İçeriğe geç

Dışarıdan Kıyıdan Konuşmalar Kitap Alıntıları – Ece Temelkuran

Ece Temelkuran kitaplarından Dışarıdan Kıyıdan Konuşmalar Kitap Alıntıları sizlerle…

Dışarıdan Kıyıdan Konuşmalar Kitap Alıntıları

Sümüksü bir sistem bu: Muhalifler ne kadar debelenirse debelensin neredeyse hiçbir hareketleri, geniş işkembesinde her şeyi öğüten, komikleştiren bu dev mekanizmanın dışına çıkamıyor. Dışarısı" yok!
Renkli çocuklarına rağmen renksizleşen bir ülke, bütün renklerini görünmez ilan ediyor. Görünmez insanların ülkesi burası. Bu yüzden merkez partilerin çığırtkan minibüsleri, kendilerine nasılsa çok inanmış sesler çıkararak sokaklarda gezebiliyorlar!
Başarının zenginlikle, gücün vandallıkla eşitlendiği, dibine kadar lümpen bir hayattan yorulmadı mı kalbiniz? Düşünsenize, şimdi siz çocuklarınıza ne öğreteceksiniz? Yeni Türkiye insanı" nasıl bir tip olmalı? Konuşsanıza! Bundan
böyle nasıl insanlar olmalıyız biz?
(…) Bu halka, onların anladığı dilden hitap ediyor! Şefkatle tartaklıyor, espri
olarak kulaklarını çekip enselerine vuruyor… Bu halk bunu seviyor.
Türkiye’de her yıl otuz beş bin kişi silah ruhsatı almak için başvuruyor. Ülkede bir milyon yedi yüz bin kişide silah var. Diğer yandan intiharlar da artıyor. Türkiye ölüyor, öldürüyor, durmadan varlığını armağan ediyor varlığına".
Gerçek şu ki, Türkiye’deki ekonomik kriz, rakamlarla ifade edilemeyecek kimi yaralar açtı insanlarda.
(…)
Zengin olmaya duyulan özlem ve bunun pervasız dile getirilişi, bir anda artık eskisi gibi ve eskisi kadar sevimli değildi. Çalışan her zaman kazanmıyordu. insanlar sistemin ne kadar vahşileşebileceğini, insanın bu sistem için ne kadar kıymetsiz olduğunu bizatihi kendi hayatları üzerinde gördü.
(…) Evlilik" uygarlığın uydurduğu bir meseleydi ve esas olan hayat içinde yaşamak dediğimiz bütün o şeyler olup biterken, senin gördüğünü gören biriyle "sıra arkadaşı" olmaktı. Yoksa 50 yıl ne konuşur insan "karısıyla", "kocasıyla"? "Belediye başkanının verdiği yetkiyle" bir memur sizin beraber yatıp, üremenize izin verdi diye…
Ama "sıra arkadaşı" olunca… Sıra arkadaşı insanın, önünde durmaz, arkasında da. Yanında durur. Böyle, yan yana durur işte. Siz yan yana dururken başınızdan olaylar geçer. Hayat denen sıkıcı derste bir aralık kollarsın hep "gördü mü?" demek için.
Birikirsin. İnsan en çok bunu anladığında yalnızdır. Birikeceğini, hayatın ölüme kadar bitmeyeceğini anladığı an. Aslında gerçekten tam o anda birini
arar insan. İnsanlığın ucuz cehenneminde bir başına olmamak için. Olup bitenler hakkında hiç değilse konuşmak için. Bir şey görünce dönüp gördün mü?" demek için. O yüzden işte…
Biz namuslu yaşadık Tilda. İyi insanlar olduk." Bu, en uzun cümlesidir Türkçe’nin. Yaşar Kemal’in ölen eşi Tilda’nın mezarı başında söylediği. En uzun romandan daha uzun, en ağırından daha taş.
Bu ülkeyle duygusal bağı olan herkes gibi ülkeyle ilgili düşünürken aklım ve kalbim bulanıyor. Ama niyeyse en güzel, en sağlam aşklar ve adamlar da hala bu bulanık ülkeden çıkıyor. En güzel yine Türkçe aşık olunuyor!
Mesela Guantanamo Esir Kampı’nda Müslüman’ım ben, en inanmışından. Çeçenistan’da, bi’ okuyuşta Ayet el-Kürsl’yi okuyabilirim. Ama Afganistan’a gönderirseniz beni, hiç anlamam, ateşe tapanların yanına geçerim. Nazi
Kampları’nda Musevi’yim ama İsrail tanklarının tam yanında din değiştiririm. Roma imparatorlarına karşı benden Hıristiyan’ını bulamazsınız; İncil üzerine yemin ederim. Ama Engizisyon Mahkemesi’nin önüne çıkarılırsam Hıristiyanlığı reddederim. Ve nihayet, en büyük kutsal kitabın insanın kalbinde yazılı olduğuna inanırım.
Bir kol kırığı altı-sekiz haftada kaynar. Ruh kırıkları ne kadar sürede acaba? Kaynarlar mı ya da? Ya da kimi kırıklar gibi onların da yanlış kaynama olasılığı var mı? Böyle berbat, böyle şirazesiz hayatlar sürmekten, bunları izlemekten canı yanmayan, yalanlara inanmayı, gerçekleri görmekten daha huzurlu bulan ruhlar olduğuna göre bu ülkede bir kırık yanlış kaynadı belki. Belki de Türkiye, 1980’de kırılıp sonra da yanlış kaynamış bir ruh kırığıdır. Hepimizin bir yeri kırıktır…
Artık Türkiye’de insanlar gürültü çıkarmadan hiçbir şey yapamıyorlar!
Eğer memleketi topluca bir psikiyatri koltuğuna oturtabilseydik şöyle derdi herhalde: Dibe vurmaktan öyle çok korkuyorum ki beni dibe çağıran sesleri duymamak için oyun havalarının sesini açıyorum!"
Ağaç kesitlerinde Allah kelimesini arayanlar, gökyüzündeki bulutlarda Atatürk’ün suretini bulanlar… Hep aynı kaynaktan beslenen bir dikkat ve itina" ile bir şeyleri kutsal kılıyordu. Çocuk kalplerinden başlayarak büyüyen bir paranoya idi bu ve etrafımız sarılmıştı! Ta o zamandan beri…
(…) Çünkü, bir kadın çıkıyor. Sezen Aksu adlı bir kadın. İnsan gibi bir şey yapıyor. Sadece insan gibi davranıyor. İnsan gibi davranmak bile cesaret gerektiriyor senin ülkende, biliyorsun. Bu yüzden en derin bir yerinden buruluyorsun. Sen sevgili yurdum, bu yüzden o şarkılar çalınınca ağlıyorsun. Ağla sevgili yurdum! Çünkü, ne mutlu sana, Anadolulusun! Sen, bu kadar çok sesinle bu kadar çok susmuşsun! Ne mutlu Anadoluluyum diyene!" diyemediğin için ne kadar yorulmuşsun!
Çünkü, sen kalbini artık kötü şeylere göre ayarladın. Sen, bu ülkede doğup bu ülkede yaşadın. Çok dövülmüş bir köpek senin kalbin, yeni bir dayak inletmez artık onu. Biri gelip okşadı mı boşaltıyorsun bütün biriktirdiğin ağlamalarını. Senin kalbin artık öyle olmuş ki, şaşırıyor, çocuklar ölmek yerine şarkılar söyledi mi!
Bir acayiplikler diyarı" olarak bizim memleket, insanın yeterince zamanını alıyor zaten. Diğer yandan Türkiye’deki toplumsal gerginlikler o kadar taze
ve o kadar canlı ki bu konularda yapılan tartışmalar, bu gerginlikler çevresinde yaşanan olaylar insanların bütün enerjisini alabiliyor. Yazdığım yazılara bakınca Türkiye’de en çok beş meselenin konuşulduğunu görüyor insan. Bu beş temel mesele aynı zamanda toplumsal düzeyde birer hassasiyet ya da gerilim sebebi. Bütün toplumsal hayat bu beş meselenin etrafında belirleniyor, bütün taraflar bu beş meselede takındıkları tutuma göre oluşuyor. Bunlar; Kürt sorunu, siyasal İslam, ekonomik durum, parti siyaseti, ordu ve orduya bağlı olarak Türkiye’nin bir ülke olarak kuruluş ideolojisi.
Açıkça ve kısaca söyleyeyim, köşe yazarı olduktan sonra anladım ki bir yazarın kim olduğu, ne olduğu, kimler tarafından sahiplenileceği bu konularda aldığı tavra göre belirleniyor. Hatta kimi sözcükleri belli bir biçimde kullanmanız bile yer aldığınız safın bir "şifresi" olarak yorumlanabiliyor. Ülkenin en çok dikkat kesilip hakkında en çok cümle sarf ettiği konuların aynı zamanda en sert tabular olması da ilginç elbette. Yani Türkiye en çok konuştuğu konularda aslında hiç konuşamıyor. Eğer her ülkenin bir ruhu olduğunu varsayıyorsak Türkiye’nin "ruhsal karmaşası" da buradan kaynaklanıyor zaten. Hakkında konuşulan beş konunun hakkında aslında konuşulamamasından!
Kalbindeki yazıyı unutanlar en talihsiz, en öksüz ruhlardir aslında.
“Niye? Çünkü her insanda öyle bir yer var. İnsan kaybolmak ister çünkü. Bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister. Bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada, bir hikayede erimek ister. Başka türlü katlanamaz aslında kendine.”
İnsan, hayatın o kadar da kısa olmadığını anladığı zaman büyüyor galiba. Yaşanan için bitmeyecek bir şeydir çünkü hayat; ancak, ölmekte olan için kısa. Düştüğün yerde kalınmaz çünkü, vurulduğun yerde bitilmez. Uzar, genleşir hatta delinip derinleşir zaman.
Bizi bu ülkeden nefret ettirecekler! Onlar, bir halkın önce içini, gönlünü, kalbini, aklını oyup sonra kolayca yerler…
Para kandan kıymetlidir.
Bu memlekette olup bitenler benim hep canımı yaktı.
Öfkeden hasta edebilir insan kendini.
Seda Sayan’ı niye sevdiklerini anladığım gün bu memleketi anlarım.
Sen alıştın bu ülkeden umut kesmeye.
Burası renkli çocukların renksiz ülkesi
Başbakan Nuri Alço!
Döve döve öğretti ki hayat…
Bütün genellemeler insafsızdır!
Binlerce dumur hikâyesinin yaşandığı ve hepsinin normal karşılandığı bir Meksika dizisine dönüşmüş durumda bütün ülke.
İnsan aslında ölür değil mi, çocuğu ölünce?
“ Düşünen; kedisiyle,dünyayla derdi olan; parayla,iktidarla derdi olmayan,bilim ve sanatı önemseyen ve bunlardan konuşmak isteyen,postmodern adı altında yaşanan kafa karışıklığını hiç enteresan bulmayan,hayatta ödün verilmeyecek doğrular olduğunu düşünen,onuru ‘hala’ önemseyen,muhafazakar bir partinin iktidara gelmesinin ardından bunu ‘değişim’ ‘sivilleşme’ sözleriyle allayıp pullamayan,dinle beslenen siyasal hareketlerin nihayet tüm özgürlükleri boğazlayacağını bilen kişiler olarak biz,azınlıktayız. Hatta öyle ki ‘azınlık hakları’ talep edebilecek durumdayız…”
“Börekler,dolmalar,köfteler masaya sıralanıp,saate gözler dikilip yemek yenecek vakit bekleniyor. Bu kadar ‘aç’ bir ibadet olabilir mi? Bir ibadet bu kadar ‘obur’ bir biçimde yapılabilir mi?”
“Pek yakında gürültüden başka ses kalmayacak. Pek yakında oynamaktan başka bir hal kalmayacak. Pek yakında Türkiye ‘beğendikleri’ gibi olacak; herkes göbek atacak! Kimsenin iç sesi,hiçbir kıyıda deniz sesi kalmayacak…”
“Dibe vurmaktan öyle çok korkuyorum ki beni dibe çağıran sesleri duymamak için oyun havalarının sesini açıyorum!”
Karşılıklı titretip sesleri, iki İzmirli kadın olduğumuz için herhalde, derhal dalga geçmeye başlıyoruz, titrek durumumuzla
“Mümkünmüş. İnsanların ve insanlığın zehirlenerek ölmüş bir balık gibi haysiyet kıyılarına vurması, kokuşması ve bunun en doğru şeymiş gibi anlatılması mümkünmüş.
İnsanın alçalma imkanı, yükselme imkânından daha mümkün ve derinmiş..”
“Belki de gülünemeyecek kadar berbat bir şakadır tarih; insanın nutku tutulmuşken akıp giden zamandır belki..”
“Ben o zaman, yüzleri bir yara gibi küçülen bütün insanların bir gün bir araya geleceğini sanmıştım. Ama sonra döve döve öğretti ki hayat: “İşler sandığınız gibi değil! Ama yine de insan, boşa gitmez! Biliyorsunuz değil mi?”
Sonra hayat hepimize aynı şeyi öğretiyor:
Sandığınız gibi değil!"
Mümkünmüş.İnsanların ve insanlığın zehirlenerek ölmüş bir balık gibi haysiyet kıyılarına vurması,kokuşması ve bunun en doğru şeymiş gibi anlatılması mümkünmüş.
İnsanlık onuru ekmekle denendiginde, ekmek her defasında kahredici bayrağını diker erdemin bögrüne…
Savaş diliyle barış olmaz
Bütün genellemeler insafsızdır."
İnsanlığın alçalmasının sınırı yokmuş, onu gösterdiler. Yalanın sınırı yokmuş ve yalanı söyleyen bir zalim dev ise söylenen gerçekmiş gibi yapılırmış.
Savaşın adamları vardı ama barışın insanları.
Burası renkli çocukların renksiz ülkesi.
İnsanların parasızlık, geçim güçlüğünün yanı sıra bugünlerde yaşadığı ihtiyaç bu değil mi? Yeni bir toplumsal ahlâk ihtiyacı!
Biz namuslu yaşadık Tilda. İyi insanlar olduk." Bu, en uzun cümlesidir Türkçe’nin.
Yaşar Kemal’in ölen eşi Tilda’nın mezarı başında söylediği.
En uzun romandan daha uzun, en ağırından daha taş.
Biz azınlıktayız. Düşünen; kendiyle, dünyayla derdi olan; parayla iktidarı derdi olmayan, bilim ve sanatı önemseyen ve bunlardan konuşmak isteyen, postmodern adı altında yaşanan kafa karışıklığını hiç enteresan bulmayan, hayatta ödün verilmeyecek doğrular olduğuna düşünen, onuru hâlâ" önemseyen, muhafazakar bir partinin iktidara gelmesinin ardından bunu "değişim", "sivilleşme" sözleriyle allayıp pullamayan, dinle beslenen siyasal hareketlerin nihayet tüm özgürlükleri boğazlayacağını bilen kişiler olarak biz azınlıktayız. Hatta öyle ki, artık "azınlık hakları" talep edebilecek durumdayız.
Üniversite öğrencilerinden beyinleri ve gençlikleri elinden alınmış birer patates gibi olmaları bekleniyor.
Televizyondakiler gibi yaşamaya çalışıyor insanlar. Televizyondakiler gibi eğlenmeye çalışıyor.
Sen alıştın bu ülkeden umut kesmeye. Yeniden umutlanmak mahvediyor seni, paramparça oluyorsun.
İnsan konuşmadı mı içinde derin yaralar açılır.
Ama, her şey karşıtını doğurur…
Ve mutlaka kalplerden başlanacak barışa
Topraklar, haritalar ve kitaplar kadar, belki daha da çok insan kalplerinde yazılıdır tarihler.
Kırgınlıklar, intikamlar, yaralar buluşmalar, hatırlatmalar, kesişmeler, coşkular, yeminler, unutmalar ve hüzünler… Biriktikçe biriken bir dip dolaştıkça düğümlenen, düğümlendikçe ağırlaşan suskunluklar…
Yokluklarda,yoksunluklarda yoklama yapacağı tutar hayatın. “Eksik”yazılmasın diye o,atarsın kendini ortaya. Yalanlar,masallar,hikâyeler;oyalarsın zamanı. Ne yapar yapar “eksik” dedirtmezsin sıra arkadaşın için…
Mesela sıra dayağına çeker sizi hayat. “Acıdı mı?” dersin. Acıyan yerlerini gösterirsin birbirine. Geçince ya da geçti sanınca,”Gördün mü ?” dersin. “Bak geçti. “
Sıra arkadaşı insanın önünde durmaz,arkasında da. Yanında durur. Böyle,yan yana durur işte. Siz yan yana dururken başınızdan olaylar geçer. Hayat denen sıkıcı derste bir aralık kollarsın hep,”Gördün mü?”demek için…
İnsan,hayatın o kadar da kısa olmadığını anladığı zaman büyüyor galiba. Yaşayan için bitmeyecek bir şeydir çünkü hayat;ölmekte olan için kısa.
İnsanın alçalma imkanı yükselme imkanından daha mümkün ve derinmiş.
Düştüğün yerde kalınmaz çünkü, vurulduğun yerde bitilmez.
Biz namuslu yaşadık Tilda. İyi insanlar olduk." Bu, en uzun cümlesidir Türkçe’nin

Yaşar Kemal’in ölen eşi Tilda’nın mezarı başında söylediği

En uzun romandan daha uzun, en ağırından daha taş.

Bütün genellemeler insafsızdır!"
Herhangi bir tanrıya ihanetten daha büyük cezası vardır insanın kendine ihanetinin…
Kalbindeki yazıyı unutanlar en talihsiz, en öksüz ruhlardır aslında.
Ve nihayet, en büyük kutsal kitabın insanın kalbinde yazılı olduğuna inanırım.
… bütün dünyayada, insanlığın alçalmak konusundaki sınırsızlığı ile yükselme imkanının direnci bir arada yaşandı.
Esas mesele, bütün insanlar toptan başka bir tarafı tutsa da, yazının vicdanına sahip biri olarak, insanlığın tarafında durmaktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir