İçeriğe geç

Disparöni Kitap Alıntıları – Nihan Kaya

Nihan Kaya kitaplarından Disparöni kitap alıntıları sizlerle…

Disparöni Kitap Alıntıları

Oysa ikisi de can havliyle kıvranıyorlardı birbirlerine girdiklerinde. Acıdan başka kazananı olmayan bir savaştı onlarınki. Her hamlede daha çok yıpratıyorlardı birbirlerini. Önceden açılmış yaralarını tekrar tekrar kanatıyorlar, derinleştiriyorlardı. O kadar ki sonunda derinleşecek nokta kalmıyordu; birbirlerini delip kendilerine varıyordu sivri tırnakları.
Geçmediği yol kalmamıştı, ama hiçbirinde iz bırakmamıştı ayakları. Hep yürüyordu, ama henüz hiç basmamıştı bir yere.
İstediği ölmek değil, sadece var olmamaktı. Ölmek bile bir çabaydı kendi başına
“Sırf, dünyaya getirmiş olmanın sorumluluğu yüzünden katlandınız çocuklarınıza! Ama size sorsalar, ‘hiç doğmasalar daha iyi,’ derdiniz değil mi?”
Gözlerinde hesap soran, suçlayan, kırgın ya da öfkeli bir bakışın kırıntısını görsem ben de baş edebileceğim bu bakışla. Ama bu bakış kırgın olmak yerine kırık; kendisi bin parçaya bölünmüş.
“Git bakalım,” dedi. “Nereye gitsen kendinden kaçamayacaksın nasıl olsa.”
Zamanı ve hayatı birbirine eşdeğer ikiz yüzler gibiydi. Ayrılardı ama birbirinin tıpkısıydılar. Birinin kontrolünü kaybedince diğeri de elden uçup gidiyordu.
Belki sadece bir ‘müze’nin ne demek olduğuna dair fikirleri baskın fikirleriyle karışmış ve bu fikirlerin arasında yıpranmış, kendi niteliğini kaybetmiş.
Ahlaksız benim ahlakıma uymayan mı, kendininkine mi? Her iki durumda da bir hata ediyor.
Bir görüntünün yenisine ihtiyaç duyuyorsam o görüntü, görüntü değildir benim için. Görüntü bana öyle bir imge sunmalı ki, içinde bulunduğum andan ve kendimden çıkmalıyım İçinde bulunduğum zamandan çıkamadıktan sonra en yüksek dağa çıksam ne fark eder?
Evden çıkıp kimseyle iki laf konuşmazsın, ama şiir dinlemeye bayılırsın. Bir şeyin işe yaramaması mı lazım senin onu sevmen için Feraye?
“Robin Hood’dan nefret ediyorum,” diyordu. “Robin Hood bir eşkıyaydı. Emek karşıtıydı. Sherwood Ormanında başında o tuhaf yeşil takkesiyle elini kolunu sallaya sallaya gezer, çalışıp didinmiş insanların ceplerini boşaltıp, bunları yazın onlar çalışırken şarkı söyleyip dans etmiş insanlara verirdi. Kendisini iyiliksever zanneden pis bir hayduttan, serseriden başka bir şey değildi.”
– “Ya asiller, Feraye,” diye soruyordu Cem. “Paralarını doğduklarında hazır bulmuş olan mirasyediler?”
– Robin için asil ya da emekçi hiç fark etmiyordu ki. Zengin olan, cebi dolu herkese saldırmayı hak görüyordu kendinde o. Halbuki asıl mirasyedi, kendilerine bu yağmalanan paraların verildiği fakirlerdi. Paralar onlara havadan geldiği için bunların kıymetini bilmezler, onlardaki alın terini takdir etmezler, har vurup harman savururlardı. Zaten bunlar onurlu fakirler olsalar, Robin’den yağmalanmış parayı kabul etmezlerdi.
“Bana bir neden söylemedi,” diye sayıklıyordu. “Bana bir neden söylemedi Etim budum yok. Varlığım, omurgam yok. Bir neden söylemeye bile gerek duymadı bana Hiçim ben. Hiçbir şeyim. Anlamsızım. Varlığım da anlamsız. Parmağımı bir nesneye dokundurup onu itsem, nesne hareket etmiyor. Hiçbir şeyi hareket ettiremiyorum. Kendi maddem yok ki Boşlukta kaybolup gitmişim çoktan, haberim yok. O kadar varlıksızım ki, başka bir varlığa da etki edemiyorum. Etkim yok ki bir tepki bekleyeyim. Yumrukladığım kapı süngerden bile olsa, sünger içine gömülmüyor. Düğmeye bassam, hiçbir şey olmuyor. Bir neden bile söylemedi bana Bana bir nedeni söylemeyi çok gördü. Bana, bana yaptığı şeyin nedenini söylemeyi çok gördü! Varlığımın, hayatımın hiçbir değeri yok. İçi boş, herhangi bir icraatla doldurulmayı bekleyen bir şey sanki benim vaktim. Bu yüzden herkes onu kendi istediği gibi doldurup yönetebilir. Feraye yedi ay şu şu işten başka bir şey yapmış yapmamış, ne fark eder. Feraye’nin hayatı gerçek bir hayat değil. O zaman Feraye de gerçek değil, ipleri elimizde bir kukla; onu elma şekeri vaadiyle kandırsak, yedi ay davul çaldırıp oynatsak ne olacak Bir başına bırakırsak kendisi bir şeyle doldurmayı akıl edemez nasılsa vaktini. Biz dolduralım, bir faydamız olsun; sonra gelip bize teşekkür eder ”
Konuşmaya dair hiçbir isteği kalmamıştı artık içinde. Daha önce konuşmuştu da ne olmuştu? Kimseyle iletişim kurabilmiş, derdini anlatabilmiş miydi? Anlaşmak, kendini anlatabilmek diye bir şey zaten yoktu.
Sana ne söylemeliyim bilmiyorum Feraye. O kadar kuşkusuz savunuyorsun ki bana o adamın söylediklerini, geçmişte olanları bir başkası mı yaşamıştı diye şüphe duyuyorum bazen. Hiç mi ders almıyorsun? Hâlâ mı anlamadın insanlara güvenilmeyeceğini, sözlerinin bir ehemmiyet taşımadığını? Söylediklerine değil, yaptıklarına bakmayı öğren artık çevrendekilerin. Nasıl bu kadar saf olabiliyorsun ( )
Sözlerin sadece sözlerden oluştuğunu artık anladım. Ama onları bu denli yadsımak da o kadar zor ki Onlar benim dış dünyayla, diğer insanlarla bağım. Sözlere, sözcüklere de güvenemezsem neye güveneceğim?
“Kama Sutra’yı okuyunca hüzünlü bir kitap okuduğunu düşünen bir tek sen varsın onca tanıdığım içinde,” diyordu Cem.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sadece isimleri değil, her şeyi daha kısa, daha basit, daha pratik yapmak için uğraşıyor insanlar. Bir yerden diğerine gittiğimiz vakit azalıyor, ilişkilerimizin süresi kısalıyor, düşünmeye harcadığımız emek, zaman daralıyor. Ne yapıyoruz giderek artan bunca vakitle peki? Hiç! Daha mı çok okuyoruz, daha mı çok müze geziyoruz? Hayır. Modern çağ eşittir hız, modern çağ eşittir pratik yaşam, eşittir carpe diem. Ama hepsi bu kadar, bunların da kendilerinden başka bir değerleri yok yaşadığımız şekliyle. Pratik olan şey o an işimizi kolaylaştırıyor, bize rahatlık getiriyor, ama aslında içimizdeki hiçbir ihtiyaca cevap vermiyor.
Hayatım kesik elektriğin gelmesini bekleyen tam teçhizatlı bir elektrikli makine gibi. Hayatım görünürde durağan, görünürde işlevsiz. Beklediğim gerçekleşince görünür olacak mahiyeti. Basılması gereken bir düğmesi var hayatımın sanki; ama bu düğme nedir, nerededir, nasıl bir parmağın bu düğmeye dokunması gerekir, yoksa bu düğme de aslında salt bir düğmeden başka bir şey değil midir; bilmiyorum.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Onlar sadece kelime, Feraye. Onları kullananlar da, sadece insan işte.
Ama bu bakış kırgın olmak yerine kırık; kendisi bin parçaya bölünmüş.
Bilmezler ki içindeki derin boşluğu doldurabilmek için oraya elinr o an ne gelse atmaya razıdır, bu yüzden de onu aç bir kuyuyu besler gibi sürekli geçici günlük malzemelerle doldurup durmaya hep mecburdur. Aslında içindeki acı çok eskidir; kimse o sızlayan noktaya dokunmasın diye tüm dikkatleri, satıhta kalan fiillerine çekmek için muazzam çaba harcar.
Hayata temas ettiği her an canı yanıyor, o acıyla hemen geri çekiyordu kendisini. Kabus gibi üzerine geliyordu hayat inatla. Ufak bir ses, hava, güneş ışığı, rüzgâr; hayatın nefesi daha tenine değer değmez tuzla buz oluyordu tüm bedeni. Hayat bu bedeni hırpalıyor, lime lime ediyor, kullanılmaz hale getiriyordu. Kim bir söz etse inciniyordu. Kendisine dönüyordu.
Bir zamanım yok. Çünkü bir hikayem bile yok.
Sen kolsuz bacaksız bir teyp kaseti değilsin ki birileri gelip seni bulsun, sonra sende kayıtlı sesleri deşifre etsin diye bekleyesin. Arayanlar bekleyenlere her zaman galip gelir bu hayatta.
Bilmem hiç duydun mu , epigrafide çözülemeyen,niteliği anlaşılmayan yazıklar, sonunda ‘Fragmenta Incerra’ adı altında toplanırlar. Kendimi uzun zamandır fragmenta incerta gibi hissediyorum ben de. Kimseye bir faydam yok. Sakladığım, işe yarayabilcek bilgilerimin hepsi öylece duruyor.
Yaşıyordu, ama yaşama hiç değdirmemişti ellerini.
Gülünce sanki gözlerindeki hareler saçlarındakilere karışıyor.
İçi tamamen ölmüş gibiydi; artık onu yeniden canlandırmaya da uğraşmıyordu.
Tek başıma hiçbir şeyim ben.
O kadar zamandır bekliyorum ki artık beklemenin kedisine dönüşmüş gibiyim. Hayatım artık beklemenin kendisi.
Hayata temas ettiği her an canı yanıyor, o acıyla hemen geri çekiyordu kendisini. Kabus gibi üzerine geliyordu hayat inatla. Ufak bir ses, hava, güneş ışığı, rüzgar; hayatın nefesi daha tenine değer değmez tuzla buz oluyordu tüm bedeni. Hayat bu bedeni hırpalıyor, lime lime ediyor, kullanılmaz hale getiriyordu. Kim bir söz etse inciniyordu. Kendisine dönüyordu.
Ölen kadar, hayatta kalanları da dönüştüren bir şey ölüm.
Arkeoloji onlara göre, bol boş vakti olan insanların keyif için uğraştıkları lüks bir hobiden başka bir şey değil.
Söylediklerine değil, yaptıklarına bakmayı öğren artık çevrendekilerin.
Hayat, döndükçe dışarıya para akıtan bir çark gibi işlemekteydi.
‘İşçiyiz, haklıyız. Hakkımızı alırız!’ diyordu biri; ‘Sömürülmeye son!’ yazıyordu pankartların birinde, başka bir pankartta ‘İş Ekmek Özgürlük’ yazılmıştı koyu kırmızı harflerle. ‘Çalışana haklarını verin!’ diye bağırıp duruyordu bir diğeri.
İncinmeler hep dokunduktan sonra başlar.
Gece yıldızlara baktıkça içim sonsuzlukla doluyor sanki..
Hayatta böyle olur bazen, ille de bir neden aranmaz her şeyin arkasında. Bazı şeyleri olduğu gibi kabullenmek gerekir.
Adımlarım her yerde. Nereye bassam dünyanın merkezi orası olsun
istiyorum. Ama ben yaklaştıkça kaçıyor dünyanın merkezi; üzerine
bastığımda o çoktan taşınmış, ikindi gölgesi gibi önüme düşmüş oluyor.
O kadar kaptırmışım ki kendimi aramaya, aradığımı bulduğumda onu aynı zamanda yitirmiş mi olacağım diye korkuyorum bir yandan. Yoksa aradığımı bulabilmek için önce onu yitirmem mi gerekecek diye de düşüyor aklıma bazen.
Kendimden uzağa kaçmanın bir yolunu bulsam bir an durur muyum sanıyorsun. Varlığımdan kaçıp kurtulabileceğim bir yer bulsam hiç ayrılmayacağım oradan.
“Git bakalım” dedi. “Nereye gitsen kendinden kaçamayacaksın nasıl olsa.”
Neşeli baktığı zamanlarda bile
hep her an ağlayacakmış hissi veriyor.
Ümitsizliğin içinden bir ümit bulmak değil midir sanat ?
Belki de adım Feraye olduğu içindir. Ne de olsa devir artık üç heceli isimlerin devri değil. Cem gibi tek, bilemedin iki heceli isimler kullanılıyor artık. Üç, hatta iki heceli olanları da kısaltıyorlar, tek hece yapıyorlar. Sadece isimleri değil, her şeyi daha kısa, daha basit, daha pratik yapmak için uğraşıyor insanlar. Bir yerden diğerine gittiğimiz vakit azalıyor, ilişkilerimizin süresi kısalıyor, düşünmeye harcadığımız emek, zaman daralıyor. Ne yapıyoruz giderek artan bunca vakitle peki? HİÇ!
Bu romandaki karakterler yalan, ama yaşadıklarının hepsi gerçektir.
Bir yerden diğerine gittiğimiz vakit azalıyor, ilişkilerimizin süresi kısalıyor, düşünmeye harcadığımız emek, zaman daralıyor. Ne yapıyoruz giderek artan bunca vakitleri peki? Daha mı çok okuyoruz daha mı çok müze geziyoruz? Modern çağa eşittir hız, pratik yaşam, carpe diem. Ama hepsi bu kadar, bunlarında kendilerinden başka bir değerleri yok yaşadığımız şekliyle. Pratik olan şey o an işimizi kolaylaştırıyor, bize rahatlık getiriyor, ama aslında içimizdeki hiçbir ihtiyaca cevap vermiyor.
İncinmeler hep dokunduktan sonra başlar
içindeki derin boşluğu doldurabilmek için oraya eline o an ne gelse atmaya razıdır, bu yüzden de onu aç bir kuyuyu besler gibi sürekli geçici, günlük malzemelerle doldurup durmaya hep mecburdur.
Fakat ,içinde saklı bu kuvveti açığa çıkartmasına yetecek bir neden , bir dış etki bulamıyordu.
Sizin Cem’le aranızda çok özel bir şey var Feraye. Sevgili olduğunuzu söylemiyorum. Ama arkadaş da değilsiniz. Bu aranızdaki, sevgili olmak kadar olmamakla da tanımlanamayacak, çok başka, çok özel bir şey
Madem Tanrı’ya inanmıyorsun, neden bu kadar öfkelisin?
“Feraye olduğu yerde ne kadar hareketsiz durursa o kadar az masrafa mal olduğunu daha derinden duymaya başladı. Hayat, döndükçe dışarıya para akıtan bir çark gibi işlemekteydi. İnsanın cebindeki parayı muhafaza edebilmesinin yegâne yolu bu çarkı durdurmaktı.”
“Arayanlar bekleyenlere her zaman galip gelir bu hayatta. Hatta arayanlar, bekleyenlerin omzuna çıkarak yükselir çoğu zaman. Sesini bir şekilde duyuramadıysan, başka bir yolu dene. Ama sen o kadar ürkek, o kadar çekingensin ki, sana kulak dayadıklarında bile çok cılız çıkıyor sesin. Devirse cesur, yırtık olanların devri.”
Toprağın yüzeyinde buluştukları tek bir nokta vardı; ama o da o kadar dardı ki oradan birbirlerine varamıyorlardı.
Sahip olduğum her nefesi tüketene, sonunda kendimi tüketene kadar yılmadan aramam gerektiğini emrediyor aramaya müptela zihnim bana. Yollar tükeniyor, sözler tükeniyor, ilişkiler tükeniyor; ben hep arıyorum, hep arıyorum.
Hayatım artık beklemenin kendisi.Ne olursa olsun, ama yeter ki artık bir şey olsun diye usanmadan bekliyorum.Bir şey, bir fiil, bir değişiklik; dışarıdan bir el dokunacak ve her şey, kendim dahil, bir anda canlanacak sanki.O el dokunmadıkça, bir ölü hayatım; uyandırılmayı bekleyen, ama bu bekleyişe ölümüne sadık. Hayatım kesik elektriğin gelmesini bekleyen tam teçhizatlı bir elektrikli makine gibi.Hayatım görünürde durağan, görünürde işlevsiz.Beklediğim gerçekleşince görünür olacak mahiyeti.Basılması gereken bir düğmesi var hayatımın sanki; ama bu düğme nedir, nerededir, nasıl bir parmağın bu düğmeye dokunması gerekir, yoksa bu düğme de aslında salt bir düğmeden başka bir şey değil midir; bilmiyorum.
O kadar uzun zamandır bekliyorum ki artık beklemenin kendisine dönüşmüş gibiyim.Beklemek bütün vaktimi alıyor; bütün ömrümü, hayatımı kaplıyor.Kendisinden başka hiçbir şeye yer bırakmayacak şekilde kaplıyor.Artık bekçi gibi, Godot’yu bekler gibi, Mehdi’yi bekler gibi, beklemenin kendisini bekler gibi bekliyorum.Beklemek öyle ağır bir iş ki beni hepten hareketsiz bırakıyor, olduğum yere çiviliyor, elimi kolumu bağlıyor.
İçinden daha da içeride bir yer bulsa hemen kaçıp saklanacaktı oraya.
Üstü başı yara bere içinde evime geldiğinde anlıyordum hayatla kavgasına mola vermek için uğradığını. Gidebileceği başka yer yoktu, içinde hayatın olmadığı. Öyle çok darbeyle perişandı ki, üstünden hayatın tozlarını hiç silkelemeden alıyordum onu içeriye.
Yaşamın çemberinden tekrar tekrar geçtiği halde hiç yaşamamış bir adamdı yanında yürüdüğüm. Geçmediği yol kalmamıştı, ama hiçbirinde iz bırakmamıştı ayakları. Hep yürüyordu, ama henüz hiç basmamıştı bir yere. Üstünde yürüdüğü tüm yollar, zannettiğinin aksine lekesizdi.
” Arayanlar bekleyenlere her zaman galip gelir bu hayatta. Hatta arayanlar, bekleyenlerin omzuna çıkarak yükselir çoğu zaman. Sesini bir şekilde duyuramadıysan, başka bir yolu dene. Ama sen o kadar ürkek, o kadar çekingensin ki, sana kulak dayadıklarında bile çok cılız çıkıyor sesin. Devirse cesur, yırtık olanların devri. ”
”Donmuş tek bir andan sayısız anlar bulup çıkarmaktır sanat. Özgürlük bu, etrafta akan sonsuzluktan avucumuzun aldığı kadar da olsa beslenemeyeceksek neye yarar özgürlük? ”
”Ümidini kırmak istemem, ama Bu kelimelere artık güvenme, Onlar sadece kelime, Onları kullananlar da, sadece insan işte. ”
”Fayda deyip duruyorsun ya; insan olmadıktan sonra insanlığın ne faydası var ki, anne? ”
Yollar tükeniyor, sözler tükeniyor, ilişkiler tükeniyor; ben hep arıyorum, hep arıyorum.
Her yerde, her şeyde, durmadan arıyorum. O kadar kaptırmışım ki kendimi aramaya, aradığımı bulduğumda onu aynı zamanda yitirmiş mi olacağım diye korkuyorum bir yandan. Yoksa aradığımı bulabilmek için önce onu yitirmem mi gerekecek diye de düşüyor aklıma bazen. Ya çok yorulduğum yolun sonunda bulduğum ”kendim ” olacaksam ve kendime çarptığımda duracaksam?
O kadar uzun zamandır bekliyorum ki artık beklemenin kendisine dönüşmüş gibiyim. Beklemek bütün vaktimi alıyor; bütün ömrümü, hayatımı kaplıyor. Kendisinden başka hiçbir şeye yer bırakmayacak şekilde kaplıyor.
aslında içindeki çocuk ne kadar çok ağlıyorsa onu bastırabilmek için o kadar yüksek perdeden kahkahalar atar; ne kadar çok korkuyorsa o kadar çok kükrer. Bilmezler ki içindeki derin boşluğu doldurabilmek için oraya eline o an ne gelse atmaya razıdır, bu yüzden de onu aç bir kuyuyu besler gibi sürekli geçici, günlük malzemelerle doldurup durmaya hep mecburdur. Aslında içindeki acı çok eskidir; kimse o sızlayan noktaya dokunmasın diye tüm dikkatleri, satıhta kalan fiillerine çekmek için muazzam çaba harcar.
Ben havayım; o, toprak. Her döndüğümde burada, değişmemiş bulurum onu. Ben ise yedi ayrı iklim solumuş olurum gelene kadar. Her gün başka tatlar, başka kokular sinmiş olur üzerime.
geçmediği yol kalmamıştı, ama hiçbirinde iz bırakmamıştı ayakları. hep yürüyordu, ama henüz hiç basmamıştı bir yere. üstünde yürüdüğü tüm yollar, zannettiğinin aksine lekesizdi.
adımlarım her yerde. nereye bassam dünyanın merkezi olsun istiyorum. ama ben yaklaştıkça kaçıyor dünyanın merkezi; üzerine bastığımda o çoktan taşınmış, ikindi gölgesi gibi önüme düşmüş oluyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir