İçeriğe geç

Doğum Travması Kitap Alıntıları – Otto Rank

Otto Rank kitaplarından Doğum Travması kitap alıntıları sizlerle…

Doğum Travması Kitap Alıntıları

Biz hepimiz, hala çok teorik insanlarız ve bilmenin gerçekten de erdemli yapmaya yettiğini sanabiliyoruz. Psikanaliz bunun böyle olmadığını ispatlamıştır. Bilgi başka şeydir, iyileştirici etken başka.
Akıl = Erdem = Mutluluk denkleminin biricik anlamı: Sokrates’i taklit etmeli, karanlık arzulara karşı kalıcı bir gün ışığı yaratmalısın ­ aklın ışığını. Ne pahasına olursa olsun akıllı, açık, aydınlık olmalısın.
Doğmuş olmamızın bedelini önce yaşamla sonra da ölümle ödüyoruz.
Ama sanatçı da aynı şeyi yapar, Prometheus gibi o da kendine benzeyen insanlar yaratır; yani daima yeni ve sürekli tekrarlanan doğum eylemleriyle, yaratılışın kadınsı ağrıları altında eserini ve eseri içinde kendi kendisini doğurur.
Eski bir efsaneye göre Kral Midas çok uzun bir süre Dionysos’un refakatçisi bilge Silen’i ormanda kovalamış ama bir türlü yakalayamamış. Sonunda ele geçirmeyi başarınca da sormuş ona, insan için en iyi, en yeğlenecek şey nedir diye. Hiç kımıldamadan susup durmuş cin öylece. Sonunda kralın zorlamasıyla konuşmuş, keskin kahkahalar koyvererek: Zavallı günübirlikçi canlılar, tesadüfün ve zahmetin çocukları! Ne diye zorlarsın beni, hiç duymamanın en yararlı olduğu şeyi söylemeye? Senin için en iyisi, hiç ulaşamayacağın bir şey: hiç doğmamış olmak. var olmamak, hiçlik olmak. Zaten ikinci iyi şey de- bir an önce ölüp gitmek.
Cinsel birleşmede doruğa ulaşan cinsler arası aşk, anne ile çocuk arasındaki ilksel durumu kısmen yeniden meydana getirmek için girişilen görkemli bir deneme olarak çıkıyor karşımıza.
Her kaygı ya da korkunun temelinde doğum kaygısının yatması gibi, her haz da son kertede rahim içindeki ilksel hazzı yeniden oluşturmaya yöneliktir.
En derin bilinçdışını değiştirmek, insanın diğer hayati organlarını değiştirmek kadar güçtür.
En derin bilinçdışını değiştirmek, insanın diğer hayati organlarını değiştirmek kadar güçtür.
Her insanı yargılamak için geçerli olan doğru ölçü, onun aslında hiç var olmaması gereken, varoluşunun bedelini çok yönlü acılar ve ölümle ödeyen bir varlık olduğudur: Ne beklene­bilir böyle bir varlıktan? Hepimiz ölmeye mahkum günahkarlar değil miyiz? Doğmuş olmamızın bedelini önce yaşamla sonra da ölümle ödüyoruz.
Doğmuş olmamızın bedelini önce yaşamla sonra da ölümle ödüyoruz.
Normal olarak her çocuğun kaygıları vardır ve bir bakıma ortalama sağlıklı bir yetişkinin konumundan bakarak ço­cukluğu bireyin normal nevrozu saymak yanlış olmaz. Sadece ço­cuksu kalmış olan ya da öyle kaldıkları söylenen nevrotik kişilerde bu durum ileri yaşlarda da devam eder.
Doğmuş olmamızın bedelini önce yaşamla sonra da ölümle ödüyoruz.
Tam da Freud’un sözünü ettiği totemcilik anlamında toplumsal örgütlenmeyi sağlamak ve korumak için, kaygı ve haz yüklü olan ilksel annenin yerine Tanrı Baba geçirilmiştir.İşte bu nedenle, ancak cinsel yoldan yürütülebilecek olan anneye tapınma pratiğine her geri dönüş, toplum karşıtı olarak görülür ve bütün dehşetiyle dinsel fanatizm in hedefi haline gelir.
Türoluşsal gelişim açısından mitlere baktığımızda ise önce elle tutulabilir olan yeryüzünün, sonra da tersine, ulaşılamaz olduğu için gökyüzünün bizi sarmalayan koruyucu anne yerine konduğunu görüyoruz. Topraktan da önce su rahim içi yaşamın eşdeğerini oluşturma konusunda anneye özgü ilksel kaynağı temsil eder. Güneşin payına düşen anlam da ısı kaynağı olmaktır ve bu, ateşe ilişkin ‘sembolleştirme’ de de sürüp gider. Mağaraları, imleri ve ormanlarıyla(saç) dağlar, de asa ilksel anne sayılır ve koruyucu nitelikleri özellikle vurgulanır. Bütün bu hazır verilmiş ikameler yetersizliği giderek anlaşıldıkça, kısmen mükemmele olabildiğince daha yakın kültür ürünleri çıkar ortaya; ve bunlar da yetmeyince, paralel bir şekilde, denge sağlayıcı görkemli fanteziler: naif cennet tasavvurları, ölümden sonra göklerde süren yaşam, daha gerçekçi tembeller cenneti ya da idealistçe özlenen ülkeler.
Uygarlık ve tekniğin giderek yükseltmeye çalıştığı bütün o ‘konfor’ ilksel hedefin hiç durmadan ikame edilmesidir ve ilerleme denilen süreçle aslında ondan sürekli uzaklaşmaktadır.
Arzu rüyaları sonuç itibariyle daima anne karnındaki varoluşu dile getirirken, kaygı rüyalarında hep doğum travması, yani cennetten kovulma, sık sık gerçekten yaşantılanmış bedensel heyecanlar ve ayrıntılarla birlikte yeniden üretilmektedir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kadın ilksel durumun tamamen gerçek bir yeniden üretimini yapabilir, yani hamileliği ve doğurma eylemini yineleyebilir ve böylece ilksel tatmine olabildiğince yaklaşır. Oysa bilinçdışı özdeşleşmeden başka bir olanağı bulunmayan erkek bu yeniden üretimin ikamesi olarak anne yle özdeşleşmek ve kültürel ve sanatsal ürünler yaratmaya yönelmek zorundadır. Kadının kültürel gelişmede daha sınırlı bir rol oynamasını ve dolayısıyla ikincil bir sonuç olarak toplumda kadına daha az değer verilmesini de açıklıyor bu.
Doğumdan çok daha önce rahim içi dönemi (o da travmatik olarak düşünülebilir) ve insanlığın bireysel ruhta izlerini bırakmış bütün bir gelişim tarihi var.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bireysel doğum olayı ruhun başlangıç noktası değil de, kopuş anlarından birisidir.
Arthur Janovs’un bulgularından hareketle, travmaya takılıp kalmış enerjileriyle birlikte organizmadan çekip çıkartmak için doğum sürecine kadar bütün acı verici deneyimleri yeniden yaşatmayı amaçlayan birincil terapi denilen şey ortaya çıkmıştır.
Ruhsal yapının ortaya çıkması doğum travmasıyla baş etme girişiminin bir sonucuydu.
Psikanalitik tarzda düşünmeyi öğrenmiş olanlar, bastırılmış şeylerin içlerinde hep gizli bir özlem barındırdığını bilir.
Bağımsızlığa doğru atışan adımlar ürkütücüdür, bireyselliği yitirerek çevrenin egemenliği altına girmek ise çaresizlik duygusunun yaşanmasına neden olur.
Dölyatağındaki çabasız varoluşa dönme eğilimidir ki Rank bunu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır.
İnsanın bağımsız bir varlık olma çabası, yaşamın özüdür.
Freud, doğum travmasını insanın yaşadığı ilk kaygı olarak tanımlamış ancak sonraki yaşamın kaygılarını genellikle cinsel nitelikte nedenlerle açıklamıştır.
Rank, dölyatağında geçen rahat bir dönemin ardından, çaba ve girişimi gerektiren doğum sonrası koşullara geçişin yeni doğan bebekte yarattığı dehşetin, en sağlıklı insanların bile sonraki yaşamında sürekli olarak var olan birincil kaygının kökeni olduğu görüşünü vurgulamıştı.
Rank insanları üç grupta değerlendirmişti. Ortalama insan, nevrotik ve artist.
Bilgiler yaşadıklarımızla buluşabildikleri oranda özümsenip kendi bilgi dağarımıza mal edilebiliyorlar.
Freud’a göre histeri sanatsal üretime, zorlantılı nevroz din kurmaya ve felsefi spekülasyona, psikozlar da mitolojik dünya görüşüne yakındır.
Her türlü buluş aslında zaten örtük olarak var olan bir şeyin açığa çıkarılmasıdır ve kendi yaratılışını örnek alarak insanın dünyayı yaratışını anlatan mitlerde yansıyan kültürel yaratı da bu şekilde gerçekleşir.
Arzu rüyaları sonuç itibariyle daima anne karnındaki varoluşu dile getirirken, kaygı rüyalarında hep doğum travması, yani cennetten kovulma, sık sık gerçekten yaşantılanmış bedensel heyecanlar ve ayrıntılarla birlikte yeniden üretilmektedir. Rüyadaki narsisist benin halüsinasyon şeklinde gerçekleşen arzularını anlamak için Freud dölütün durumuna geri dönmüştür. Gerçekten de, hiç etki altında kalmadan görülüp daha sonra analiz edilmiş rüyalardan, bunun rahim içi duruma bir geri dönüş ve bu durumun yeniden üretilmesi olduğu anlaşılmıştır.
Rank’a göre her insan, bağımlılık ve bağımsızlık ya da boyun eğme ve kendi yönünü kendi belirleme eğilimlerinin yarattığı çatışma ile dünyaya gelir. Insanın bağımsız bir varlık olma çabası yaşamın özüdür. Bunun karşıtı, dölyatağındaki çabasız varoluşa dönme eğilimidir ki Rank bunu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır. Dolayısıyla, ayrılık ve birleşme, yaşam ve ölümle eşanlam taşır.
İnsanın bağımsız bir varlık olma çabası yaşamın özüdür. Bunun karşıtı, dölyatağındaki çabası varoluşa dönme eğilimidir ki Rank bunu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır. Dolayısıyla ayrılık ve birleşme, yaşam ve ölümle eşanlam taşır.
Eski bir efsaneye göre kral Midas çok uzun bir süre Dionysos’un refakatçisi bilge Silen’i ormanda kovalamış ama bir türlü yakalayamamis . Sonunda ele geçirmeyi başarinca da sormuş ona , insan için en iyi , en yeğlenecek şey nedir diye . Hiç kımıldamadan susup durmuş çin öylece . Sonunda kralın zorlanmasıyla konuşmuş , keskin kahkahalar koyvererek : Zavallı günübirlikçi canlılar , tesadüfen ve zahmetin çocukları ! Ne diye zorlarsın beni , hiç duymamanın en yararlı olduğu şeyi söylemeye ? Senin için en iyisi , hiç ulaşamayacağin bir şey : hiç doğmamış olmak , var olmamak , hiçlik olmak . Zaten ikinci şey de bir an önce ölüp gitmek .
Treni kaçırma, bavul toplama işini bir türlü bitirememe, bagajın kaybedilmesi gibi rüyada çok can sıkıcı gelen şeyleri anlamak için yolculuğa çıkmayı anneden ayrılma, bagajı da (bavul) anne bedeninin ikamesi olarak yorumlamak gerekir. Anne bedeni bunun dışında her türlü araçla da (gemi, otomobil, vagon, fayton vb.) ikame edilebilir.
Her kaygı ya da korkunun temelinde doğum kaygısının yatması gibi, her haz da son kertede rahim içindeki ilksel hazzı yeniden oluşturmaya yöneliktir.
Eski bir efsaneye göre Kral Midas çok uzun bir süre Dionysos’un refakatçisi bilge Silen’i ormanda kovalıyormuş ama bir türlü yakalayamamış. Sonunda ele geçirmeyi başarınca da sormuş ona, insan için en iyi, en yeğlenecek şey nedir diye. Hiç kımıldamadan susup durmuş cin öylece. Sonunda kralın zorlamasıyla konuşmuş keskin kahkahalar koyvererek: Zavallı günübirlikçi canlılar, tesadüfün ve zahmetin çocukları! Ne diye zorlarsın beni, hiç duymamanın en yararlı olduğu şeyi söylemeye? Senin için en iyisi, hiç ulaşamayacağın bir şey: hiç doğmamış olmak. var olmamak, hiçlik olmak. Zaten ikinci iyi şey de-bir an önce ölüp gitmek. Nietzsche, Trajedinin Doguşu
Fare, yılan, kurbağa, böcek vb. gibi küçük ve sürüngen hayvanların tekin bulunmayışı, bunların küçük deliklerde hiçbir iz bırakmadan kayboluşuyla ilgilidir. Annedeki sığınağa geri dönme isteğinin tam anlamıyla yerine gelişi izlenir bu hayvanlarda; dehşet uyandırmaları da hem annenin içine geri girme eğilimini cisimleştiriyor olmalarından, hem de insanda kendi gövdesine girecekleri korkusunu yaratmalarından dolayıdır.
Biz hepimiz hala çok teorik insanlarız ve bilmenin erdemli yapmaya yettiğini sanıyoruz.
Çocuk için ölmüş olmak, gitmiş olmak demektir(Freud),yani ayrılmış olmak- ve bu da doğruca ilksel travmaya bağlanır. Yani çocuk bilince özgü ölüm tasavvurunu kabul ederken, bilinçdışında ilksel ayrılışla özdeşleştirir onu. Dolayısıyla, çocuk istemediği bir rakibin, örneğin kendisini rahatsız eden yeni bir kardeşin ölümünü dinlediğinde, bu yetişkinler için kaba bir şey gibi görünebilir ama aslında bizim rahat bırakılmak istediğimizde git başımdan dememizden pek de farklı değildir.
Çok farklı kişilik ya da nevroz tiplerinin söz konusu olduğu, aynı zamanda ele alınmaya başlanmış bazı vakalarda-erkek ve kadın- hastalar, daha çalışmanın başında analisti şüpheye yer bırakmayacak şekilde anneleriyle özdeşleştirmişler, rüyalarında ve diğer tepkilerine doğum öncesi duruma dönmüşlerdi.
Bireylerin zihinsel yaşamının en aşağı katmanlarına ait olan şeyler, ideal oluşumuyla değişerek, değer yargılarımız açısından insan zihninin en yüce varlıkları haline gelir.
Ceza rüyasının karşıtı olan keyif rüyası, her ne kadar açlık ya da öksürme ihtiyacı gibi gayet gerçek nedenlerin sonucu gibi görünse de, yine rahim içi durumu yeniden oluşturma denemesi olarak anlaşılmaya elverişlidir. Çünkü fizyolojik uyku durumuyla birlikte, rahim içi ortamdaki şekliyle tüm bedensel ihtiyaçları sınırsızca giderme eğilimi de canlanır (gece işemesi ve cinsel aşamada gece boşalması; bu sonuncusu ensest anlamına geldiğinden açıkça ensestle ilgili rüyalarda gece boşalması çok sık görülür ve boşalma rüyaları da hemen her za­man örtük olmayan bir ensest arzusu ifade eder). Hatta Freud’un rüya­ların oluşumu açısından asli saydığı bir keyif’ arzusu olarak uyuma­ nın kendisi de, rahim içi duruma dönme eğilimine tekabül etmektedir.
Her gece kendiliğinden gelen uyku, normal insanın da, yaşamının yarısını rahim içi durumla neredeyse aynı olan bir şekilde geçirdiğine göre, doğum travmasını -bekleneceği gibi- hiçbir zaman tam aşamamış olduğunu düşündürür. Hava kararır kararmaz uyku bizi ken­dine çekmeye başlayıverir; çocuğun karanlık oda korkusunda olduğu gibi, dış koşullar bilinçdışını ilksel durumla özdeşleşmeye yöneltmiş­tir. Aynı nedenle bütün halkların muhayyilesinde havanın kararması insan biçimci bir yaklaşımla güneşin anne karnına (yeraltı dünyası) dönüşü olarak yorumlanır.
Ölmüş ve yeniden dirilmiş olma fikriyle kar­şılaşıyoruz, ölümün içinden geçme fikriyle, yeniden oluş ve sonunda tanrılaşma fikriyle. Aynı zamanda ilkel duyusal kılıklara bürünmüş olarak yeniden doğuş fikri, gerçekten doğurulma tasavvuru vb. çıkı­yor karşımıza. Hastaların karmaşık düşünüşü doğum ve çocukluk ta­savvurlarında doğurmayı ve doğurulmayı, anne olmayı ve çocuk ol­mayı sık sık iç içe geçiriyor.
Vurgulamak istediğimiz bir nokta da, melankolinin salt nevrotik semptomlardan dikkat çekici bir farklılık gösterdiğidir: İlksel duru­mu temsil etmek için sadece kişinin kendi bedeninden (ya da benin­den) yararlanmakla kalmaz, dış dünyaya ait şeyleri de aynı amaçla kullanma eğilimi gösterir (örneğin odanın karartılması). Psikotik bir ton olarak niteleyebiliriz bunu. Melankolik kişi dış dünyadan çekilirken aynı zamanda ona uyum sağlama işini biraz olsun yeniden gerçekleştirmiş olur; oysa ilksel durumu yeniden oluşturmaya yöne­lik bir içeriğe sahip oldukları apaçık olan psikotik kuruntular artık li­bido için uygun olmaktan çıkmış bulunan dış dünyayı bütün dünyala­rın en iyisiyle, rahim içindeki varoluşla değiştirme girişimleridir.
Babanın hayal kırıklığına uğrattığı kızlarda bu kez de libidonun bir bölümü yeniden anneye doğru yollanır, bir zaman önce vazgeçil­miş (babaya aktarılmış) en eski libido saplantısı yeniden başlar. Ama bu arada anne Oidipus konusunda rakibe haline geldiğinden, şimdi başarı şansı daha da azalmıştır. Artık biyolojik bakımdan da gerekli bulunan anneden yeni kopuş için daha güçlü bir savunma biçimine ihtiyaç vardır. Bu durumda kız çocuğun tuttuğu, zorlanımlı nevrozun tipik mekanizması olan ve analiz tarafından açığa çıkarılmış bulunan yol, sevgiyi nefrete dönüştürmektir. Ne var ki, anneden kurtulmaya yaraması gereken bu nefret ona bağımlı kalmanın başka bir tarzıdır aslında. Anne saplantısı nefret kılığında sürmektedir.
Histeri krizinde açıkça ortaya çıkan cinselliğin şiddetle reddedilmesi, anne saplantısının bir sonucudur.
Hasta organ dili ni kullanarak cinsel arzuyla birlikte anne karnına dönme arzusunu da inkar etmekte, bu da normal cinsel duyarlılığı en­gellemektedir.
Avustralya yerlileri ve Orta Asyalı bazı kabilelerde çocukların kü­çük hayvanlar kılığında, çoğu kez göbek deliğinden anne karnına gir­diğine inanılır. Örneğin Kap Bedford yerlilerine göre erkek çocuklar yılan şeklinde, kızlar ise nadas çulluğu kılığında anne karnına girer.
Çocuğun ruhsal gelişimine bu açıdan baktığımızda, çok genel ola­rak şunu görüyoruz: İnsan bu ilk travmayı normale yakın bir şekilde atıatabilmek için uzun yıllara (yani çocukluk boyunca geçen süreye) ihtiyaç duymaktadır. Normal olarak her çocuğun kaygıları vardır ve bir bakıma ortalama sağlıklı bir yetişkinin konumundan bakarak ço­cukluğu bireyin normal nevrozu saymak yanlış olmaz. Sadece – ço­cuksu kalmış olan ya da öyle kaldıkları söylenen- nevrotik kişilerde bu durum ileri yaşlarda da devam eder.
Bu anlamda bütün çocukluk anılarının bir bakıma örtücü anılar olduğu söylenebilir. Yeniden oluşturma becerisinin mümkün olması da tamamiyle ilksel sahnenin asla hatırlanamaz olması sayesinde­dir. Hatırlanamaz, çünkü bütün anılar arasında en acı verici olanı, yani doğum travması, çağrışımsal olarak onunla bağlantılıdır.
Demek ki, her iki cins için de analitik olarak çözmemiz gereken aktarım libido­su anneyle ilgilidir ve doğum öncesinde anneyle çocuk arasındaki fizyolojik bağda ortaya çıkar.
Psikanalitik tarzda düşünmeyi öğrenmiş olanlar, bastırılmış şeylerin içlerinde hep gizli bir özlem banndırdığını bilir: Bir zamanlar içinden çıkarılıp atıldığı bir ışığa, bilincin ışığına dönebilme özlemi.
Biz hepimiz, hâlâ çok teorik insanlarız ve bilmemin gereken de erdemli yapmaya yettiğini sanabiliyoruz. Psikanaliz bunun böyle olmadığını ispatlamıştır

En derin bilinçdışını değistirmek, insanin diğer hayati organlarını değiştirmek kadar güçtür. Psikanaliz sayesinde ulaşabileceğimiz tek şey, benin bilinçdışı karşısında farklü bir tavır alabilmesidir.

birincil ruhsallık olan bilinçdışı, cenine özgü olanın gelişen bende değişmeden sürüp gitmesidir, ve psikanaliz tarafından son metapsikolojik birim olarak cinsiyetsiz id kavramıyla ifade edilmiştir.
Çok genel olarak konuşursak, nevrotik kişinin cinsellik konusunda başarısız kaldığını analiz kanıtlamıştır. Konumuz açısından bunun anlamı nevrotik kişinin alabildiğince çocuksu kalmış olduğu, cinsel eylemde ve çocukta görülenin aksine anneye kısmi bir dönüşle yetinmeyip tam bir dönüş talep ettiğidir.
Çocuk kaygısının ortaya çıktığı koşulları dikkatle incelediğimizde, doğum olayının yarattığı şiddetli kaygı etkisinin çocukta aşılamadan sürüp gittiğini görürüz; henhangi bir şekilde (çoğu zaman sembolik ) doğumu hatırlatan her vesilede bu aşılamamıs etki tekrar tekrar giderilmeye çalışılmaktadır.
Tedavi boyunca çocukluk dönemine ait her iki libido nesnesini (anne ve baba) de temsil eden analistin görevi , anneye yönelik ilksel saplantıdan kendi başına kurtulamamış hastanın bunu başarmasını sağlamak ve bu saplantıyı – hastanın cinsiyetine göre anne ya da baba resmine- aktarılabilir kılmaktır.
analiz (psikanalizi kastediyor yazar), tam olarak baş edilememiş doğum travmasını sonradan alt etme faaliyeti olarak karşımıza çıkmaktadır.
Doğacak olan kardeş çocuğun en derin arzusunu, yani anne karnında bulunmayı hem gerçekleştirmekte hem de oraya dönüş yolunu bir anlamda nihai olarak tıkamaktadır.
Fare, yılan, kurbağa, böcek vb. gibi küçük ve sürüngen hayvanların tekin bulunmayışı, bunların küçük deliklerde hiçbir iz bırakmadan kayboluşuyla ilişkilidir. Annedeki sığınağa geri dönme isteğinin tam anlamıyla yerine gelişi izlenir bu hayvanlarda; dehşet uyandırmaları da hem annenin içine geri girme eğilimini cisimleştiriyor olmalarından, hem de insanda kendi gövdesine girecekleri korkusunu yaratmalarından dolayıdır.
Analiz, tam olarak baş edilememiş doğum travmasını sonradan alt etme faaliyeti olarak karşımıza çıkmaktadır.
En derin bilinçdışını değiştirmek, insanın diğer hayati organlarını değiştirmek kadar güçtür.
Bağımsızlığa doğru atılan adımlar ürkütücüdür, bireyselliği yitirerek çevrenin egemenliği altına girmek ise çaresizlik duygusunun yaşanmasına neden olur.
Kişi, hangi cinsten olursa olsun, kendine yakın birini yitirdiğinde, bu ayrılış yeniden ilksel ayrılışı, yani anneden ayrılmayı hatırlatır.
Çocuk istemediği bir rakibin, örneğin kendisini rahatsız eden yeni bir kardeşin ölümünü dilediğinde, bu yetişkinler için kaba bir şey gibi görünebilir ama aslında bizim rahat bırakılmak istediğimizde “git başımdan” dememizden pek de farklı değildir.
Ne de olsa insanlık tarihi sonuç itibariyle bilincin tarihidir, yani insan bilincinin gelişiminin ve yarattıklarının tarihi.
Psikanalizi kendi nam salmış kanepesine yatırırsak, eninde sonunda tuhaf bir öykü çıkacaktır karşımıza.
Bize ait olan (ve içimizde bulunan) her bilinçsiz ruh parçası, ruhun diasporasındaki gezginliği sona ermedikçe rahat vermez bize – bütün hastalık semptomlarının ispatlayıp durduğu gibi.
Yüzü canavarca olanın, ruhu da canavarcadır.
Biz hepimiz, hala çok teorik insanlarız ve bilmenin erdemli yapmaya yettiğini sanıyoruz.
Psikanaliz bunun böyle olmadığını ispatlamaya çalışmıştır.
Bilgi başka şeydir, iyileştirici etken başka.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir