Thomas Bernhard kitaplarından Don kitap alıntıları sizlerle…
Don Kitap Alıntıları
Keşfedilirim diye korkmanıza gerek yok. Başınıza bir şey gelemez: her şey tamamen ölmüştür orada. Yeraltı zenginlikleri yok, tahıl yok, hiçbir şey yok. Şu ya da bu dönemin bazı izlerine rastlarsınız, taşlar, duvar parçaları, neyin işareti olduğunu kimsenin bilemeyeceği işaretler. Güneşle belirli, gizemli bir ilişki. Huş ağacı dalları. Harap olmuş bir kilise. İskeletler. Gizlice gelmiş yaban hayvanlarının izleri. Dört beş gün yalnızlık, suskunluk dedi. Tamamen insan eli değmemiş doğa. Tek tük şelaleler. Sanki insan öncesine yaraşır bin-yıllarda yapılan bir gezinti gibi.
Kardeşim de dedi, evlenmedi benim gibi. Hani derler ya, bir kafa adamıdır. Ama kafası umarsızca karışmıştır. Günahlar, utanç, saygı, suçlamalar, merciler vardır peşinde – kardeşim çok gezen bir tiptir, yani korkan bir insandır. Azrak. Ve insanlardan nefret eden biri.
Hepsinin ayyaş, tiz do notasına kadar bilenmiş çocuk sesleri var orada, önlerinden geçildiğinde bu seslerini batırıyorlar insana. Saplıyorlar. Gölgelerden saplıyorlar, demem gerekir, çünkü gerçekte şimdiye kadar yalnızca insanların gölgelerini gördüm, perişanlık içinde ve kudurmuşçasına titreyen bunaltıcı havadaki gibi insan gölgeleri.
Henüz kapının eşiğindeyken, sessizce bir şey daha soruyormuş gibi geldi bana, yalnızca bir kadının, bir erkeğe yıldırım hızıyla sorabileceği bir şey. Gafil avlanmıştım. Bir yanılma söz konusu değildi. Teklifini, tek bir söz söylemeden ve ansızın bir mide bulantısına da kapılıp, reddettim.
Hancı kadın tiksindiriyor beni. Çocukken, aralık mezbaha kapılarının önünde beni kusturan tiksintinin aynısı bu. Ölü olsaydı, -bugün- ondan tiksinmezdim -ölü otopsilik bedenler, bana asla canlı bedenleri anımsatmazlar- ama kadın yaşıyor, çürük, çok eski bir han mutfağı kokusu içinde yaşıyor.
Ansızın, kar kürerken havasızlıktan boğulan bir hat bekçisinin öyküsü çalındı kulağıma, şöyle sona ermişti: Hiçbir şeyi kendine dert edinmezdi.
Bir de, gece vardiyasından evlerine dönen kadın ve erkek işçilerin sesleri. Hemen sempatimi kazandılar. Kadınlar ve erkekler, genç ve yaşlı, ama hepsi aynı ruh hali içinde, başlarından göğüslerine, hayalarından ayaklarına kadar uykusuzlar.
Bir tıp stajı sadece karmaşık bağırsak ameliyatlarını, karın zarının kesilmesini, akciğerin çengelle tutturulmasını ve ayakların kesilmesini seyretmekten ibaret değildir, gerçekten de sadece, ölülerin gözlerini kapatmaktan ve çocukların gözlerini dünyaya açtırmaktan ibaret değildir. Bir tıp stajı sadece: kesilmiş bütün ve yarım bacakları ve kolları omzun üstünden emaye kaba atmak değildir. Sürekli başhekimin ve asistanın ve asistanın asistanının peşi sıra dolaşıp durmaktan, vizitenin kuyruk var oluşundan ibaret değildir. Sahte olgularla kandırmacaya başvurmaktan da ibaret olamaz bir tıp stajı, cerahat kanınızda kolayca kuruyup gidecek ve yeniden sağlığınıza kavuşacaksınız dememden de. Ve başka yüzlerce yalandan da. Yalnızca Olacak, olacak dememden de – artık hiçbir şey olmayacağı halde. Bir tıp stajı, yalnızca kesmek ve dikmek, birleştirmek ve ayırmak için yapılan bir staj değildir. Bir tıp stajı ete kemiğe bürünmemiş olguları ve olasılıkları da hesaba katmalıdır.
Ne diyor insanlar benim hakkımda? diye sordu.
Budala mı diyorlar? Ne diyor insanlar?
Budala mı diyorlar? Ne diyor insanlar?
İnsanın kendini bir kitap gibi açmasını ve içinde sürekli baskı hataları keşfetmesinin nasıl bir şey olduğunu düşünebilirsiniz, art arda, her sayfada baskı hatası kaynıyor!
Bir isyan, bir yere varmalı dedi. Onun isyanları artık hiçbir yere varmıyormuş.
Buraya gelinceye kadar yol boyunca, hayal gücünün ne olduğunu sordum kendime. Hayal gücünün bir hastalık olduğundan eminim.
İnsanları büyük verimlere dürtükleyen, güvensizlikmiş, aslında hiçbir yeteneği olmayan insanlar bu sayede her şeyi yapabiliyorlarmış. Kahramanlar güvensizlikten doğmuşlar. Yani bir endişe durumundan, korkudan, ümitsizlikten.
Hakikat her zaman bir öldürme sürecidir, bilmelisiniz. Hakikat aşağı götüren, aşağıya işaret eden bir şeydir, hakikat her zaman bir uçurum dibidir.
Bütün dünya bir ölü maskeliler balosundan ibaret.
Ressam konuşuyor ve ben dinliyorum. Söylediklerinden çok azını anlıyorum, sonrasını bana birbiriyle bağlantısız geldiği için anlamıyorum, sonra aptal olduğum için yine anlamıyorum.
Şöyle bir cümleyi nasıl anlayabilirim ki: Yeryüzü berrak olabilir, kendimi onun dönme merkezleri arasındaymış gibi hissediyorum, kendime hiç itibar etmeden, anlayınız!
Şöyle bir cümleyi nasıl anlayabilirim ki: Yeryüzü berrak olabilir, kendimi onun dönme merkezleri arasındaymış gibi hissediyorum, kendime hiç itibar etmeden, anlayınız!
Bu tamamen basit bir benzetme olsa da, konuşurken sadece tamamen basit benzetmeler kullanmaktan yanayım, tutunmak için tamamen yalın kazıklar
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ölümcül olmayan bir şeyin ölümcül olduğuna rastlanıyor bazen. Sanıldığından daha sık rastlanıyor. Hastane duvarlarının dışında.
Zaman geçtikçe oturacak yerlerin kıymete binmesine karşın, hiç kimse oturmadı yanıma.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ben ben olmasaydım, böyle mi olurdum
İnsanın kendini bir kitap gibi açmasını ve içinde sürekli baskı hataları keşfetmesinin nasıl bir şey olduğunu düşünebilirsiniz, art arda, her sayfada baskı hatası kaynıyor! Yine de her şey, bu yüzlerce ve binlerce baskı hatasına karşın, ustaca!
kulaklar, insanın kendi kendini azarlamalarıyla doludur.
Her halükarda erkenden yalnız bırakılmıştım, belki de zaten her zaman yalnız olmuştum.
Bir insan, sahip olmak istediği düşüncelerin türünü kendisi belirler.
“Ne diyor insanlar benim hakkımda?” Diye sordu.
“Budala mı diyorlar? Ne diyor insanlar?”
“Budala mı diyorlar? Ne diyor insanlar?”
“Yıllardır insanlar ‘yeni’ denen şeyin ne menem bir şey olduğunu soruyor. İşte yeni denen şey budur.”
İnsanların veremleri alınlarında..
İnsan korkunç bir yalnızlık içindedir..
Sık sık sormuş kendisine: Nasıl çıkarım bu karanlıktan? Nasıl ?
Şimdi her şey eziyet veriyor bana
Anlaşılmaz bir biçimde hepsi kalıcı bir mutluluk istiyorlar dedi ressam. Oysa ki her şeyin yalnızca süresi kısıtlı bir değeri var.
İnsanların mezarlıklarda ikamet ettikleri dikkatinizi çekmedi mi? Büyük şehirlerin büyük mezarlıklar olduğu? Küçük şehirlerin küçük mezarlıklar olduğu? Köyler de daha küçük mezarlıklar? Yatağın bir tabut olduğu? Giysilerin kefen olduğu? Her şeyin ölüme ön alıştırmalar olduğu? Bütün varoluşun bir tabuta konulma ve gömülme provası olduğu.
İçimde her şey bir nehir yatağındaki gibi kurudu, kurumuş bir kan nehri gibi içimdeki her şey.
Kendim tarafımdan rahat bırakılmak için, kendi dikkatimi kendi içimde çekerek dağıtıyorum. Demek istiyorum ki: beynim dünya ile akrabalık ilişkisinden başka yere yöneliyor, kendimi söndürmemi olanaklı kılmış olan buluşlarımın kötülüğünden başka yere yöneliyor.
Kendimi anlamak için çok çaba gösteriyorum fakat hep başarısız oluyorum. Sanırım parçalanmış bir bağırsağı dikmek kendimi anlamaktan daha kolaydır.
Hiç tanımadığı insanlarla birlikte bir salın üzerinde sürüklenebilirmiş kişi, sıkış tıkış, beden bedene, yıllarca bu insanları bir nebze bile daha yakından tanımadan.
Bir kişinin yakınlığı, onu varlığını hissetmeyecek dereceye kadar tanıma arzusu uyandırıyor insanda. İnsanlarla böyle olmak gerek.
İnsanların mezarlıklarda ikamet ettikleri dikkatinizi çekmedi mi? Büyük şehirlerin büyük mezarlıklar olduğu? Küçük şehirlerin küçük mezarlıklar olduğu? Yatağın bir tabut olduğu? Giysilerin kefen olduğu? Her şeyin ölüme ön alıştırma olduğu? Bütün varoluşun bir tabuta konulma ve gömülme provası olduğu.
Şu güzel yüz dedi ressam, daha ne kadar böyle güzel olacak? Bütün yaşamın bütün büyük çirkinleştirmesinden muaf mı kalacak? Hayır. Herhangi bir hayvansı unsur bir gecede böyle bir yüzün üstünden geçer ve üzerinde izlerini bırakır: önce belli belirsiz, sonra kesinkes, hep daha acımasızca. Sonunda yüzümüzü bu yüzden çeviririz, çünkü ona daha fazla dayanamayız, ve yeni, henüz çirkinleşmemiş, güzel bir yüz arayışına gireriz. Bu yüze de, bir öncekinin yaşadığı gelişime kurban oluncaya dek hayran kalırız. Bütün yüzlerle ilişkimiz böyledir.
Genel olarak bütün eğitim sisteminin değiştirilmesi gerekiyor. Altüst edilmesi. Eğitimle ilgili her şeyin bizim ülkemizde, dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar eskimiş olduğunu biliyor muydunuz? Kendi başına bir skandal bu! Okul binaları dışarıdan nasıl harap, sefil, bakımsız görünüyorlarsa, eğitim sistemimizin derinlikleri de öyle görünüyor. Bu eğitim sisteminden ne doğacağı, insanı endişelendirmeli!
İnsanların mezarlıklarda ikamet ettikleri dikkatinizi çekmedi mi? Büyük şehirlerin büyük mezarlıklar olduğu? Küçük şehirlerin küçük mezarlıklar olduğu? Köyler de daha küçük mezarlıklar? Yatağın bir tabut olduğu? Giysilerin kefen olduğu? Her şeyin ölüme ön alıştırmalar olduğu? Bütün varoluşun bir tabuta konulma ve gömülme provası olduğu.
İnsanın kendini bir kitap gibi açmasını ve içinde sürekli baskı hataları keşfetmesinin nasıl bir şey olduğunu düşünebilirsiniz, art arda, her sayfada baskı hatası kaynıyor!
Ne var ki düşünceler, gitmeleri istendiğinde gitmezler, tatlı dille uzaklaştırılamazlar. Tam tersine: iyice yerleşip otururlar ve, sonsuz derecede suçlama ve öfke üretmeye başlarlar. Düşüncelere kapılan, kendini parçalayan bu sürece kadar vardırırsa işi, yürürken güçsüz düşebilir, nereye giderse gitsin, nereye sığınırsa sığınsın.
Elbette, onları okumasını bilmek lazım, gazeteleri dedi ressam. Onları yutmamalı ve onları fazla ciddiye almamalı, bir mucize olarak.
Politikayla ilgileniyor musunuz? – Evet dedim, genç bir insanın vereceği en doğal yanıtla. Aslına bakılırsa, ben artık politik dalaverelerle hiç ilgilenmiyorum. Ama öyle bir dönem oldu ki, henüz çok da gerilerde kalmış değil, politika alanından her haberi özlüyordum. Politik olan, insanın öyküsünde biricik ilginç olandır. Herkese zihin için bir içerik verir. Elbette! Şimdi kendimi geri çektim, bildiğiniz gibi, ve her şeyi yalnızca öylesine izliyorum.
Çocukluk hala, küçük bir köpek gibi eşlik ediyor bana, hani bir zamanlar neşeli bir yol arkadaşıdır da, şimdi bakmak ve kırıklarını sarmak, binlerce ilaç vermek gerekir ona, ellerimizde ölmesin diye.
İki düşünce arasında gelirmiş, donup kalmak. Algılanamazmış bile. İçinden bir daha çıkılmayan bir rüyaya sokarmış insanı.
Yeni bir insan yapan insanlar, muazzam bir sorumluluk alırlar üstlerine. Hiçbir şey gerçekleştirilemez. Umutsuz. Büyük bir suçtur bu, mutsuz olacağı bilinen, en azından günün birinde mutsuz olacağı bilinen bir insan yapmak. Bir anlığına var olan mutsuzluk, bütün bir mutsuzluktur. Daha fazla yalnız olmak istenmediği için, yalnız olmayı üretmek, bu bir suçtur.
Bir beyin, bir devlet yapılanmasıdır dedi ressam. Ansızın anarşi hüküm sürer.
İnsanlar, yalnız değillermiş gibi yapıyorlar çünkü, her zaman yalnızlar.
Donuyorum, çünkü kafam bedenimdeki her şeyi kendine çekiyor. Hiç de soğuk değil ve ben donuyorum. İstediğim kadar örtüneyim, donuyorum. Sonra kafam yine büyüdü, şişti: her şey bir tür yarı uykuya karıştı: şişmiş kafa soluk aldı ve nerdeyse göğsümü soluksuz bırakıyordu. Baldırlarım öyle soğuktu ki, ellerimle dokunduğumda, cansız oldukları hissine kapıldım; başka zamanlarda, ısınayım diye, bilmelisiniz, hep dışarıya doğru hareket ettirdiğim bacaklarım ve ayaklarım da bu defa olmuyordu, artık kendimi ısıtmanın bir yolu kalmamıştı Sabaha kadar bekleyeyim mi? diye sordum kendime ve gözlerimi kapattım. Gözleri yalnızca kapatmak, varoluşuma sancılı bir çentik atmak anlamına geliyor. Ve gözlerini açmak! Gözlerimi, kimsenin açmadığı kadar yavaş açıyorum, bir o kadar da yavaş kapatıyorum. Gözler, ağız ve kulaklar çok duyarlı bende; çünkü çok büyükler, büyük ağrılar duymama da neden oluyorlar.
Odama gittim ve dedim ki kendi kendime, ama yüksek sesle ve duvarlarda yankılanarak bana çarpacak şekilde: Artık dayanamıyorum buna! Yatağa uzandım. Henry James’imin sayfalarını karıştırdım, kafamda bu edip hakkında hiçbir düşünce olmadan. Ayağa kalktım. Dolaştım. Tekrar yatağa uzandım. Önümde bu kitabın ortasında yer alan bir cümlenin edepsizliğinden tiksindim. Kitabı yere fırlattım. Her şey pis kokuyor, diye düşündüm. Ansızın her şey artık pis bir kokudan ibaretti, en küçük bir düşünce, en uzak bir düşünce bile yalnızca pis bir kokuydu.
İnsanın çevresindeki karanlık, elbette, daha sonra, her şey bittiğinde kendi içimizde taşlaşan karanlıkla aynıdır kimi zaman.
Gördüğüm korkunç rüyalar, çocukluğumun korkunç rüyalarıdır.
insanlar bilmezler yaklaşan ilkbahar mıdır, yoksa bu son mudur karşınıza çıkan ve bütün köşelerde, bütün uçlarda size karşı, bir devrim yapar gibi biraraya gelmiş olan mağazaların bu büyük yazıları, içinizdeki her şeyi yerle bir ederler, doğanın ve yaratıkların yardım arayarak size yöneldikleri yerde, sizin çok daha umutsuzca ilerlemeye çalıştığınız yerde İnsanları görürsünüz ve onlara seslenirsiniz, dört bir yönden sürekli gerginleştirilen bu atmosferde hiç utanmadan ürkütürsünüz bu insanları ceketinizin düğmelerini iliklemişsinizdir, ve tepeden tırnağa gerilmişsinizdir, ve kafanız her yere çarpmaktan korkar.. bütün bu el çantalarına ve bastonlara, bu yüz binlerce el çantasına ve bastona Çok yukarılardan aşağıya indiğinizi düşünürsünüz, ötekilerin de çok aşağılardan yukarıya çıktığını, bu tiksinti içinde ne yapacağınızı bilemezsiniz bu insan kitleleri, hepsi de dosdoğru ilerleyen saat göstergelerinin altında ezilmiş Parkta bir banka sığınmak istersiniz, ama orada sizden daha akıllılar oturmaktadır, daha sabahın köründe banklara çökmüşler ve orada devasa kitaplar okumakta, büyük kâğıtların içinden bir şeyler yemektedirler devlet memurlarının büyük sefaletini anlarsınız, emekliliğin rezilliğini ve başınızı dizlerinizin arasına sıkıştırıp batmamaya çalışırsınız ve dünyanın kendi baş ağrılarınızdan kıvrandığını duyarsınız, fantastik sancılarla, havanın korkunç baskı uygulayışıyla
Her yerde taciz edilirsiniz dedi ressam, nereye isterseniz koşup gidebilirsiniz. Sanki herkes birisini taciz etmeyi iş edinmiş gibidir. Her şeyin üzerinden bir çayır yangını gibi geçen bir içgüdü. Birine karşı. Uyandığınızda karşınızdadır taciz. Aslında: korkunç olan. Dolabı açarsınız: yine bir taciz. Yıkanmak ve giyinmek tacizdirler. Giyinmekzorundaolmak! Kahvaltıetmekzorundaolmak! Sokağa çıkarsanız, en büyük taciz gücüne teslimsinizdir. Kendinizi koruyamazsınız. Çırpınırsınız, ama işe yaramaz. Salladığınız yumruklar, size yüz misli geri döner. Sokaklar nedir ki? Taciz dönemeçleri, yukarı ve aşağı. Ya meydanlar? Biraraya toplanmış tacizler. Bütün bunlar sizin içinizdedir, sizden uzakta bir yerde değil, bilesiniz! Ve bütün bunlar anlamsız bir hedef uğruna! Hiçbir yere tutunamazsınız. Bütün yaşam, imdat çığlıklarından oluşmuş, bitmek bilmeyen bir fikir silsilesi,
Gündüz düşleri ansızın doğru çıkarlarmış, tahminler acı gerçeğe dönüşürlermiş. Rüyada yenilen darbeler, birdenbire başın arkasında acı verirlermiş. Bellek yolculuklara ilişkinmiş, hiç de yalnızlık olmayan yalnızlığa geri dönüşlere. Büyük şehrin ortasında birdenbire bir rüzgâr esermiş, çoktan tarihe karıştığına inanılan. Ama ağaçlar silkelenemezmiş artık, aşırı olgunlaşmış meyveler silkelenerek yere düşürülemezmiş. Hayır. Bir köpek baldır kemiğine saldırırmış ve insanda bir burukluk yaratırmış.
Böyle soğuk günlerde yatağımda oturuyorum ve penceremin camındaki, sanat âleminden, bana göründüğü gibi, doğa âleminden, iç dünyanın ümitsizlik âleminden, bir mucize gibi oluşan ve yok olan buz kristallerinden, inandığım gibi yüz binlerce ve milyonlarcası yaşamımızda gizlenmiş olan ve bizim dünyamızın altındaki bir dünyanın, bilmediğimiz bir evrenin işaretlerinden daha fazlasını oluşturan hakikatler bulmaya çalışıyorum.
Her halükârda, istediğimi iyi ifade edebiliyorum, kâğıda döktüklerim, kafamdakilerden bambaşka oluyor. Kâğıt üzerinde her şey ölü gibi. Odama fırlıyorum ve bir şeyler yazıyorum, ama sanki onları yazarken öldürmüşüm gibi geliyor bana. Artık o şeyden eser kalmamış oluyor.
Bir kişinin yakınlığı, onu varlığını hissetmeyecek dereceye kadar tanıma arzusu uyandırıyor insanda. İnsanlarla böyle olmak gerek. Sonra sözü dünkü gezintiye getiriyor, ayın dünyadan, bir insanın aklının yüreğinden uzak olduğu kadar uzak olmadığı gelmiş aklına, dünkü gezintide. Her zaman kendi kalbinde gezer insan, bu kadar güzeldir başlangıçta ve bu yüzden daha sonra bu kadar dayanılmaz olur ve her şeyin üstünde böyle korkunç bir etkisi olur. Başlangıç sonmuş, her şey bu cümleden kaynaklanıyormuş, ve bir masa aynı zamanda bir penceredir, bir pencere aynı zamanda pencerede duran kadındır, bir dere aynı zamanda yüzeyinde yansıyan dağdır, bir şehir aynı zamanda bu şehrin üzerindeki havadır . Böyle kendi içine dolanmış bir halde insan yitiktir Çıkışlar mı? Yanıt yok. Soluk alıp vermek onda mide bulantısına yol açıyormuş. Diyor ki: Mutlaka bir sürü fikirle bozuyorsunuzdur huzurunuzu. Görüşlerle.
Hiç gerçekten mutlu oldunuz mu? Mutluluğun ne demek olduğunu anladınız mı? Bir daha kurtulacağınıza asla inanmadığınız bir durumdayken? Dedi ki: Soruma bir yanıt istemiyorum.
Sonum doğuruyor beni! Beni ve kişiliğimi! Yalnızca benimle var olan her şeyi! Her bir cümle, kilisenin duvarlarına çarpıp geri gelircesine yankılanıyor. Gaddarca olan bu işte! Sonra: Müphem, her şey müphem! Ancak, kendimi her defasında net bir biçimde dile getirme niyetim yok. Net olan nedir? Zor olduğunu düşünebilirim, bütün bu bağlantılardan, savsaklamalardan, savsaklama günahlarından, üst üste yığmalardan, yükümlülüklerden, suçlandırma kararlarından Hayır, bunu istemiyorum! Artık hiçbir şey istemiyorum. Hiç. Ve hiç kimseden! Şimdi içinde bulunduğum gibi bir durumu, kimse gözünde canlandıramaz. Elbette, hiçbir şey de bilmiyorum. Doğru. Sizi rahatsız ediyorum
Kimi zaman bitkinlik, kendi içine dağılmış bir tiyatro gibi geliyor kafama, sonsuz müzikal-şeytani bir şey gibi, ve parçalıyor beni. Kendim olma yeteneksizliği yoluyla parçalıyor beni, en küçük, en tahammüllü dinginliği yoluyla belleğimin, en çok ihmal edilmiş kalbimin.
Belleğin ölçüsüz neşeden kedere nasıl çark ettiğini, sabahın nasıl öğlene, öğlenin ikindiye ve ikindinin akşama, ışığın nasıl karanlığa dönüştüğünü açıklıyor bana. Çekip gitmenin nasıl eve dönüş olduğunu. İhmalden ve yeteneksizlikten nasıl eziyetin, burukluğun hatta ümitsizliğin doğduğunu. Tehlikeli olan nedir ki? diye soruyor.
yaptığım bütün bu betimleme, korkudan, olağandışı bir gösteri karşısında duyulan çocukça bir korkudan başka bir şey değil
Burası, varoluşun kendi içine büzülebileceği bir köşeymiş. Çoğu zaman, burasının Venedik’te San Michele’deki gibi bir mezarlık olduğu duygusuna kapılıyormuş, ölülerin üst üste yığıldıkları insanların mezarlıklarda ikamet ettikleri dikkatinizi çekmedi mi? Büyük şehirlerin büyük mezarlıklar olduğu? Küçük şehirlerin küçük mezarlıklar? Yatağın bir tabut olduğu? Giysilerin kefen olduğu? Her şeyin ölüme ön alıştırmalar olduğu? Bütün varoluşun bir tabuta konulma ve gömülme provası olduğu. Hanı bu ölümcül yere inşa etme düşüncesinin ardındaki saik açıklanamazmış. Hiçbir zaman bir şey olmamış olan yere.
Hiçbir nesne, hiçbir şey sessiz değilmiş. Her şey sürekli kendi ağrılarını dile getirirmiş. Dağlar, bakın, son derece büyük ağrıların, son derece büyük tanıklarıdır dedi ressam. Dağa doğru yürüdü: İnsanlar hep derler ki: dağın bir ucu göklerde. Hiçbir zaman demezler ki: dağın bir ucu cehennemde. Neden? Dedi ki: Her şey cehennemdir. Gökyüzü ve yeryüzü ve yeryüzü ve gökyüzü cehennemdir. Anlıyor musunuz? Aşağısı ve yukarısı cehennemdir burada! Elbette bir ucu hiçbir yerde değildir. Anlıyor musunuz? Uç yok. Ansızın kopan sıcak rüzgâr, gölgedeki tarafta, başka zaman algılanamayan ayrıntıları belirginleştirdi. Görüyor musunuz? dedi ressam, her şey yalnızca gölgeden ibaret. İşte, ceylanlar! Görünüz! Beni kendine doğru çekti. Görünüz! dedi. Ama ben bir şey görmedim. Bu dağ, ezelden beri devasa bir katafalk tasavvuru uyandırmıştır bende. Görünüz! Gerçekten de dağda, devasa bir katafalkın hatları vardı. Yazın burada saatlerce oturur ve her şeyi incelerim dedi ressam. Kavrayışlar? Hayır. Yalnızca her şeye bakarım. Beni öldürmesin diye. Şimdi önden yürüyordu. Ölüm, kendisiyle meşgul olunmasını istemez dedi. Gelin, önden yürüyün. Bu yüzden bütün zamanım boyunca ölümle meşgul oluyorum! Üşümüyor muymuşum? Donmuyor muymuşum? Donmuyordum.
Kimi zaman, ansızın bütün insanların ortasında yapayalnız olunduğunda donuyor insan, ama sonra güvenli yatağını düşünüyor ve üzülmeyi bırakıyor.
uyumak için değil, yalnızca korkunçluğun bütün sessizliği içinde kendi kendime ulumak, kendi içime ulumak için
Sözcükleri, sanki bir bataklıktan söküp çıkarır gibi çıkartıyor kendinden. Sözcükleri söküp çıkartırken, kanayarak söküp çıkartıyor kendini.
çok fazla güvenliğin ve biraradalığın ve yalnızlığın olduğu yanlış yollarda, yukarıya ve aşağıya yürümekten söz edişimi, özgüven eksikliğinden, fazla güvenden, çok istemekten ve ayrım yapmaktan, ansızın kalakalmaktan ve geriye dönmekten de, korkudan ve suçlamadan, aşktan ve eziyetten, yanılgıdan ve doğallıktan, bulutların yükselişinden ve yoğun kar yağışının karanlıklaştırdığı şehirden ve insanların birbirini karşılıklı yeniledikleri kırsal alandan, kibirli günlerin ardından kederin gelişinden ve ırmakların çekilişinden, yaşamın yavaş yavaş unutulmasından ve sonra kaybedilmiş olanın yeniden bulunmasından, ani sessizliğin ve heyecanın yer değiştirmesinden, bir mütevazılığı bir gaddarlığı gerektirmesinden – birbirine uymayan her şeyden, insanın insanı görmezden gelişinden, kendini kendinde tanımayışından, suskunluğa ve hüznün konuşma tarzlarına kapılışından, yararsız gecelerin uykusuz geçişinden ve binlerce önemli günün uyuklayarak geçişinden. Bütün bunlar onu derinden hüzünlendirdi, yine de onda hiçbir burukluk yoktu. Dinliyorum dedi, kendime ve böyle suskun kalan ona hep işte böyle! dediğim bu sabah saatlerinden sonra kendi yaşamımı dinliyorum. Onu görüyorum, ve başka türlü değil de böyle olduğunu biliyorum. Açıkça görüyorum bunu ünümde. Benimkinden farklı olan kendi yaşamınızda benim yaşamımı gösteriyorsunuz bana . Ve bir süre sonra: Elbette her şey yanlış koşullar altında görülüyor.
Gazeteler onun için, erkek ve kız kardeşinin ve babasının ve annesinin asla olamadığı şeylermiş. Dünyanın benim için asla olamadığı şey. Çoğu zaman yalnızca gazetem vardı, günler boyunca, haftalar boyunca, yıllar boyunca, her şeyin hâlâ yerinde durduğunu bana söyleyen, her şeyin, bilesiniz, etrafımdaki ve içimdeki, öldüğüne inanmış olduğum her şeyin.
Bir köpeğin de elbette bir insan gibi ağırlık kuvveti vardır ama yine de yaşamış değildir, anlayınız!
İnsan birdenbire, sınırı aştığı için, artık şakadan anlamaz olduğunda, artık dünyayı anlamadığında, yani artık hiçbir şeyi anlamadığında. Her şey bir ağrı tasavvurudur.