Ali Emre kitaplarından Diz Çökmeyen kitap alıntıları sizlerle…
Diz Çökmeyen Kitap Alıntıları
ALLAH’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum!
Kalbim ve aklım felçli değil çok şükür! İmanım ve öfkem de dipdiri!
Dünyanın başka bir yerinde böyle fedakâr, böyle kahraman kadınlar var mıdır? Gencecik daha. Cephaneyi ve bebeğini korumuş. Fakat kendisi donup ölmüş..
Adım Adım Âsım efendim Âsım’ın neslindenim.
Kudüs’ü sımsıkı tutmalıyız aklımızda Yusuf. Bütün cehdimizin, gayretimizin merkezine Kudüs’ü koymalıyız hatta. Bunu anlamalı, bunu anlatmalıyız. Üzerine ölü toprağı serilenleri az da olsa uyandırabiliriz o zaman. Yürüyeceğimiz yol ayan olur, üryan olur böylelikle. Biz göremesek bile evlatlarımız, bizden sonra gelenler.. Orada sevinçle ezan seslerini duyabilmeli, namaz kılabilmeli, bağrına bastıklarına hürmetini iade edebilmeli..
Nûreddin Zengî’den Yusuf (Selâhaddin Eyyûbi)’a ..
Çamurlu suya fırlatılan iri bir taşın sıçrattığı kirli damlalar gibi dört bir yandan üzerime çullanan zorluklar, zamanı soluk bir telaş tülünün arkasına saklamaya çalışsa da aklım çetelesini düzgün tutuyordu..
,
Kalbimin ve aklımın kötürümleşmesine asla izin vermeyeceğim.
~
– Yer, iyilik ve güzellikle yeşersin. Gök, mazlumların sevincini çoğaltarak deveran eylesin.
Açlığını ve acısını kitaplarla giderdi.
Kalbimin ve aklımın kötürümleşmesine asla izin vermeyeceğim.
Yazmalarla, nadide koleksiyonlarla zenginleşti kütüphanesi.
Hayr; bereketlendi, çeşitlendi, bir çınar gibi dal budak saldı.
Şerefin, kardeşliğin ve ahlakın çekip çevirdiği bu çabalar; cömertliğe, dayanışmaya, arınmaya da vesile oluyordu.
Bu güzellik küresinin bânisi, dâhisi, hâmisi, Fâtıma el- Fihrî adında bir kadındı.
Cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım ben.
– Gerçek hüküm ve karar yalnızca Allah’ındır. Sizin bu sahte, bu uydurma mahkemenizin ne anlamı olabilir? Biz Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz.
Onca yokluğa rağmen kök söktürdü düşmana Muhtar. Çöl Aslanı dediler ona.
Fakat Rabbine koşarken çölün tozuna toprağına belenmiş çırçıplak bir kalpten ibaretti.
– Öldüğünde Mus’ab’ın kuşağını çözdüm. Bunları ( hurmaları) gördüm. O zamana dek aklıma bile gelmeyen bütün yaralarım sızlamaya başladı. Gözyaşlarımı tutamıyordum. Ondan bir hatıra olarak bunları aldım. Sakladım. O günden sonra, gücüm yettiğince her yere hurma diktim. Çölün en güzel kalbi, hep yanımda atıyordu sanki.
– Ne demekmiş geri dönmek? Yeryüzüdür bizim ülkemiz! Ve bütün ülkeler, mülküdür Rabbimizin!
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
– Öyle anlaşılıyor ki zulme uğrayan insanlar bunlar! İdarecilerini sevmeyen, hükümdarlarından bazen insanlar. Onlara zarar vermeyeceğiz. İstila için gelmediğimizi söyleyeceğiz. Başkalarına benzemeyeceğiz. Allah’ın adını yücelteciğiz buralarda. Kök salacağız. Köleleştirmeyecek, özgürleştireceğiz. Adalet ve merhametle yürüyeceğiz.
– Ey Tarık! Dün Berberî bir köleydin. Bugün muzaffer bir savaşcısın. Sevinçli bir müminsin. Kudretli bir valisin. Bir gün sen de toprağa gireceksin. Şükret ey Tarık! Hiçbir şey, seni Allah’ı yüceltmekten alıkoymasın!
– Dünyanın başka bir yerinde böyle fedakâr, böyle kahraman kadınlar var mıdır? Gencecik daha. Cephaneyi ve bebeğini korumuş. Fakat kendisini donup ölmüş. Allah ecrini misliyle versin.
Gücümü, neşvemi, umudumu budadılar.
“ Ben Ben okuyacak, ilim tahsil edeceğim baba! Kalbimin ve aklımın kötürümleşmesine asla izin vermeyeceğim.”
Heyt, aslanım benim!
Kızgın çölün göğsüne ayetler okuyarak yürüyen gümrah bir ırmaktı o!
Denizin kıyıyı döven hırçın dalgalarına, küheylan misali dalan âteşîn bir mızrak gibiydi.
İzzet sahilinin kenarında bir menar gibi ışıldayan, zorbalığa boyun eğmeyen, müminlerin evini daima dik tutan bir sancaktı
Fakat Rabbine koşarken,çölün tozuna toprağına belenmiş çırçıplak bir kalpten ibaretti
Ey Tarık! Dün Berberî bir köleydin. Bugün muzaffer bir savaşçısın. Sevinçli bir müminsin. Kudretli bir valisin. Bir gün sen de toprağa gireceksin. Şükret ey Tarık! Hiçbir şey, seni Allah’ı yüceltmekten alıkoymasın!
Borçtur.” dediler.
“Yurdumuzu, namusumuzu gâvura mı teslim edeceğiz?” dediler.
“İnşallah, zafer haberiyle kavuşacağız.” dediler. Talihi ve kederi kendilerince eğittiler. Namaz kılıp Allah’a uzun uzun yakardılar.
Acemi bir teğmen, bir arabadan çıkarıp getirdiği İtalyan bayrağını yere düşürdü o sırada. Muhtar’ın ayağının dibine. Kelepçeleri yeni çözülmüş zayıf elleriyle bayrağı yerden kaldırdı muhtar, adama uzattı. O sırada söylediklerini yanı başında yürüyen tercüman kekeleyerek çevirdi teğmene
Yıllarca, bir duvardan alıp Başka bir duvara vurdu beni zamanın yeli. Bu hastalık da kolumu kanadımı kırdı iyice. Çocuklarım yanımda yok. Memleketimi son bir kez gördüğüme seviniyorum elbette. Fakat içime, kanayan bir çeşme koymuşlar Şiirini, destanını, marşını yazdığım ülkede, kuduz köpek gibi kovalandım. Peşime hafiye taktılar. Eserime zincir vurdular. Gücümü, nezvemi, umudumu budadılar. Dahası memleketin, milletin düşürüldüğü bu hâl
Sana emanetiz Allah’ım! Çaresiz koma bizi!”
Merhametin avucunun çok yavaş dolduğu fakat bir çırpıda boşaldığı günlerdi.
Siz ey müslümanlar!
Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler!
Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında
Ömer Muhtar, hazırcevap bir adamdı. Kıvrak bir zekâya sahipti. Dini konulara hâkimdi. Enerji dolu, atılgan, özverili, tavizsiz bir doğası vardı. Senusiler’in önde gelenlerinden biri olmasına rağmen, son derece fakir görünüyordu. Bize karşı düşmanlığı hiç bitmedi, bize hiçbir zaman boyun eğmedi
Fakat Rabbine koşarken,çölün tozuna toprağına belenmiş çırçıplak bir kalpten ibaretti .
Önce kafaları silahlandırmalıyız, sonra elleri.
“Vur ey Allah’ın arslanı vur!
Vur ey Şark’ın kasırgası vur!
Vallahi anan seni bugünler için doğurmuştur!”
“Siz ey müslümanlar!
Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler!
Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında?
Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum!
Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah! Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim! Ben ki saçlan ağarmış, ömrümün son demlerinde, türlü hastalıklann yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim! Tek isteğim, benim gibi müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!
***
“Şu hâline bak!
Ayakta bile duramıyorsun be adam!
Felçli asi!
Küstah kambur!
İsrail devletiyle mücadele etmek sana mı kaldı ha?
Mecnun musun sen?
Arap devletlerinin birleşip yenemedikleri devletimizi sen mi yıkacaksın?”
“Sizi tanımıyorum!
Sizin hiçbir meşruiyetiniz yok!
Kalbim ve aklım felçli değil çok şükür!
İmanım ve öfkem de dipdiri!
Bizim bu davamızın, bu çabamızın Allah’ın izniyle dört bir yanda filiz verdiği günler de gelecek. Ve o gün herkes, sizin bu murdar dillerinizin nasıl tutulduğunu görecek!”
***
“Hiçbir zorluğa teslim olmayacağım. Kimseye boyun eğmeyeceğim. Bu bir imtihan. Savaşacağım. Direneceğim. Allah şahidim olsun!..
Dediği gibi de yaptı. Dünya, adam gördü bu sayede. Direndi. Savaştı. Örnek oldu. Hiç durmadan okudu.
***
“Ömer Muhtar, hazırcevap bir adamdı. Kıvrak bir zekâya sahipti. Dini konulara hâkimdi. Enerji dolu, atılgan, özverili, tavizsiz bir doğası vardı. Senusiler’in önde gelenlerinden biri olmasına rağmen, son derece fakir görünüyordu. Bize karşı düşmanlığı hiç bitmedi, bize hiçbir zaman boyun eğmedi.
Graziani (İtalyan General)
***
Heyt, aslanım benim!
Kızgın çölün göğsüne ayetler okuyarak yürüyen gümrah bir ırmaktı o!
Denizin kıyıyı döven hırçın dalgalarına, küheylan misali dalan âteşîn bir mızrak gibiydi.
İzzet sahilinin kenarında bir menar gibi ışıldayan, zorbalığa boyun eğmeyen, müminlerin evini daima dik tutan bir sancaktı!
– Deminden beri sizi izliyorum. Çok hislendiniz. Adınız nedir? Merhumun yakını mısınız? Kimlerdensiniz?
Oğlumun şaşkın bakışları altında on dört yıl sonra ilk kez konuştum:
– Evet. Terledikçe, güzel bir mendille alnını siliyorum. Adım Adım Âsım efendim Âsım’ın neslindenim.
Halkının sesini kuşanarak “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!” diyen kahramana, bir avuç toprağı bile çok görüyorlardı şimdi. O sırada, kulakları tırmalayan bir ses yükseldi:
– Tanrı uludur! Tanrı uludur!”
Siz ey müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler! Hala kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım! diyen kahramana, bir avuç toprağı bile çok görüyorlardı şimdi.
Resulullah, onun bu hâlini görünce, gözleri yaşararak şöyle dedi:
– “Kalbini Allah Teâlâ’nın nurlandırdığı şu delikanlıya bakın! Anne ve babası, onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyordu. Zengin ve rahattı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resulünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirdi.”
***
Duymayan var mıdır çölün kalbi, Hicaz’ın aslanı Mus’ab’ı ?
***
***
Azın şevk ve inancı, çoğun belini ve ümidini kırıp geçti.
***
Aklını mı yitirdin ey Emîr? Çılgınlık bu senin yaptığın! Nasıl geri döneceğiz şimdi? Yaktın gemileri! Çaresiz bıraktın bizi!
Gülümsedi. Başını çevirerek etrafını süzdü. Kılıcını kavradı Tarık:
– Ne demekmiş geri dönmek? Yeryüzüdür bizim ülkemiz! Ve bütün ülkeler, mülküdür Rabbimizin!”
***
“Ey Tarık! Dün Berberî bir köleydin. Bugün muzaffer bir savaşçısın. Sevinçli bir müminsin. Kudretli bir valisin. Bir gün sen de toprağa gireceksin. Şükret ey Tarık! Hiçbir şey, seni Allah’ı yüceltmekten alıkoymasın!”
***
Sabah, gülkurusu kazağını giyerek uğurladı aslanını Şerife. Gülümsemeye çalıştı. Çehresine ayrı bir güzellik katan bıyıklarını çekiştirdi Mehmet’in. Saçını sakalını düzeltti. Mintanının düğmelerini sıkıladı. Azık torbasını elden geçirdi.
Dışarı çıkınca da dik durdu. Karşısına geçip kocasının cesaretini, çalışkanlığını, yiğitliğini övdü. Ayrılmadan, bir kez daha doyasıya sarılmak istedi. Fakat utandı. Köylünün ayıplamasından çekindi. Mehmet gözden kayboluncaya dek yola baktı iç geçirerek. Sonra, ihtiyar kadınlarla birlikte erini düşünerek o da bir kahramanlık türküsü yaktı.
Borçtur.” dediler.
“Yurdumuzu, namusumuzu gâvura mı teslim edeceğiz?” dediler.
“İnşallah, zafer haberiyle kavuşacağız.” dediler. Talihi ve kederi kendilerince eğittiler. Namaz kılıp Allah’a uzun uzun yakardılar.
***
Halkının sesini kuşanarak “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!” diyen kahramana, bir avuç toprağı bile çok görüyorlardı şimdi. O sırada, kulakları tırmalayan bir ses yükseldi:
– Tanrı uludur! Tanrı uludur!”
***
“Yıllarca, bir duvardan alıp Başka bir duvara vurdu beni zamanın yeli. Bu hastalık da kolumu kanadımı kırdı iyice. Çocuklarım yanımda yok. Memleketimi son bir kez gördüğüme seviniyorum elbette. Fakat içime, kanayan bir çeşme koymuşlar Şiirini, destanını, marşını yazdığım ülkede, kuduz köpek gibi kovalandım. Peşime hafiye taktılar. Eserime zincir vurdular. Gücümü, nezvemi, umudumu budadılar. Dahası memleketin, milletin düşürüldüğü bu hâl
Merhametin avucunun çok yavaş dolduğu fakat bir çırpıda boşaldığı günlerdi.
Tam üç yıl olmuştu.
Ezanı Türkçe okumadığım için, Tophane’deki müezzinliğime son verilmişti. Bu cezayı az bulmuş olmalıydılar ki Beşiktaş karakolundan gönderilen genç ve kibir abidesi polisler; karımın ve çocuklarımın yalvarışlarına aldırmadan, beni mahallelinin gözü önünde burnumdan kan boşalana dek dövmüş, sonra da yaka paça sürükleyerek götürmüşlerdi.
Göstermelik mahkemede söyledikleri hâlâ hatırımda:
– “Gerçek hüküm ve karar yalnızca Allah’ındır. Sizin bu sahte, bu uydurma mahkemenizin ne anlamı olabilir? Biz Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz.”
Onca yokluğa, yoksulluğa rağmen kök söktürdü düşmana Muhtar. “Çöl Aslanı” dediler ona. Avucunun içi gibi biliyordu ülkesini. Ayet okurken, tarihten söz ederken, yumruğunu sıkarak mücadelenin şart olduğunu haykırırken heyecandan yerinde duramıyordu arkadaşları. Titreyerek dinliyordu onu genç adamlar. Kadınlar, dualarını onu anmadan bitirmiyorlardı. Çoklarının unutmaya başladığı şeref; onda bir kalıba dökülmüş, ateşli bir avaz ve kalp bulmuş, muhkem bir mevziye kavuşmuştu.
Heyt, aslanım benim! Kızgın çölün göğsüne ayetler okuyarak yürüyen gümrah bir ırmaktı o! Denizin kıyıyı döven hırçın dalgalarına, küheylan misali dalan âteşîn bir mızrak gibiydi. İzzet sahilin kenarında bir menar gibi ışıldayan, zorbalığa boyun eğmeyen, müminlerin evini daima dik tutan bir sancaktı!
– “Uhud’da… Onun kanla ve kesiklerle dolu gövdesini görünce, hepimiz ağladık. Parçalanan hırkasını başına çekince ayakları, ayaklarına çekince üstü açılıyordu. Biz, Medine’ye Allah rızası için hicret ettik. Allah bize zamanla birçok dünya nimeti de verdi. Mus’ab Mus’ab, bunların hiçbirini tanımadan, tatmadan göçtü. O, bir zamanlar, bizim en kıymetlimizdi. En zenginimizdi. Fakat Rabbine koşarken, çölün tozuna toprağına belenmiş çırçıplak bir kalpten ibaretti.”
Onun bu gelişini Hz. Ali şöyle anlatmaktaydı: “Resulullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab Bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı, eski bir elbise vardı. Resulullah, onun bu hâlini görünce, gözleri yaşararak şöyle dedi:
– “Kalbini Allah Teâlâ’nın nurlandırdığı şu delikanlıya bakın! Anne ve babası, onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyordu. Zengin ve rahattı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resulü’nün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirdi.”
“Medine’nin bu ilk öğretmenini, ilk sancaktarını yüreğine bir pankart gibi germeyen kaç kişi gösterilebilir ki?”
“İnsanlık tarihinin en kıymetli simalarından biri olan bu aziz şehidi andıkça Kalbi kıpırdamayan biri var mıdır sahi?”
Gemilerin bazılarını ateşe veren Tarık Bin Ziyad: “İşte ey mücahidler! Arkamızda düşman gibi bir deniz, önümüzde deniz gibi bir düşman.! And olsun ki kuyruğumuzu kıstırıp kaçmayacağız! Şeref ve cesaret kitabının sayfalarını biz çevireceğiz!”
“Ey Tarık! Dün Berberî bir köleydin. Bugün muzaffer bir savaşçısın. Sevinçli bir müminsin. Kudretli bir valisin. Bir gün sen de toprağa gireceksin. Şükret ey Tarık! Hiçbir şey, seni Allah’ı yüceltmekten alıkoymasın!”
Müminlerden öyle yiğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri söze sadakat gösterirler. Onlardan bazıları sözünü yerine getirip canını vermiştir, bazıları da beklemektedir..
-Ahzap/23
Allah’ım ! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum !
Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim ,ne kalem tutuyor ne de silah!
Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim !
Ben ki saçları ağarmış ,ömrümün son demlerinde , türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim!
Tek isteğim,benim gibi müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!
Fakat Rabbine koşarken,çölün tozuna toprağına belenmiş çırçıplak bir kalpten ibaretti .
-Ey huzura ermiş nefs! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön!
Müminlerden öyle yiğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri size sadakat gösterirler. Onlardan bazıları sözünü yerine getirip canını vermiştir, bazıları da beklemektedir.
-Ahzap 23
-Ne demekmiş geri dönmek? Yeryüzüdür bizim ülkemiz! Ve bütün ülkeler, mülküdür Rabbimizin!
Merhametin avucunun çok yavaş dolduğu fakat bir çırpıda boşaldığı günlerdi.