkeklerdeki kararlılığın ve keskinliğin arzulanan karşılığıdır; erkek kararlılığının bir ölçüde tatmin olabilmesi için tüm kuşkular, ikircikler, belirsizlikler ve muğlaklıkların büyüleyici bir masumiyete yansıtılması gerekir. Bu tipe özgü kayıtsızlık ve sürekli incinmiş masum rolü oynamasına neden olan aşağılık duygusu yüzünden erkeğin payına düşen avantajlı rol, üstün konumda olup yine de hoşgörülü davranmak ve kadının bildik yetersizliklerine tam bir şövalye gibi katlanmaktır.
“zira bilindiği gibi bilinçdışında, özellikle de bastırılmış olanın ayakta kalma şansı çok yüksektir.”
“ İnsanın en büyük günahı bilinçsizliktir,”
Kitle içinde insan bir sorumluluk duymadığı gibi korku da duymaz.
Ama karanlığın olmadığı bir dünyada ışığın bir önemi olmadığı gibi, tek başına akıl da anlamsızdır.
“Kompleksimiz yüzünden uzak durduğumuz şeyin ötesine geçebilmek istiyorsak, onu son damlasına kadar içmemiz gerekir.”
Fakat kazanılan her zafer gelecekteki yenilginin tohumlarını taşır.
Birini idealize etmek, kötülükten korunma isteğidir aslında. İnsan korktuğu şeyi savuşturmak istediğinde idealize eder. Korkulan şey bilinçdışı ve onun büyülü etkisidir.
Bilinçli niyetlerimiz, başlangıçta nedenlerini bilmediğimiz, az çok bilinçdışı müdahalelerle sürekli bozulur ya da engellenir. Psike bir bütün olmaktan çok uzaktır, tam tersine, birbiriyle çelişen itki, ketlenme ve duygulanımların kaynadığı bir kazandır ve çatışmaları bazı insanlar için o kadar katlanılmaz hale gelir ki, teolojinin vaaz ettiği kurtuluşu bile dilerler. Neden kurtulmak istenir peki? Elbette, son derce kuşkulu bir psişik durumdan. Bilincin, diğer bir deyişle kişiliğin bütünselliği bir gerçeklik değil, bir dilektir.
Ama karanlığın olmadığı bir dün­yada ışığın bir hükmü olmadığı gibi, tek başına akıl da, anlamsızdır. Annenin bilge öğüdünü ve doğanın her varlığa sınırlar koyan acıma­sız yasasını insan mutlaka dikkate almalı, dünyanın zıt güçler dengede tutulduğu için varolabildiğini asla unutmamalıdır. Nitekim, rasyo­nel olan irrasyonel olanla, amaçlanan da verilmiş olanla dengelenir.
Gölgesi tarafından ele geçirilen bir insan daima kendi ışığını keser ve kendi tuzağına düşer. Eline geçen her fırsatta başkaları üzerinde olumsuz bir izlenim bırakmayı tercih eder. Çoğunlukla şanssız kişi konumundadır, çünkü kendi düzeyinin altında yaşar, olsa olsa kendi­ne iyi gelmeyen şeylere ulaşabilir. Tökezleyeceği bir eşik yoksa da yaratır, üstelik de faydalı bir şey yaptığını sanır.
Yaşamım, ortaya koyabildiğim bilimsel yapıtlardır. İkisi de aynı şey demek. Yapıtlarım, içsel gelişmemi ifade ettikleri için yaşam yolumdaki belli durak noktaları olarak değerlendirilebilirler Yazdığım her şey, içsel bir zorunluluğun sonucuydu. Kaynakları da kaderimde olan bir zorlama. Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim (Jung 2001: 231-2)
Birini idealize etmek, kötülükten korunma isteğidir aslında.
her şeyin söze dökülebileceği saplantı ve zorlanışı
İnsan yaşamının esas gailesi, kendi tedavisidir, yani kendi eksikliklerini tamamlamak, çatışmalarını çözümlemek ve zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır. Bunu başarmak, dünyayı, yeniden ve merkezinde kendisi olmak kaydıyle, yani, kendi dünyası olarak tamam etmektir: Yaratıcılık dediğimiz, hiç bitmeyecek, yani hiçbir zaman ufkuna ulaşamayacak eylem de budur: Dünyayı-tamam-etme-eylemi
Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim
İnsan, insan-olmak hususunda bir anlatıya giriştiğinde, irdeleyeceği hep kendisi olacaktır.
Zira hiçbir şey karşıtı olmadan var olamaz, başlangıçta nasıl bir idiyseler, sonunda da bir olacaklardır. Nasıl ki yaşayan her şey birçok ölümden geçmek zorundaysa, bilinç de ancak bilinçdışının daima dikkate alınmasıyla var olabilir.
Tanrısal merak doğmayı amaçlar, bunun için hiçbir çatışmadan, ıstıraptan, günahtan çekinmez. İlk günah bilinçsizliktir, Logos için kötülüğün ta kendisidir.
İnsan, muazzam işler başardı, ama bunun karşılığında dünyanın uçurumunu derinleştirdi; insan nerede duracak, durabilecek?
Bilinçlenme yolunda atılan en küçük adım bile bir dünya yaratır.
İnsan dışardan bakıldığında uygar bir insan gibidir ama kendi içinde bir ilkeldir.
İnsanın kendi sesini duyması için deli olması gerekmez. Aksine, en basit, en doğal şeydir bu.
İnsanın en büyük günahı bilinçsizliktir.
Yat uyu hele; geceden daha akıllıdır sabah.
Bir insan ne ise yalnızca onu düşünür, söyler ve yapar.
Kadının aklı, sonsuz labirentlerin umarsız karanlığında kaybolan erkeğin yolunu aydınlatır.
– ruh arketipi hem iyiliğe hem de kötülüğe muktedirdir, ama iyiliğin şeytaniliğe dönüşüp dönüşmemesi insanın özgür, yani bilinçli iradesine bağlıdır. İnsanın en büyük günahı bilinçsizliktir. Bilinçsizliği sona erdirmenin en büyük uygarlık görevi sayılacağı bir dönem ne zaman gelecek?
Nasıl ki yaşayan her şey birçok ölümden geçmek zorundaysa, bilinç de ancak bilinçdışının daima dikkate alınmasıyla var olabilir.
Bilinçlenme yolunda atılan en küçük adım bile bir dünya yaratır.
Tanrı armağanı aklı, insanın bu en büyük hazinesini küçümsemek gibi bir niyetim yok. Ama karanlığın olmadığı bir dünyada ışığın bir hükmü olmadığı gibi, tek başına akıl da anlamsızdır.
Çocuklardaki nevrozun nedenini öncelikle annede ararım, zira kendi deneyimlerimden de biliyorum ki, bir çocuk nevrotik bir gelişimden ziyade normal bir gelişim göstermeye eğilimlidir; ayrıca, vakaların çoğunda rahatsızlığın kaynağı anne babada, özellikle de annede kesin olarak tespit edilmiştir.
Unutmamak demek, bilincinde olmak demektir. Eğer düşman görüş alanımın içinde değilse, belki de arkamdadır, ki bu daha da tehlikelidir.
¶¶ Hiçbir şey bir yasak kadar kışkırtıcı değildir. İtaatsizliği kışkırtmanın en iyi yolu yasak koymaktır. ¶¶
İnsan dışarıdan bakıldığında uygar bir insan gibidir ama kendi içinde bir ilkeldir..
¶¶ Şimdi modern insan ruhsuzlaşmış bir dünyada köklerinden kopmuş bir yabancı. ¶¶
Unutmamak demek, bilincinde olmak demektir. Eğer düşman görüş alanımın içinde değilse, belki de arkamdadır, ki bu daha da tehlikelidir.
Modern insan ruhsuzlaşmış bir dünyada köklerinden kopmuş bir yabancı
Modern insan ruhsuzlaşmış bir dünyada köklerinden kopmuş bir yabancı .
Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim .
C. G. Jung’un kuramsal kurgusunun çekirdeği tekil bir insan-lık önerisi olan bir(eysel)-leşme (individuasyon) süreci bir bütünleşme sürecidir. ( ) Birleşme sürecinin hem amacı, hem kazanımı olan bireysel bilinçlenme, nihayetinde, tüm insanlığın ortak bilincine bir sunu katkıdır.
Fakat her zafer gelecekteki yenilginin tohumlarını taşır.
Binlerce sayfalık Toplu Eserleri’nin hiçbir satırı tekrar değildir. Hep aynı şeydir, hep yenidir.
Aydınlık ve karanlığın içiçeliğinin oluşturduğu alacakaranlık onda hiçbir zaman vasat bir grilik değildir.
Her şey kendi nin kuramıdır. Öteki, ancak bir ilişki sürecinde, öteki’nde kendini bulmak ve oluşturmak içindir.
Simyanın çökmesiyle ruh ve maddenin simgesel birliği ortadan kalktı, şimdi modern insan ruhsuzlaşmış bir dünyada köklerinden kopmuş bir yabancı.
Maddede ruhun tohumu, ruhta da maddenin tohumu vardır.
Kişiliğin asıl zenginliği, içsel kaynaklarla beslenen bir çoğalmanın bilincine varmaktır. Ruhumuz yeterince geniş değilse, nesnemizin büyüklüğüyle asla baş edemeyiz.
Dış kaynaklı büyük bir fikrin bizi etkilemesinin tek nedeninin, içimizdeki bir şeye karşılık gelmesi olduğunu kavramamız gerekir. Ruh zenginliği ganimet biriktirmeyle değil, alımlama açıklığıyla olur.
İnsan doğasında armağanları doğal saymak gibi bir zaaf vardır: sıkıntı anında bizzat çaba göstermek yerine, bunlar üzerinde hak iddia eder. Her şeyi devletten bekleme eğilimi maalesef bunun en belirgin örneğidir, oysa en nihayetinde devlet de bu talepkâr bireylerden oluşur.
Dıştaki nesneler ilgiyi cezbettiği ve doğayla ilişkilerimizde yaşadığımız farklılaşmanın, dengeyi kurmak için ruhla da yaşanması gerektiğini unuttuğumuz ölçüde tehlike de o kadar artar. Dıştaki nesnenin karşısında onu dengeleyen iç nesne olmazsa, deliliğe varan bir kendini beğenmişlik ya da özerk kişiliğin tümüyle yok olmasıyla birlikte dizginsiz bir materyalizm ortaya çıkar ki, totaliter kitle devletinin ideali de budur zaten.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir