İçeriğe geç

Dönüş Kitap Alıntıları – Robert Charles Wilson

Robert Charles Wilson kitaplarından Dönüş kitap alıntıları sizlerle…

Dönüş Kitap Alıntıları

Uyumak iyiydi çünkü bir nevi ölüm gibiydi uyku. Dünyayla irtibatı kesmekti, unutmaktı, rüyalara sığınmaktı. ”
Benden daha genç olanlar bana sorup durdular: Neden panik yapmadın? Neden hiç kimse panik yapmadı? Neden yağma ya da isyan olmadı? Kuşağınız neden kaderine razı oldu? Neden ağzınızdan tek kelime dahi çıkmadan hepiniz Dönü’nün içine doğru süreklendiniz?
Bazen diyorum ki; Korkunç şeyler yaşandı ki zaten.
Bazen diyorum ki, Bir şey anlamadık ki. Elimizden ne gelirdi?
Bazen de şu kurbağa mevzusundan bahsediyorum. Kurbağayı kaynar suya atarsan hemen dışarı zıplar ama kurbağayı rahatsız olmadığı ılık bir suya bırakıp ateşin altını yavaşça açarsan, ne olup bittiğini anlayamadan ölmüş olacaktır.
Çok fazla zaman türü var. Hayatlarımızı ölçtüğümüz zaman. Aylar ve yıllar. Ya da büyük zaman: dağları yükseltip yıldızları oluşturan zaman. Ya da bir kalp atışımız ve sonraki arasında olan her şey. Bütün bu zamanların arasında yaşamak güç; bütün bunların içinde yaşıyor olduğumuzu unutmak da kolay.
Hepimiz, kendimize ve etrafımıza yabancı olarak doğuyoruz. Arada sırada usulen birbirimizi tanıyoruz.
Meşgul olmak faydalıdır diye kendime telkin ettim, sonuçta meşgulken, acıya ve boğucu vicdan azabına göz açtırmayan, sonu gelmez ama idare edilebilir günlük problemlerle dolup taşmış oluyordunuz. Bu da sağlıklıydı. Bu bir başa çıkma süreciydi ya da en azından bir erteleme taktiği. Faydalıydı ama ne yazık ki geçiciydi. Çünkü er ya da geç sesler kayboluyor, kalabalıklar dağılıyor ve sönük lambanın, boş odanın, yapılmamış yatağın olduğu evinize gitmiş oluyordunuz.
Bu evrimleşen evrende tutunacak hiçbir dalımız ve deneyerek kazanacağımız hiçbir şey yok. ‘Dördüncülük’ümden bir şeyler öğrendiysem, o da bu. Düşen yağmur damlaları kadar kısa ömürlüyüz. Hepimiz düşer ve bir yerlere ineriz.
Kendimi tıbba vermiştim ve o anki keşmekeşte bu daha mantıklı geliyordu. Eğer dünyanın sonu bir varsayımdan öteye gidip aniden patlak verirse, kendimi hayat kurtarırken düşlüyordum belki de. Hepimiz nihayetinde öleceksek bunun bir önemi var mıydı? Bütün insanlar silip süpürülücekse, neden bir hayat kurtarma derdine düşelim ki? Ancak doktorlar gerçekten hayat kurtarmazlar; sadece sonucu ertelerler. Bunu başaramadığımızda da palyatif bakım sağlıyor ve acılarını dindiriyoruz; ki bu da yeteneklerimizin arasındaki en kullanışlı olanı.
Onlardan neye inanmalarını istediğimizi bir düşün. Burada söz konusu olan global nüfusun astronomi bilgisi. Neredeyse Newton yasalarından öncesiyle sınırlı. Hayatın yeterli biyokütle elde edip kendini ve aileni beslemekten ibaretse, yıldızlar ve ay hakkında gerçekten ne kadar şey bilmen gerekir ki? Eğer bu insanlara Dönü hakkında anlam ifade edebilecek bir şey söylemek istiyorsan çok daha geriye gitmen gerekir. Onlara ilk başta Dünya’nın birkaç milyar yaşında olduğunu söylemen gerekir. Başladıktan hemen sonra bırak birkaç milyar yıl hakkında biraz kafa yorsunlar. Bu sindirmesi zor bir şey.
Sana karşı dürüst olayım. Bir tren kazasını sanki yavaş çekimde izliyor gibiyim. Tekerler raydan çıkmış ve şoför henüz bunun farkında değil. O zaman ben ne yapmalıyım? Alarmı çalmak için çok mu geç? ‘Eğilin’ diye bağırmak için çok mu geç? Muhtemelen öyle. Ancak o benim oğlum, Tyler. Treni süren adam, benim oğlum.
Kollarını aç, derdi, yanlara doğru uzat, ve düzgün bir haç biçimine geldiğinizde, Sol işaret parmağından, sağ işaret parmağına, kalbinden de geçen her yere Dünya’nın tarihi denir. Peki, insanlık tarihi nedir biliyor musun? İnsanlık tarihi, sağ elindeki işaret parmağının tırnağıdır. Bütün bir tırnak bile değil; sadece o küçük beyaz kısmı. Çok uzadığında kestiğin yer. İşte orası; ateşin keşfi, yazının bulunması, Galileo, Newton, Ay’a iniş, 11 Eylül, geçen hafta ve bu sabah. Kendimizi evrimle kıyaslayacak olursak daha yeni doğmuş bebekler gibiyiz. Kendimizi jeolojiyle kıyaslayacak olursak daha varlığımız bile yarım yamalak.
Ölümle nasıl yüzleştiğimizi anlatan bilindik hikayenin -inkar, öfke, kabullenme- sadece iğrenç bir genellemeden öteye geçmediğini biliyordum. Bu duygular saniyeler içimde evrimleşebilir ya da hiç evrimleşmeyebilirdi de. Ölüm her an bu duygulara karşı baskın çıkabilirdi. Birçok insan için ölümle yüzleşmek bir mesele değildi; ölümleri habersiz gelirdi, kopmuş bir aort ya da işlek bir virajda alınmış kötü bir kararla
Gitti bir hayal gibi dış dünya
İnsan, şimdi evsiz bir öksüz
Yüzleşmeli; çaresiz, çıplak ve yalnız,
Karanlığıyla uzayın ki ölçüsüz.
Görünür eski bir rüya gibi tüm yaşam ve parlaklık
Özündeyken gecenin,
İnsan artık aydınlaşmış, yabancılaşmış
Fakat şimdi varır farkına
Kaderinde ne varsa düşer hakkına.
(F.I. Tiutchev)
Kaygının ötesinde pervasızlık, hareketsizliğin ötesinde eylem yatar.
Arkasındaki nedeni anlayamadan, bir yalanı anlayamazsın.
İklimi için cennete, muhabbeti için cehenneme gidin. (Mark Twain)
”Belki de öyleydi ama yine de diye düşündüm içimden, yaşam her zaman ne yapıyorsa biz de onu yapacağız; beklentilere baş kaldıracağız. ”
“Düşen yağmur damlaları kadar kısa ömürlüyüz. Hepimiz düşer ve bir yerlere ineriz. Özgürce düş, Tyler.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
” Hayatın yeterli biyokütle elde edip kendini ve aileni beslemekten ibaretse, yıldızlar ve ay hakkında ne bilmen gerekir ki? ”
”Ancak doktorlar gerçekten hayat kurtarmazlar; sadece sonucu ertelerler. ”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İklimi için cennete, muhabbeti için cehenneme gidin. 
Çok fazla zaman türü var. Hayatlarımızı ölçtüğümüz zaman. Aylar ve yıllar. Ya da büyük zaman: dağları yükseltip yıldızları oluşturan zaman. Ya da bir kalp atışımız ve sonraki arasında olan her şey. Bütün bu zamanların arasında yaşamak güç; bütün bunların içinde yaşıyor olduğumuzu unutmak da kolay.
Düşen yağmur damlaları kadar kısa ömürlüyüz. Hepimiz düşer ve bir yerlere ineriz.
Yaşam her zaman ne yapıyorsa biz de onu yapacağız; beklentilere baş kaldıracağız.
Bu insanlar çok önceden sokaklar ve yıldızlar arasındaki mesafeyi kavramıştı.
Bunlar seni neden bu kadar şaşırttı ki? Büyümenin acısız olacağını mı düşünüyordun?
Hepimiz, kendimize ve etrafımıza yabancı olarak doğuyoruz. Arada sırada usulen birbirimizi tanıyoruz.
Düşen yağmur damlaları kadar kısa ömürlüyüz. Hepimiz düşer ve bir yerlere ineriz.
Her zamanki gibi, asıl soru kör olmadan güneşe nasıl bakabileceğindir.
Bakıyorlar ama görmüyorlar.
Hepimiz uyanmayı bekliyoruz.
-Dönü olmasaydı, şu anda açlıktan ölüyor mu olacaktık?
-İnsanlar zaten açlıktan ölüyor. Yedi milyar insanı Kuzey Amerika tarzı bir refahta tutmak için gezegeni soyup soğana çevirmemiz gerekiyor.
Meşgul olmak faydalıdır diye kendime telkin ettim, sonuçta meşgulken, acıya ve boğucu vicdan azabına göz açtırmayan, sonu gelmez ama idare edilebilir günlük problemlerle dolup taşmış oluyordunuz. Bu da sağlıklıydı. Bu bir başa çıkma süreciydi ya da en azından bir erteleme taktiği. Faydalıydı ama ne yazık ki geçiciydi. Çünkü er yada geç sesler kayboluyor, kalabalıklar dağılıyor ve sönük lambanın, boş odanın, yapılmamış yatağın olduğu evinize gitmiş oluyordunuz.
İstediğim son şey, komitenin onayından geçen bir kurgu eser. Bunun yanında dürüstçe yazılmış bir kitap, en az bir arkadaş kadar iyidir.
Gençler böyle bir dünyaya neden çocuk getirmek isterler onu da anlamıyorum. Bu kulağa çok kötü geliyor ama umarım uzun ve mutlu bir yaşam sürer.
Ancak düşünmeden de edemiyorum; böyle bir yaşama sahip olma ihtimali var mı?
Çocuk sahibi olmayan bir çok genç insan var. Yani kasten yapmıyorlar, nezaketen yapmıyorlar. Söylediklerine göre, bir çocuğa yapılacak en büyük iyilik, onu bu içinde bulunduğumuz çilenin içine hiç sokmamak.
Ona isimlerin kıyafetler gibi olduğunu söyledim; ya sen onları giyersin ya da onlar seni giyer.
Dünya, bakması bu kadar zor bir yer mi?
-Sen sonsuzluğu nerede geçirmek isterdin? Dünyevi bir cennete mi yoksa steril bir laboratuvarda mı?
-İklimi için cennete, muhabbeti için cehenneme gidin.
Doktorlar gerçekten hayat kurtarmazlar; sadece sonucu ertelerler.
Kitap, Ekim Olayı’nı İncil kehanetlerine bağdaştırdığını iddia ediyordu. “Bulunması en kolay kehanet,“ dedi Jeson, “zaten önceden olmuş şeyleri öngören kehanettir.“
Kendi hapishane duvarlarımızın ötesini göremediğimiz için köşelerin ve kenarların haritasını çıkarmakla yetiniyorduk.
Bazen de şu kurbağa mevzusundan bahsediyorum. Kurbağayı kaynar suyu atarsan hemen dışarı zıplar ama kurbağayı rahatsız olmadığı ılık bir suya bırakıp ateşin altını yavaşça açarsan, ne olup bittiğini anlayamadan ölmüş olacaktır.
Çoğu zaman yolda tek başınaydım.Gecenin içinde parlak bir takoz gibi kalıyordum.Tekerleklerin gıcırtısını ve rüzgarın hızlı esmesini dinliyordum.Bundan daha yalnız hissettiren bir ses olduğunu sanmıyorum.Galiba bu yüzden arabaya radyo koyuyorlar.
Konsey seçimlerinde Dördüncüler’in oy verme hakkı yoktu.Kimse gezegenin, kendi çıkarlarını gözeten ve fi tarihinden kalma yaşlılar tarafından yönetilmesini istemiyordu.
Dünya sürprizlerle dolu. Hepimiz, kendimize ve etrafımıza yabancı olarak doğuyoruz. Arada sırada usulen birbirimizi tanıyoruz.
Sen sonsuzluğu nerede geçirmek isterdin? Dünyevi bir cennette mi yoksa steril bir laboratuvarda mı?
Görünüşe bakılırsa, sorunun cevabının hatları benim kafamda Simon’ınki kadar keskin değildi.Mark Twain’in benzer bir soruya olan cevabını hatırladım:
İklimi için cennete, muhabbeti için cehenneme gidin.
Herkes düşer ve hepimiz bir yerlere ineriz.
Herkes düşer ve hepimiz bir yerlere ineriz.
Bu teknolojinin tanımını ünlü bir deyişle yapsaydım; büyüden farksız olurdu. Sonuçta Bengal Koyu’ndan Hint Okyanusu’na uzanan kesintisiz hava ve deniz akışını sağlayıp bir su üstü gemisini bilinmeyen uzak noktalara taşıyan şey büyüden başka ne olabilirdi ki? Hangi mühendislik mucizesi, çapı binlerce kilometreye ulaşan bir yapının kendisini taşımasını sağlayabilirdi? Neden yapılmıştı? Böyle bir şey nasıl olabiliyordu?
Ölümlülük, ahlakı yener.
Mark Twain’in benzer bir soruya olan cevabını hatırladım:

İklimi için cennete, muhabbeti için cehenneme gidin.

M.S 4E10
Padang, Endonezya

Herkes düşer ve hepimiz bir yerlere ineriz

Bozulma. Dünya sürprizlerle dolu. Hepimiz, kendimize ve etrafımıza yabancı olarak doğuyoruz. Arada sırada usulen birbirimizi tanıyoruz.
Dijital veriler beş yüz ciltten fazla astronomi, biyoloji, matematik, fizik, tıp, tarih ve teknoloji kitabına denk geliyordu. Bu ciltlerin her biri bin sayfaydı. Çoğu dünya ilminden oldukça ilerideydi. Iskenderiye Kütüphanesi’nin bütün içerikleri bir zaman makinesiyle kurtarilabilseydi, anca bunun kadar büyük bir bilimsel avlanma çılgınlığı ortaya çıkabilirdi belki.
Gençler neden böyle bir dünyaya çocuk getirmek isterler onu da anlamıyorum. Umarım çocuklar uzun ve mutlu bir yaşam sürer. Ancak düşünmeden edemiyorum ;böyle bir yaşama sahip olma ihtimali var mı?
Bazen insanlar umut etmek için bir sebep ararlar. Yine de, çocum sahibi olmayan birçok genç insan var. Yani KASTEN yapmıyorlar, NEZAKETEN yapmıyorlar. Söylediklerine göre bir çocuğa yapılacak en büyük iyilik, onu bu içinde bulunduğumuz çilenin içine hiç sokmamak.
.
.
.
İLAVE OKUR GÖRÜŞÜ : Bilinmeyen bir Kıyamet senaryosu içindeler. Fakat bundan bağımsız olarak Yazarımız dünyevi kuşkularından açıkça bahsetmiştir.
Ölümlülük, ahlakı yener.
Varsayımsallar sadece durağan haldeki Dünya’ya ne kadar enerji geleceğini değil, aynı zamanda da gezegenin kendi ısısının ve ışığının ne kadarının uzaya geri saçıldığını da düzenliyorlardı. Belki de bu, son günlerde havanın neden bu kadar hoş bir vasatlığa sahip olduğunun cevabıdır.
Doğu zaman dilimine göre 7:55’te Çinliler’in füzeleri hedeflerine ulaştığında, en azından Berkshires’taki hava Waterford kristali gibi berraktı.
Kriz – eğer öyle birşey varsa – elle tutulur bir şey değildi ; duyularımızla algılayabildiğimiz tek kanıt yıldızların yokluğuydu
Yokluk bir kanıttı ; yokluğun kanıtıydı..
.
.
İLAVE OKUR GÖRÜŞÜ : Yazarımız burada Carl Sagan’ ın unutulmaz Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildir sözüne atıfta bulunarak adeta selam çakıyor..
.
Kitabın henüz başında olmama rağmen bana heyecan vermeyi başardı.
Bunu bana hatırlat, Unutma ihtimalime karşı.
° ° °
Hayatın akıntısına kapılmış gidiyorsun. Sanki bir cevap veya bir kurtarıcı bekliyorsun. Ya da öylece sonsuza kadar bekleme moduna girmişsin.
Bu intikam, değil mi? Kendi kıyafetin gibi üzerine geçirdiğin o tatlı, ermiş havaları. Bu seni hayal kırıklığına uğrattığı için dünyadan aldığın bir intikam. Dünya sana istediğin şeyi vermedi ve sen de geriye
Bak belki de televizyonu açsam daha iyi olur. Bir film izleriz ve sen bana neden şehirden ayrılmayı düşündüğünü söylersin.
Belki ben inanmıyorum, dedi. Ama belki de yanımda inanacak birine ihtiyacım var.
Her şey akar ve sürekli değişir. Heraklitos,
Kurbağayı kaynar suya atarsan hemen dışarı zıplar ama kurbağayı rahatsız olmadığı ılık bir suya bırakıp ateşin altını yavaşca açarsan, ne olup bittiğini anlayamadan ölmüş olacaktır.
Tıpkı kendi dönüşümüm içerisinde sular altında kalmış, boğulmakta olan bir kıta gibi.
Sanki bir tarih sona ermiş ve diğeri başlamış gibi, dedi Ina.
En karşı çıktı. Hayır, dedi ciddi bir şekilde. Geleceği ileri sarabilirmiş gibi rüzgâra doğru eğildi. Biz inene kadar tarih başlamayacak.
Düşen yağmur damlaları kadar kısa ömürlüyüz. Hepimiz düşer ve bir yerlere ineriz.
Ölüm sanatı, yaşam sanatıdır.
Kaygının ötesinde pervasızlık, hareketsizliğin ötesinde eylem yatar.
Dünya, bakması bu kadar zor bir yer mi?
Kendi kuşağımdan bir yazarın dediği gibi: ölümlülük, ahlakı yener.
Ancak doktorlar gerçekten hayat kurtarmazlar; sadece sonucu ertelerler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir