İçeriğe geç

Diplomasi Kitap Alıntıları – Henry Kissinger

Henry Kissinger kitaplarından Diplomasi kitap alıntıları sizlerle…

Diplomasi Kitap Alıntıları

On yıl içinde Doğu Avrupa uydu yörüngesi çözüldü, Sovyet İmparatorluğu parçalandı ve Rusya, Büyük Petro zamanından beri kazandığı hemen her şeyi geri verdi. Hiçbir büyük dünya devleti, herhangi bir savaş kaybetmeden, bu kadar çabuk ve bu kadar kesin dağılmamıştı
Gidersen şair olurum
Kalırsan senin
Bir ulusun moralini yükseltmek için mevcut olmayan bir tehdidi ortadan kaldırmaktan daha kolay bir yol yoktur
Bismarck için Real-politik, esnekliğe ve ideolojinin sınırlaması olmadan mevcut her seçenekten yararlanma yeteneğine dayanıyordu.
Hukuka dayanmayan güç, kuvvet gösterilerine neden olur; güçten yoksun haklılık da boş kabadayılıktan ileri gidemez
Analist hangi sorunu inceleyeceğini kendisi seçebilir; devlet adamı ise sorunları önünde bulur. Analist açık bir sonuca varmak için ne kadar zaman gerekiyorsa o kadar zaman kullanabilir; devlet adamı için asıl sorun zamanın darlığıdır. Analist üzerine risk almaz. Vardığı sonuçlar yanlış çıkarsa, başka bir inceleme yazabilir. Devlet adamı ise, bir tek tahmin yapma hakkına sahiptir; yaptığı yanlışlardan geri dönüş yoktur. Analistin elinde bütün bilgiler vardır ve bunlar analistin entelektüel gücüne göre değerlendirilir. Devlet adamı ise, doğruluğu henüz kanıtlanmamış tahminlere göre karar verir; kaçınılmaz değişimi ne derece akıllıca yönlendirdiğine ve her şeyden önce barışı ne kadar iyi koruduğuna göre tarih tarafından değerlendirilir. İşte bu yüzden devlet adamlarının dünya düzeni sorunu ile ne kadar başarılı veya başarısız bir şekilde ilgilendiklerini araştırmak, çağdaş diplomasiyi anlamanın sonu değil, belki de başlangıcıdır.
Birleşik Devletler, dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terk edip, onun uluslararası hukuk ve demokrasiye olan saygısını kabul ederse, barış ve refaha kavuşabilir.
Hiçbir ülkenin halkı, Amerikan halkı gibi özgürlük ve herkese refah sağlanması adına yeni bir kıtanın
liderliğine soyunmamış ve onun vahşi doğasını terbiye etmeye kalkışmamıştır.
Düşmanın veyahut hasmın olarak gördüğün devlet, onun düşmanını destekleyerek hamle yap. Eğer ki düşmanın savaşı kaybetiyse fazla üzerine gitme ki desteklediğin kişi sana rakip olmasın.
Sanki bir doğa kanunuymuş gibi, her yüzyılda tüm uluslararasi sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet irade ve entelektüel ve moral güce sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır.
Metternich’e göre “haklar” eşyanın doğasında vardır; kanunla veya    anayasayla doğrulanmış olması, önemli bir teknik husus olup, özgürlüğü sağlamakla ilgisi yoktur.
Metternich, hakların güvence altına alınmasının bir paradoks yaratacağını düşünmektedir: “Kendiliğinden var olması gereken şeyler, keyfi bir bildiri şeklinde ortaya çıkarsa gücünü yitirir
Yanlış olarak kanun konusu yapılan şeyler, korunmaya çalışılanların tam olarak ortadan kaldırılmasıyla değilse bile, sınırlandırılması ile sonuçlanır.”        
Bir keresinde
“insan ölümsüzdür; kurtuluşu bu dünyadan sonradır.” demişti. “Devlet ise ölümsüz değildir; kurtuluşu
ya şimdi sağlanır veya hiç bir zaman. Başka bir deyişle, devletler doğru olanı yaptıklarından
dolayı başka bir dünyada ödüllendirilmezler; gerekeni yapabilmek için güçlü oldukları zaman
ödüllendirilirler.
Ne güçle ve ne de politik iradeyle desteklenmiş, kulağa hoş gelen ilkeler kadar Roosevelt’i
tedirgin eden bir şey olamazdı. Bir dostuna şöyle yazıyordu: “Kan ve demir politikası ile süt ve su
politikası arasında bir seçim yapmak gerekirse, kan ve demir politikasından yanayım! Bu politika,
yalnız ulus için değil, uzun vadede dünya için de daha iyidir.”
Jefferson’a göre:
“insanlar ve devletler için tek bir ahlaki sistem” vardır. “Bu da, koşullar ne olursa olsun bütün
yükümlülüklere tam sadakat, hatta uzun vadede, iki tarafın da çıkarlarını koruyacak şekilde açık ve
cömert olmaktır.”
“Başarı, çoğunlukla o kadar ele geçmez bir şeydir ki, onun peşinde koşan devlet adamları, başarının kendi cezalarını da birlikte getireceğini düşünmek sıkıntısına katlanmazlar.”
Her büyük liderde, kaçınılmaz bir şekilde bir aldatıcılık tarafı vardır. Bu özellik, bazen işin hedeflerini, bazen de büyüklüğünü basit gösterir. Fakat liderliğin nihai testi, halkın değerlerinin özünü ve gereklerini hayata geçirmekte yatmaktadır.
“Saçmalıklar yapmak, bir devlet adamı için maliyeti yüksek bir tutkudur ve bedeli mutlaka ödenir.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Hukuka dayanmayan güç, kuvvet gösterilerine neden olur; güçten yoksun haklılık da boş kabadayılıktan ileri gidemez.”
1885’te Birleşik Devletler üretimde dünyanın en büyük sanayi gücü olarak Büyük Britanya’yı geçmişti. Yüzyılın başlangıcına kadar Birleşik Devletler, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, Rusya, Japonya ve İtalya’nın hepsinden daha fazla enerji tüketiyordu. {17} İç savaş ile XX. yüzyılın başı arasındaki devrede, Amerikan kömür üretimi %800, çelik ray üretimi %523, demiryolu uzunluğu %567 ve buğday üretimi %256 oranında artmıştı. Göçler de Amerika’nın nüfusunun ikiye katlanmasını sağladı. Ayrıca büyüme sürecinin gittikçe hızlanması da bekleniyordu.
Hiçbir ülke, bunu küresel etkiye çevirmeye çalışmadan böyle bir büyüme yaşamamıştır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Amerikan dış politikasının şimdi birinci derecede ilgilendiği konu, Konfederasyon’un, Avrupa devletleri tarafından tanınmasını ve bu suretle Kuzey Amerika toprakları üzerinde çok devletli bir sistemin ve bununla birlikte Avrupa diplomasisinin güç dengesi politikasının oluşmasını önlemekti. Fakat 1868’e kadar Başkan Andrew Johnson, Monroe Doktrini yoluyla genişleme politikasını haklı çıkaran eski tutuma geri döndü; bu sefer de Alaska satın alınıyordu:
“Bu toplulukların yabancı mülkiyetinde veya kontrolünde olması, Birleşik Devletler’in büyümesini engeller ve etkisini azaltır. Buralarda, kronikleşmiş devrim ve anarşi de aynı derecede zararlı olabilir.”
Nazi – Sovyet Paktı

1941’e kadar, Hitler ve Stalin, geleneksel araçları kullanarak geleneksel olmayan amaçlar peşinde koştular. Stalin, komünist bir dünyanın Kremlin’den yönetileceği günü bekledi. Hitler Alman üstün ırkı tarafından yönetilecek, ırk bakımından saflaştırılmış bir çılgın imparatorluk hayalini, kitabı Mein Kampf’ta ana hatları ile açıkladı. Bunlardan daha devrimci hayaller düşünülemezdi. Diğer taraftan, Hitler ve Stalin’in kullandığı ve 1939 Paktı ile zirve noktasına varan araçlar, XVIII. yüzyıl devlet yönetimi ile ilgili herhangi bir bilimsel incelemeden alınabilirdi. Nazi-Sovyet Paktı, bir yönden Polonya’nın Büyük Frederick, Büyük Katerina ve İmparatoriçe Maria Teresa tarafından 1772’deki bölünmesinin bir tekrarıydı. Ancak bu hükümdarlara benzemeyen bir şekilde, Hitler ve Stalin, ideolojik bakımdan birbirlerine düşmandılar. Polonya’nın ortadan kaldırılmasındaki ortak ulusal çıkarları, bir müddet için ideolojik farklılıklarını ezip geçti. 1941 ‘de paktları yıkılınca, insanlık tarihinin en büyük kara savaşı, hem de tek bir insanın kararı ile patlamış oldu. XX. yüzyıl gibi halk iradesi ve kişisel olmayan güçlerin egemen olduğu bir yüzyılın, birkaç kişi tarafından şekillendirilmesi ve tek bir kişinin bertaraf edilmesi ile en büyük felaketinin önlenebileceği gerçeği az şaşılacak şey değildir.

Alman ordusu bir aydan daha az bir zaman içinde Polonya’yı yerle bir ederken, kuvvetleri azaltılmış Alman tümenleri karşısındaki Fransız kuvvetleri, Majino Hattı’nın gerisinden hareketsiz seyrediyorlardı. Uygun olarak “sahte savaş” adıyla anılan bir dönem başladı ki, bu dönemde Fransa’nın morali tam olarak bozuldu. Yüzlerce yıl boyunca Fransa belli politik amaçlar uğruna –örneğin Orta Avrupa’yı bölünmüş olarak tutmak veya I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Alsace-Lorraine’i geri almak gibi– savaşlar yapmıştı. Şimdi Fransa’nın tamamen istila edilmiş ve savunmak için parmağını bile oynatmadığı bir ülke için savaş yapması bekleniyordu. Gerçekte, Fransa’nın morali bozulmuş halkı bir fait accompli ile ve stratejiden yoksun bir savaşla karşı karşıyaydı.

Büyük Britanya ve Fransa, Birleşik Devletler ve Rusya yanlarında olduğu halde hemen hemen savaşı kaybettikleri bir ülkeye karşı yeni bir savaşı kazanmayı nasıl ümit edebiliyorlardı? Fransızlar, sanki İngilizlerin, Almanya’yı abluka altına alıp Hitler’i teslim olana kadar sıkıştırması için Majino Hattı’nın gerisinde beklemek mümkünmüş gibi davranıyorlardı. Fakat Almanya, bu yavaş yavaş boğulma karşısında niçin hareketsiz duracaktı? Belçika üzerinden yol tamamen açık tüm bir Alman ordusu ile alınabilecek durumda iken ve artık Doğu Cephesi olmadığına göre, niçin Majino Hattı’na saldıracaktı? Polonya harekâtından alınan ders tamamen bunun aksi olsa da eğer savunma, savaşta Fransız kurmaylarının inandığı kadar belirleyici bir rol oynayacaksa, Fransa’yı, birincinin yaraları henüz sarılmamışken, bir kuşak içinde ikinci bir yıpranma savaşından başka ne gibi bir kader bekleyebilirdi?

Fransa beklerken, Stalin stratejik fırsatı yakaladı. Doğu Avrupa’nın bölünmesi ile ilgili gizli protokol daha uygulamaya konmadan, Stalin revize edilmesini istedi. Stalin, topraklarını dağıtan bir XVIII. yüzyıl prensi umursamazlığı ile ve self-determinasyona hiç aldırmadan, Nazi-Sovyet Paktı’nın imzalanmasından bir ay geçmeden Almanya’ya yeni bir anlaşma öneriyordu: Gizli Protokol’e göre, Almanya’ya bırakılan Litvanya karşılığında, Sovyetlere bırakılan Varşova ile Curzon Hattı arasındaki Polonya topraklarını takas etmek istiyordu. Doğal olarak Stalin’in amacı, Leningrad için ek bir tampon bölge oluşturmaktı. Stalin, jeostratejik manevralarının, Sovyet güvenliğinin gerekleri dışında, her hangi bir haklılık unsuru taşıyıp taşımadığı üzerinde hiç durmuyordu. Hitler, Stalin’in önerisini kabul etti.

Görmemizi önlemek için önümüze bir şey koyduktan sonra, dikkatsizce uçuruma doğru koştuk. (Pascal)
Bunun da ötesinde, Monroe Doktrini kendisini prensip açıklamalarıyla sınırlamamıştır. Yeni devletin, Batı Yarımküresi’nin dokunulmazlığını sağlamak için savaşa da gidebileceği konusunda Avrupa devletlerini cesaretle uyarmıştır. Birleşik Devletler’in Avrupa gücünün “bu yarımkürenin herhangi bir parçasına doğru” genişlemesini, “barışımız ve güvenliğimiz için bir tehlike” şeklinde göreceğini ilan etmiştir
İngiliz Dışişleri Bakanı George Canning, Amerika kıtasındaki İspanyol kolonilerini Kutsal îttifak’ın ele geçirmesinden korumak için Birleşik Devletler’e birlikte hareket etme önerisinde bulunmuştur. Amacı, İspanya’da olanlar bir tarafa, Latin Amerika’nın herhangi bir Avrupa gücünün kontrolü altına girmemesini sağlamaktı. Kolonilerini kaybetmiş bir İspanya’nın hiç de değerli bir ödül olmayacağını düşünen Canning, bu durumun, ya müdahale etme cesaretini kıracağını veya bunu gereksiz kılacağını varsaymıştır.
John Quincy Adams İngiliz teorisini anlamıştı; fakat İngilizlerin gerekçelerine de güvenmedi. 1812’de Washington’ın İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra, eski anavatanı Büyük Britanya’nın yanında yer almak için vakit henüz çok erkendi. Böylece Adams, Amerika’nın tek-taraflı bir kararla Avrupa sömürgeciliğini Amerikalardan uzaklaştırması için Başkan Monroe’yu zorlamıştır.
1823’te ilan edilen MonroeDoktrini, Birleşik Devletler’i Avrupa’dan ayıran okyanusu, iki kıtayı ayıran bir hendek haline getirmiştir. O zamana kadar Amerikan dış politikasının en önemli kuralı, Birleşik Devletler’in Avrupa’daki güç kavgasına hiçbir biçimde bulaşmaması ilkesi idi. Monroe Doktrini, Avrupa’nın da Amerika’nın işlerine karışmaması gerektiğini ilan ederek bir sonraki adımı atmıştır.
1820’lerde Amerika’nın bu kendi kendini sınırlama politikasının diğer yüzü, eğer gerekirse, Avrupa diplomasisinin bazı yöntemlerini de kullanarak, Avrupa güç politikasını Batı Yarımküresi’nden uzak tutma karandır. Bu politikayı ilan eden Monroe Doktrini, 1820’lerde İspanya’daki devrimi bastırmak için Prusya, Rusya ve Avusturya arasında yapılan Kutsal İttifak’ın bir sonucu olarak ortaya çıktı, ilke olarak başkalarının içişlerine karışmayı reddeden Büyük Britanya da Kutsal İttifak’ı Batı Yarımküresi’nde kabul etmekte aynı derecede isteksizdi.
When statesmen want to gain time, they offer to talk.
Behind the slogans lay an intellectual vacuum.
Power is the ultimate aphrodisiac.
There can’t be a crisis next week. My schedule is already full.
Roosevelt, bir dostuna şöyle yazdı:
“Kan ve demir politikası ile süt ve su politikası arasında bir seçim yapmak gerekirse, kan ve demir politikasından yanayım. Bu politika, yalnız ulus için değil, uzun vadede dünya için de daha iyidir.
Bir yere egemen olmak için diplomatik bir kestirme yol yoktur, tek yol savaştır. Bu dersi, Bismark sonrası köylü Alman liderleri ancak küresel bir felaket olduğunda öğrendiler.
“ nükleer silahlar çağında savaştan kaçınmak, en önemli, belki de başlıca dış politika amacıydı. Oysa XX. yüzyılın başlangıcında savaşlar, hala saçma bir nedenle başlatılabilirdi.”
“Bir ulusun moralini yükseltmek için mevcut olmayan bir tehditi ortadan kaldırmaktan daha kolay bir yol yoktur.”
“Ancak bir devlet adamının sorumluluğu sorunlar üzerine düşünmek değil, onları çözmektir.”
Saçmalıklar yapmak, bir devlet adamı için maliyeti yüksek bir tutkudur ve bedeli mutlaka ödenir.
“Yanlış bir hükümet sistemi tarafından insanlar birbirine düşman edilmediği sürece, insan insanın düşmanı değildir.”
Kardinal Richelieu’nün ölüm haberini alan Papa 7.Urban’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Eğer Tanrı varsa, Kardinal Richelie’nün hesabını vereceği çok şey olacaktır. Yoksa o zaman başarılı bir yaşamı olmuştur.”
Roosevelt, etkisini küresel çapta hissettirmenin Amerika’nın görevi olduğunu ve Amerika’nın dünyayla ulusal çıkarları çerçevesinde ilişki kurması gerektiğini ısrarla savunan ilk başkandır.
Herkese özgürlük ve bağımsızlık için iyi dileklerde bulunur. Ancak Amerika yalnızca kendisinin şampiyonu ve kendi hakkının koruyucusudur.
Fakat yapılan her tercih, geri kalan seçenekler evrenini daraltır.
Tarihi boyunca Rusya her zaman fırsat kollayan bir devlet konumunda olmuştur.
Eski Sovyetler Birliği, askeri bir süper güç iken, ekonomik bakımdan bir cüceydi.
Avrupa’da savaşların bu kadar sık olması konusunda Thomas Paine şöyle yazıyor: “Savaş, eski yapıda bir hükümet etme sistemi olduğundan, ulusların birbirine karşı beslediği düşmanlık duygusu, hükümetlerinin politikalarının sistemin ruhunu ayakta tutmak için uyandırdığı bir düşmanlıktan başka bir şey değildir Yanlış bir hükümet sistemi tarafından insanlar birbirine düşman hale getirilmediği sürece, insan insanın düşmanı değildir.”
Zaman zaman Avrupa güç politikasının yöntemlerini kullanmakla birlikte, yeni ulusun liderleri, kendi ülkelerini farklı kılan ilkelere sadık kalmışlardır. Avrupa güçleri, potansiyel egemen güçlerin ortaya çıkmasını önlemek için sayısız savaş vermiştir. Amerika’da güç ve uzaklık kombinezonu, herhangi bir sorun ortaya çıktıktan sonra onun üstesinden gelinebileceği yönünde bir güven yaratmıştır. Yaşamlarını sürdürmek için çok daha kısıtlı hareket alanları olan Avrupa ulusları, değişiklik olasılığına karşı koalisyonlar oluşturmuşlardır; oysa Amerika, herhangi bir gerçek değişikliğe göre politikasını ayarlayabilecek kadar uzaktır.
Her ne sebeple olursa olsun,“birbirinin içine girmiş” anlaşmalara karşı George Washington’un yönelttiği uyarının jeopolitik temeli de buydu. Washington’a göre:
“Kendimizi yapay bağlarla, Avrupa politikasının sıradan iniş çıkışlarına veya onun dostluk veya düşmanlıklarının çakışmasına, ya da çatışmasına bağlamamız akıllıca bir hareket değildir. Bizim ayrı ve uzak durumumuz, bizi değişik bir rota izlemeye çağırıyor ve aynı zamanda bunu mümkün de kılıyor. “
James Monroe, batı yönünde genişlemeyi, bunun Amerika’yı büyük bir güç yapmak için gerekli olduğu temeline dayanarak savunmakta hiç bir çelişki görmemiştir:
“Herkes şunu açıkça görmelidir ki, adil sınırlar içinde kalmak şartıyla, toprak genişlemesi her iki (eyalet ve federal) hükümete de daha büyük hareket serbestisi sağlar; güvenliklerini sağlamlaştırır ve diğer her yönden bütün Amerikan halkı üzerinde iyi etkiler gösterir. Büyük veya küçük, toprağının büyüklüğü bir ulusun birçok özelliğini belirler. Kaynaklarının, nüfusunun ve fiziksel gücünün sınırlarını gösterir. Kısacası, büyük güç ile küçük güç arasındaki farkı ortaya koyar.”
ABD’nin toprak genişlemesi Louisiana’nın 1803’te Fransa’dan satın alınması ile en yüksek noktaya ulaşmıştır ki, bu da büyük güç olmak için temel oluşturmuştur.
Satışı yapan Fransız imparatoru Napoleon Bonaparte, bu tek-yanlı işlem hakkında Eski Dünya’ya özgü şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “Bu toprak alımı, Birleşik Devletler’in gücünü ebediyen perçinlemektedir ve bu suretle Büyük Britanya’ya da, sonunda denizde onu alt edecek bir rakip sağlamış oluyorum.” Amerikalı devlet adamları, Fransa’nın sahip olduğu toprakları satmasına ne gerekçe gösterdiğine hiç aldırmadılar. Onlara göre, Eski Dünya’nın güç politikasının eleştirilmesi, Amerika’nın Kuzey Amerika boyunca toprak kazanmasıyla ters düşmüyordu. Çünkü Amerika’nın batıya doğru genişlemesini bir dış politika konusu olmaktan çok, Amerika’nın bir içişi olarak görüyorlardı.
Aynı sıralarda Birleşik Devletler, Eski Dünya yöntemlerini reddetmeyi, toprak genişlemesini reddetmeye kadar ileri de götürmemiştir. Aksine, daha başlangıçtan beri Birleşik Devletler, Amerikalarda genişleme politikasını olağanüstü bir kararlılıkla uygulamıştır. 1794’ten sonra, bir dizi antlaşmayla Kanada ve Florida sınırlarını Amerika’nın çıkarına olacak şekilde çözüme kavuşturmuş, Mississippi Nehri’ni, Amerikan ticaretine açmış ve İngiliz Batı Hint Adaları’nda Amerikan ticari çıkarlarını yerleştirmeye başlamıştı. Bu genişleme, Mississippi Nehri’nin batısında kalan ve İspanyol toprağı olan Florida ve Teksas toprakları üzerinde hak iddia edebilecek durum yaratan ve çok büyük genişlikteki sınırı belirlenmemiş toprakları, yeni devlete katan Louisiana’nın 1803’te Fransa’dan satın alınması ile en yüksek noktaya ulaşmıştır ki, bu da büyük güç olmak için temel oluşturmuştur.
Jefferson, Napoleon Savaşları’nı karadaki diktatör (Fransa) ile denizdeki diktatör (Büyük Britanya) arasında bir yarışma olarak tanımlamıştır; başka bir deyişle, Avrupa mücadelesindeki tarafların ahlaki yönden eşit olduklarını söylemiştir. Bağlantısızlık politikasının bir çeşit ilk şeklini uygulayan yeni devlet, o zamandan beri ortaya çıkan birçok yeni devlet gibi tarafsızlığı bir pazarlık aracı olarak kullanmanın faydalarını keşfetmiştir.
Amerika,Fransız Devrimi savaşlarında hiçbir tarafın kesin bir zafer kazanmasını istemediğinden tarafsız olduğunu açıklamıştır.
Hiçbir Avrupa ülkesi, kendisi için bir tehdit oluşturmadığı için, Amerika’nın Kurucu Ataları çıkarlarına uygun olduğu zaman, hor görülen güç dengesini yönlendirmeye son derece hazır olmuşlardır; gerçekten de Fransa ile Büyük Britanya arasında manevra yaparak yalnızca, Amerika’nın bağımsızlığını korumak değil, aynı zamanda sınırlarını da genişletmek için olağanüstü becerikli olmaları gerekirdi.
“Bütün büyük liderler yollarında yalnız yürürler. Yalnızlıkları, çağdaşlarının görmediği sorunları zamanında farkına varma yeteneklerinden ileri gelmektedir.”
“Demagojik yetenek ve bencillik, aynı madalyonun iki yüzüdür.”
Wilson, barışı anlaşmalar yerine, ortak güvenlik yoluyla koruması düşünülen evrensel dünya örgütünün, Milletler Cemiyeti’nin de fikir babasıdır. Her ne kadar Wilson kendi ülkesini dahi bu fikrin faydalarına inandıramamışsa da, fikir yaşamaya devam etmiştir. Daha da ötesi, Amerikan dış politikası onun dönüm noktası niteliğindeki başkanlığından beri Wilson idealizminin yolunda yürümüş ve bugüne kadar da yürümeye devam etmiştir.
“Stalin, Hitler’in mantıklılığı üzerine kumar oynadı ve kaybetti; Hitler Stalin’in hemen çökeceği varsayımı üzerine kumar oynadı ve o da kaybetti. Ancak Stalin’in hatası düzeltilebilir nitelikteyken, Hitler’in hatası öyle değildi.”
“Stalin’in bir devlet adamı olarak başlıca zayıf tarafı, bütün düşmanlarının kendisi gibi soğukkanlı bir hesap adamı olduğunu sanma eğilimiydi.”
“Dış politika, fiili güç karşılaştırmasına bakılmaksızın yönetilirse ve karşı tarafın niyetlerini kehanetle tahmin etmeye dayanırsa, bataklık üzerine inşa edilmiş gibi olur.”
“Akılları karışmış liderler, yön duygusunun yerine, halkla ilişkiler manevralarını koyma eğilimi gösterirler.”
“Politikada, zararı hafifletenler için çok az ödül vardır; çünkü daha kötü sonuçların olabileceğini kanıtlamak, çok seyrek olarak mümkündür.”
Bu yüzyılın başlarına kadar yalnızlık eğilimi Amerikan dış politikasına egemen oldu. Sonra iki faktör Amerika’yı dünya işlerine itti: Hızla büyüyen gücü ve Avrupa’nın merkez olduğu uluslararası sistemin yavaş yavaş çöküşü, iki başkan, bu değişime damgasını vurdu. Theodore Roosevelt ve Woodrow Wilson.
“Devlet adamları, olayların gidişini algılamalarına göre başarılı veya başarısız olurlar.”
“Soyut prensipler bazına oturtulan bir dış politika uygulamanın bedeli, bireysel olayları birbirinden ayırmanın olanaksızlığıdır.”
Dış politikada, “benzeri görülmemiş” terimi her zaman kuşku uyandıran bir terimdir. Çünkü yeniliğin fiili alanı, tarih, iç kurumlar ve coğrafya ile sınırlıdır.
“Güven, diplomatlar arasında bol bulunan bir şey değildir.”
“Amerika’nın görüşüne göre, savaşlara neden olan selfdeterminasyon prensibinin varlığı değil, bu prensibin yokluğudur; istikrarsızlığı güç dengesi yokluğu değil, onun peşinden koşmak yaratır.”
“Hükümet başkanları, kendilerinin cesaretlerini sorgulayan argümanlara karşı olağanüstü bir duyarlılık gösterirler.”
Entelektüeller uluslararası sistemlerin çalışmasını analiz ederler; devlet adamları ise, bu sistemleri kuran kişilerdir. Bir analistin bakış açısı ile bir devlet adamının bakış açısı arasında büyük farklılık vardır. Analist hangi sorunu inceleyeceğini kendisi seçebilir; devlet adamı ise sorunları önünde bulur. Analist açık bir sonuca varmak için ne kadar zaman gerekiyorsa o kadar zaman kullanabilir; devlet adamı için asıl sorun zamanın darlığıdır. Analist üzerine risk almaz. Vardığı sonuçlar yanlış çıkarsa, başka bir inceleme yazabilir. Devlet adamı ise, bir tek tahmin yapma hakkına sahiptir; yaptığı yanlışlardan geri dönüş yoktur. Analistin elinde bütün bilgiler vardır ve bunlar analistin entelektüel gücüne göre değerlendirilir. Devlet adamı ise, doğruluğu henüz kanıtlanmamış tahminlere göre karar verir; kaçınılmaz değişimi ne derece akıllıca yönlendirdiğine ve her şeyden önce barışı ne kadar iyi koruduğuna göre tarih tarafından değerlendirilir. İşte bu yüzden devlet adamlarının dünya düzeni sorunu ile ne kadar başarılı veya başarısız bir şekilde ilgilendiklerini araştırmak, çağdaş diplomasiyi anlamanın sonu değil, belki de başlangıcıdır.
“Bir yere egemen olmak için diplomatik bir kestirme yol yoktur, tek yol savaştır.”
Çin, XIX. yüzyıldan önce, hiçbir zaman kendisine kafa tutacak güçte bir komşuya sahip olmamıştır ve böyle bir devletin ortaya çıkabileceğini de düşünmemiştir. Dışarıdan gelen işgalciler Çinli hanedanları devirmişlerdir; ancak Çin kültürü içinde öyle bir şekilde kaybolmuşlardır ki, sonunda Orta Krallık geleneklerini devam ettirmişlerdir. Çin’de devletlerin eşit bağımsızlığı fikri hiçbir zaman var olmamıştır; yabancılar barbar kabul edilir ve yalnızca ikinci sınıf bir ilişkiye tâbi tutulurdu. –XVIII. yüzyılda İngiliz Sefiri Beijing de böyle kabul edilmiştir.– Çin, dışarıya elçi göndermeyi küçümseyerek bakmıştır; fakat uzaktaki barbarları yakındaki barbarların hakkından gelmek için kullanmada bir sakınca görmemiştir. Ancak bu uygulama olağanüstü durumlar için geçerli olan bir stratejiydi; Avrupa güç dengesi gibi işleyen günlük bir sistem değildi ve Avrupa’nın ayırıcı özelliği olan devamlı diplomatik temsilcilikler kurulması sonucunu da doğurmadı. Çin XIX. yüzyılda Avrupa sömürgeciliğinin aşağılanan bir süjesi olduktan sonra, tarihinde görülmemiş bir şekilde son yıllarda yeniden II. Dünya Savaşı’ndan bu yana çok kutuplu dünya sisteminde ortaya çıkmıştır.
Çin de, kendisi için yeni olan bir dünya düzeni ile yüz yüzedir, iki bin yıl boyunca Çin imparatorluğu, kendi dünyasını tek bir imparatorluk egemenliği altında birleştirmiştir. Bu egemenlik zaman zaman aksamıştır da. Çin’de savaşlar, Avrupa’da olduğu kadar sık olmuştur. Fakat bu savaşlar, imparatorluk üzerinde iddia sahibi kimseler arasında olduğu için, uluslararası savaştan çok, iç savaş niteliğinde olmuş ve er veya geç yeni bir merkezi gücün ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
Komünizm sonrası Rusya, kendisini tarihte benzeri olmayan sınırlar içinde bulmuştur. Avrupa gibi Rusya da, enerjisinin çoğunu kimliğini yeniden tanımlamaya harcayacaktır. Acaba tarihi ritmine dönme ve kaybettiği imparatorluğunu yeniden kurma arayışı içinde olacak mı? Ağırlık merkezini doğuya kaydıracak ve Asya diplomasisinde daha aktif bir rol alacak mı? Hudutları çevresindeki ve özellikle de çalkantılı Ortadoğu’daki karışıklıklara karşı hangi prensip ve metotlarla tavır alacak? Rusya dünya düzeni için her zaman gerekli olacaktır.
Bütün tarihi boyunca Rusya özel bir durum oluşturdu. Rusya, Fransa ile Büyük Britanya, durumlarını sağlamlaştırdıktan çok sonra, Avrupa sahnesine girmiş ve Avrupa diplomasisinin geleneksel prensiplerinden hiçbirisi onun için geçerli olmamıştır. Üç farklı kültür alanına komşu olan Rusya –Avrupa, Asya ve İslam Dünyası–, bu üç grup insandan oluşan nüfusu ile hiçbir zaman Avrupa’nın anladığı anlamda bir ulus-devlet olamamıştır. Yöneticileri tarafından komşu ülkelerin toprakları, kendi topraklarına katılan ve bu suretle devamlı sınırları değişen Rusya, herhangi bir Avrupa ülkesi ile kıyaslanamaz büyüklükte dev bir imparatorluk olmuştu. Üstelik, her yeni fetihle topraklarına yeni, huzursuz ve Rus olmayan âsi etnik gruplar katılmış ve devletin karakteri de değişmiştir. Rusya’nın kendisini, dış güvenliğine yönelebilecek olası bir tehditle ilgisi olmayan büyüklükte dev ordular beslemek zorunda hissetmesinin nedenlerinden birisi de budur.
Saplantılı güvensizlik duygusu ile coşku ve Avrupa istekleri ile Asya’nın çekici yönleri arasında bocalayan Rusya, Avrupa dengesinde her zaman bir rol almıştır; fakat duygusal olarak hiçbir zaman onun bir parçası olmamıştır. Fetih ve güvenlik gereksinimleri, Rus liderlerin kafasında birleşmiştir.
Modern dünyanın çok devletli bir sistemi işleten tek parçası olan Avrupa, ulus-devlet, egemenlik ve güç dengesi kavramlarını yaratmıştır. Bu kavramlar üç yüzyılın büyük bölümünde uluslararası uygulamalara egemen olmuştur. Ancak artık Avrupa’nın eski raison d’état uygulayıcılarından hiçbirisi ortaya çıkan yeni uluslararası düzende önemli rol alacak kadar güçlü değildirler. Bu göreceli zayıflıklarını dengelemek için birleşmiş tek bir Avrupa yaratmaya çalışmaktadırlar ki, bu çaba enerjilerinin büyük bölümünü tüketmektedir. Başarılı olsalar bile küresel sahnede birleşmiş tek Avrupa’nın küresel sahnede işlemesi için hazır, otomatik olarak uygulanabilecek bir kılavuz yoktur; çünkü daha önce böyle bir siyasi oluşum hiçbir zaman var olmamıştır.
“Eğer bir volkanın tepesi isen, yapabileceğin en az şey biraz duman çıkarmaktır.”
“Müşterek hareket, bencil istek için öldürücüdür.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir