İçeriğe geç

Dinlerin Gizemi Kitap Alıntıları – Birant Esinoğlu

Birant Esinoğlu kitaplarından Dinlerin Gizemi kitap alıntıları sizlerle…

Dinlerin Gizemi Kitap Alıntıları

Efsaneler insanın varolan gerçekliğini aşkın bir alanda yeniden kurarlar. Onlar, ait olduğu halkın (aslında o aşamadaki insanlığın) ekonomik, sosyal ve psikolojik gerçekliğini yansıtmakla kalmaz, varlık içindeki birliğin duygusal sezişini de yansıtırlar. Komünal varlığın manevi birliği, dilsel aktarımı, gelenekleri, anayasası ve dinidirler. Efsaneler, aynı zamanda insanoğlunun çocukluğu, kendinden sonraki ideolojilerin, dinlerin vb.nin ilk örneğidirler.
En önemli iş olan üreme süreci, bütün memelilerde, erkekle
buluşmadan başlayarak ta doğuma ve yavrunun beslenmesine dek baştan sona, göze çarpar ölçüde aynıdır.
İnsan kuduz, çiçek, sakağı (ruam), frengi, kolera, vb. gibi belirli
hastalıkları aşağı hayvanlardan kapmaya ve onlara bulaştırmaya
doğuştan yeteneklidir. Bu olgu, onların kanlarının ve dokularının ince yapıları ve bileşimleri bakımından pek benzer olduğunu, en iyi mikroskop altında, ya da en iyi kimyasal çözümleme (analysis) ile yapılan karşılaştırmalarından çok daha açıkça göstermektedir.
Böylece insanlar yaşadıkları dünyadan umut kesip öteki dünyada mutluluk ve huzuru arayabilirlerdi. Dinin afyon rolü en çok İsa dini için geçerli oldu.
Halkın sosyal ve fizik acılarını dindirecek şey, bir dinden başkası olamazdı. Ne ‘Tanrıların bolluğuna dayanan eski dinsel yapı,
ne de hiçbir zaman evrenselleşemeyen Yahudi dini bu boşluğa dolduramazdı. Bu nedenle Yahudiliğin açtığı tek tanrılı yoldan ve özellikle Mesih beklentisi yolundan düzeni rahatlatacak yeni bir kurtarıcı olarak İsa geldi.
İsa, yaşayıp yaşamadığı dahi tartışmalı olan ve diğer peygamberler gibi Yakındoğu’da, Vaadedilmiş topraklar da çıkan ve başlangıçta bir Yahudi peygamberi olduğu halde yeni bir dinin kuruculuğunu gerçekleştiren bir tarihsel kutsal kişiliktir. Ancak diğer Yahudi peygamberleri gibi habire barbar
akınlarının büyük büyük imparatorlukları yıkıp kurduğu bir zamanda değil, uluslar göçünün sonuna doğru gelinirken evrenselleşmiş bir imparatorluğun yani Roma imparatorluğunun ideolojisi olarak doğdu.
İncil ise tam anlamıyla uydurmadır. İsa’nın yaşamından ve başından geçenlerden başka dişe dokunur hiç bir şey yoktur. Zaten bir değil onlarca hatta yüzlerce İncil vardır. Büyük büyük konsiller, İncilleri zamanında ayıklayabilmek için çok uğraş vermişler ve bunların sayısını üç beş taneye zorlukla indirebilmişlerdir.
Yahudi dini tefeci bezirgânlığın yazboz tahtasına çevrilip İlk orjinal dinden epeyce uzaklaşmıştır. Zaten yazılı olanlar bile
birbirleriyle çeliştiği gibi neredeyse evrenselleşen imparatorluklar arasında hiçbir gücü olmadığından küçük kavimler arasında sıkışmış, evrenselleşememiş bir din dir.
Kentlerin en eski kuruluşlarında kent kurucu kahramanların, toplum şeflerinin hem kral hemde kutsal rahip (Işakku, vb.) olduğunu öldükleri zamanda tanrılaştıklarını örnekler vererek daha önce açıklamıştım. Kentler uygarlıkları yayılıp, her yerde kral ve tanrılar bolluğu çıkınca ve buna paralel olarak soyutlama yeteneği geliştikçe tanrılaşma prosesinin değiştiğini artık
insan tanrı yerine Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi düşünüşüne geçildiğinide daha önce açıklamaya çalışmıştım. Sonuncu gelişmede yani büyük kıtasal imparatorlukların çıktığı aşamada ise tek tanrılı düşünüşe geçildiği ve artık kutsal toplum şeflerinin tanrılaşmak ya da tanrının gölgesi olmak vasfından tanrının elçiliğine bir dönüşüm geçirdiklerini de görmüş olduk. Bu yüzden
toplulukların manevi ve maddi şefi durumunda ki bazı krallar örneğin birçok İsrail kralı önceki gelişimin devamı olarak hem peygamber hemde kral oldular. Buna en iyi örnekler Davut, Süleyman, Zekeriya gibi başlarından türlü mucizeler geçmiş olan kral peygamberlerdir.
Görüldüğü gibi antik tarihte iki çeşit peygamber çıktı; Birincisi uygarlık kuran, evvelce uygarlık kurduğu için Tanrılaşan tek tanrılı düzene geçince peygamberleşen peygamberler. İkincisi kurulmuş uygarlığın yıkılışını haberi veren, hiçbir sosyal yol açıcılık başaramayacağı için ağıtlar yakan, beddualar eden, yıkılışı edebiyatlaştıran, İsa dahil diğer peygamberler.
Musa, felaket tellallığından öteye geçmeyen peygamberlerden farklı olarak savaşçı atılımcı ve yol açıcı bir peygamber oldu.
Musa, Mısır uygarlığından gelen Tek Tanrıcı etkileri İbrahim’in
Adanmış topraklar daki geleneği ile birleştirerek kitaplı dinlere geçişi başaran en önemli peygamberlerden birisi ve belki de en önemlisidir.
Filistin (Sonra ki bulgularla Ugarit) tek tanrılı dinlere geçişte en önemli kapı ağzıdır. Bir yandan Irak’ta Kurulu uygarlıklara, diğer yandan Mısır ve Yunanistan’a ve Anadolu’ya doğru akan ticaretin dört yol ağzında bulunur. Bu nedenle sürekli tüm uygarlık ve barbar yığınlarının ezdiği, aynı zamanda uygarlık kuruluş yıkılışlarını en fazla etkileyen din doğurucu bir merkezdir.
Nitekim 3 ayrı tarihsel zamanda İbranilerin sonra Yahudiler diye adlandırılan bölüklerinin gelip hal hamur oldukları Vaad edilen (Arz-Mevud) kutsal topraklardır.
Bu haliyle İbrahim masal çizgilerini en çok aşmış bulunan Semit kişiliği olarak tek tanrılı dinlerin doğuş kaynağını oluşturdular. Fakat göçebe bedevilerin kutsal başı olduğundan ve göçebe barbarlar yazıyı bilmeyip tarihte yeterli kanıt bırakmadı. İbrahim üzerine anlatılanlar yine de masal çizgileriyle gerçek arasında bir yerde bulunur. Buna göre İbrahim Ur kentinden yola çıkar. Ne zaman çıkmıştır? Araştırmacılar bunun kesin tarihini hiçbir yere oturtamıyorlar: Çünkü Tevrat’a göre İbrahim Harran’dan
ayrılığında 75 yaşında, İshak doğduğunda l00 yaşında, Yusuf doğduğunda İshak 60 yaşında ve İbrahim Mısır’a gittiğinde Yakup 130 yaşında bulunur. Bu tarihlerin esas alınması ve Tevrat’a göre bir kronoloji oluşturulması hemen hemen imkânsızdır.
Antik tarihin göçebe Araplarının askeri şefliğinden terfi eden İsrail kralları sonradan tümüyle peygamberler haline gelmişlerdir. Kur’an’da Süleyman, Davut vb. gibi peygamberler tamı tamına yaşadıkları tarihler kronolojik olarak tespit edilebilen kent krallarıdırlar.
Ben Sargon’um, güçlü kral, Agade Monarkı Annem düşük bir soydan, babamı bilmedim, babamın kardeşi dağda yaşardı ve benim şehrim Azupiranu Fırat kıyılarındadır. Düşük soydan annem gebe kaldı ve beni gizlice doğurdu, beni hasır bir
sepete yerleştirdi, katranla mühürledi ve ırmağa bıraktı fakat ırmak beni yutmadı. Beni ırmak yetiştirdi ve beni Akku’ya sulamacıya taşıdı. O beni ırmaktan aldı, oğlu olarak büyüttü, beni bahçıvan yaptı. Ve ben bahçıvan iken Tanrıça Iştar beni sevdi. Sonra ben krallığı yönettim
Gerçekte yaşamadığı halde sanki bir insanmış gibi efsane kahramanı yaratmaya en iyi örnek Türk ve Moğol mitoloji kahramanı Oğuz Kaan’dır. Bu konuda uzun açıklamalara girmeksizin gerek tarih ve gerekse coğrafya bakımından değerlendirmeler yapıldığında görüleceği gibi Oğuz aslında
tarihte yaşamış bir kişi değil bir Türk klanlar topluluğundan meydana gelen bir oymağın adıdır. O zamanlar için Atalara tapan toplum, mitolojisinden onu bir efsane yiğidi haline koymuş, kutsal bir kılığa sokmuştur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Efsane kahramanlarının hepsi yaşamış insanlar değillerdir. Birçoğu tarihsel olayların kişileştirilmesiden türetilmiştir. Bir çoğuda yaşamış olmalarına karşın aşkın bir dünyanın insanı haline getirildiklerinden somut insan varlıkları tanınmaz hale gelip, Tarihsel gerçekliğin ve gerekliliğin yol açtığı bir varlık olarak karşımıza çıkarlar.
Freud’un tek tanrıcılığın kaynağının Mısırlı firavun olduğunu
çünkü güneş gibi doğup batan yeni dinin halk içinde derin izler bıraktığını, baskılamakla yok olmayıp daha sonra daha büyük bir dinamizmle yeniden ortaya çıktığını ileri sürerek psikanaliz yolundan güya sosyal bir açıklama yapmaya kalkışmış olduğunu bir parantez açarak belirtmekte yarar var.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
O zamana kadar en önemli tanrı konumunda bulunan güneş tanrısı Amon’un adından gelen Amonhotep adını bırakıp Aton’un görkemi anlamına gelen Akhnoton adını aldı. Bu firavun Aton adına bağlı yeni dini zorla ve baskıyla kabul ettirdi ve diğer tanrıları ortadan kaldırarak onlara tapınımı yasakladı. Böylelikle olağanüstü bir din devrimi başarıldı; çok tanrıcı geçmişle bütün bağlar parlak biçimde kesildi.
Her ne kadar evrende büyük imparatorluklar, yaşamda ticaretin
yarattığı belirsizlik ve kadercilik insanlığı hızla tek tanrı fikrine itiyor olsa da bu uygarlıklarda ki din sınıfları çok güçlü olduklarından bu yeni ve soyut fikrin uzun ömürlü olmasına izin vermiyorlardı.
Birincisi tanrıların çokluğu yerine mademki kralların kralı var,
tanrılarında kralı olmalı şeklinde bir düşünüş geliştirmiştir. Nitekim hemen tek tanrı fikrine varılmamışsa da tanrılar içinde bir baş tanrı ve sonra yardımcı tanrılar türemiştir.
Giderek ticareti evrenselleştirdiği için uygarlık bir insan ömrü kadar kısa zaman aralıklarına sıkışmış, koca koca imparatorlukların bir günde paçavraya döndürüldüğü bir
kuruluş yıkılış tekerrürünün de başlamasına yol açmıştır.
Bu yanıt bekleyen sorulara sondan yani Arapların tarihte neden din ve peygamber yaratıcı bir halk olarak ortaya çıkmış olduğunu araştırarak başlayalım.
Tarımın keşfedildiği M.Ö.5000 yılından başlayarak bütün antik tarihin zincirleme Kentlerin kuruluş ve yıkılışlarının tarihi olması, doğal olarak bir kentle ilişkili olmayan uzun ömürlü ne bir tanrı, ne de bir dinin mevcut olamayacağını açıklıkla ortaya koyar. Mitos inceleyip de Kent bahsine girmemek ve onu yeterince bilince çıkarmamak su üstüne yazı yazmaya benzer. Çünkü insanlık üzerinde en derin izler bırakmış her mitos bir kent kuruluşu ya da kent yıkılışıyla ilişkilidir. Nitekim aşağıda somut seyrini görebileceğimiz gibi tek tanrılı dinlerin hepsi de kentler çevresinde oluşmuş, oradan malzeme almış ve o temele dayandığı ölçüde yaygın ve güçlü olmuşlardır.
Varılan ülkede, yeniden Fal’lara bakılacak, Uğur alametleri kollanacak, süreklice kalınacak ve barınılacak yer seçilir. O yerde kurbanlar kesilir. Herkes yakılan ateşler üzerinden atlayarak arınır. Açılan Yurd (Patria) adlı çukura, kendisinden ayrılınıp gelinmiş bulunan ana Kentin toprağından alınmış ve özellikle getirilmiş bir parça kesek atılır: ana-toprakla, yavrutoprak maddece birbirine kaynaşmış olur. Hemen oracığa bir Mihrap (autel) yapılır. İçine anahanlığın ölmez sembolü Ateş yakılır. Yeni toplumun, tarih
hücresinin Ocağı yeniden tütmüştür. Bütün kenttaşların ilk görevi bu ocağı Kıyamete dek söndürtmemektir.
Uygarlık ise, bunun tam taban tabana zıddı olarak; bütün zenginliklerin özel kişiler adına belirli zümrelerin tekeline geçmiş
bulundukları çağdır.
Savaşım, en önemli üretim araçlarını oluşturan toprak ve insan (Köle) için yürütülüyordu.
Zamanla topraklarda ipotek-faiz kıskacıyla bu bezirgânların eline geçti. Dolayısıyla toplum (Kent=Cite) içinde ilk kez zengin-fakir ayrılığının doğumuna yol açtılar. Zaten tarımda ki işgücü
ihtiyacı nedeniyle ele geçirilen esirlerin köleleştirilmeleride çoktan başladığından kentin komünal varlığının sonuna da gelinmiş oldu. Bunun arkasından zenginliklerin korunması için halkın silahsızlandırılması ve silahlı adamlar örgütünün yani devletin oluşturulması geldi. Düzenli ve devşirme bir ordu beslemekle devlet (kent devleti) doğmuş oldu.
Sümerler kent komünü adına başka halklarla mal değişimini
gerçekleştirmek üzere Damgar veya Tamkara denilen kişilere görev vermişlerdi. Bunlar toplum içinde en az işe yarayan insanlar içinden seçilmelerine karşın toplum adına yaptıkları ticaretten kendilerine pay ayırmak suretiyle kısa zamanda zengin oldular. Birbirleriyle uzak ilişkiler içinde bulunan küçük üreticiler arasına giren Damgarlar, tapınak görevlileriyle işbirliği içinde tüm kamu zenginliklerini kendi kişi hesaplarına geçirmekte kısa zamanda ustalaştılar.
Aslında konu basitti; kamu mallarının kişi malı haline dönüşümünün çağlar süren efsanevi anlatımı.
Kişiler yavaşça sivrilmişlerdir, ama tanrısal yücelik katına kadarda gelmemişlerdir. Bu yüzden başlangıçta Herodot’un da şaşarak
belirttiği gibi Allahların adları bile yoktur.
Toprağın kutsallaşmasından; toplumu temsil eden tapınak doğar;
savunulmasından; üzerine basan kişiye ölüm getiren sınır doğar; şairin Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır dediği şey: Vatan kurulur: KENT (Cite) doğmuştur
Dünya inançları sözlüğünde Tufan kötülüğe sapmış insanları yok etmek için tanrı tarafından gönderildiğine inanılan büyük yağmur. olarak açıklanıyor.
Bu dönemlerde kadının değeri büyüktü; üremedeki etkin rolü ve doğurganlığıyla toplumun kendisini yeniden üretmesini sağlıyor, akrabalık ilişkileri temelinde örgütlenmeyi belirliyor ve avcılıkla geçinen topluluklar için önemli üretici gücü oluşturuyordu.
Din bir uygarlık ideolojisidir totem ise başka bir şey.
Dil bir simgeler dünyasıdır.
Esasen sürecin başı kavramı metafizik bir kavramdır. Ama her aşama bir öncekinin üzerinde yükseldiği, bir önceki aşamanın ilişki ve düşüncelerini temel alarak ilerlediği için sürecin başından itibaren incelemeyi sürdürmek az çok bir zorunluluk olarak kendisini dayatmaktadır.
Fikir gerçeği yaratmaz gerçek fikri yaratır ve fikirde gerçeği etkiler.
Agadeli (Akad) kral Sargon su yolcu fakir bir ailenin çocuğu iken kral yetiştirilen bir soylu ailenin çocuğu haline koymuştur. Bu Sargon’un ağzından şöyle anlatılır:

Ben Sargon’um, güçlü kral, Agade Monarkı Annem düşük bir soydan, babamı bilmedim, babamın kardeşi dağda yaşardı ve benim şehrim Azupiranu Fırat kıyılarındadır.
Düşük soydan annem gebe kaldı ve beni gizlice doğurdu, beni hasır bir sepete yerleştirdi, katranla mühürledi ve ırmağa bıraktı fakat ırmak beni yutmadı. Beni ırmak yetiştirdi ve beni Akku’ya sulamacıya taşıdı. O beni ırmaktan aldı, oğlu olarak büyüttü, beni bahçıvan yaptı. Ve ben bahçıvan iken Tanrıça Iştar beni sevdi. Sonra ben krallığı yönettim (Aktaran J.Campbell Batı Mitolojisi sf. 66)

Bu hikaye size de tanıdık gelmiyor mu?

Nasıl ki sürü ekonomisine geçiş ve kadının alt edilmesi sınıfsal bölünüşlerinin ekonomik ve sosyal hazırlayıcısı olmuşsa, kutsalda bunun ideolojik taşıyıcısı ve temeli olmuştur.
Kutsal olana saldırı, aynı zamanda evrenin bütünlüğüne, kozmik dünyaya saldırı anlamına gelir. Bu durum kutsalı her türlü cezanın dışına çıkarır ve hepsinden daha etkin ve güçlü hale getirir. Kutsalın kayan bir enerji gibi her kılığa ve her yere girmesi ve hepsinden önemliside insan tarafından içselleştirilmesi ile duvarların ve cezaların en büyüğü yaratılmış olur. Örneğin kutsal olan nesne ya da duruma aykırı hareket eden bir insan görünürde fiziki bir şey olmadığı halde korkudan ve kendi vicdanından dolayı bir köşede tecrit edilmiş bir durumda ölebilir bile.
Kutsal güç demek, hem gerçek, hemde ebediyet ve etkinlik demektir.
Kutsal böylesine birikimli ve bereketli bir şeydir. Ama aynı zamanda son derece bulaşıcıdır, hemen herşey kutsallaşabilir; sözkonusu olan bizatihi taş veya ağaca tapınma değildir. Kutsal taş, kutsal ağaç, taş veya ağaç olarak tapınma nesnesi değildirler; onlara tapınılmaktadır, çünkü onlar birer kutsal tezahürüdürler, çünkü onlar artık ne taş, nede ağaç olan, ama kutsal olan ganz andere olan bir şeyi açığa çıkartmaktadırlar Herhangi bir nesne kutsalı açığa çıkarırken, kendi olmaya son vermeksizin başka birşey haline gelmektedir . Başka terimlerle ifade edersek, dinsel bir deneyimi olanlar için, doğanın tümü (tabii insanda-bn) kendini kozmik kutsallık olarak açığa çıkartma yeteneğine sahiptir. Evrenin tümü, bütünü itibariyle bir kutsalın tezahürü haline dönüşebilir. (A.g.e. aynı yerde)
En ilkelerinden en gelişkinlerine kadar, tüm dinlerin tarihinin kutsal gerçeklerin açığa çıkmaları aracılığıyla kutsalın tezahürlerinin birikimi olduğu söylenebilir; örneğin kutsalın herhangi bir nesnesinin, bir taşın veya ağacın içinde ortaya çıkmasından, bir hristiyan için Tanrı’nın İsa’da bedene
bürünmesi cinsinden yüce bir kutsalın tezahürüne kadar, süreklilik çözümü bulunmaktadır. Her zaman aynı esrarlı sahne sözkonusudur; tamamen farklı birşeyin bizim dünyamıza ait olmayan bir gerçeğin, doğal , din dışı dünyamızın ayrılmaz parçası olan nesneler içinde açığa çıkması. (Kutsal ve Dindışı M. Eliade X)
Kutsal ın keşfi bundan sonraki gelişimin manevi ekseni oldu. Çok tanrılar, putlar ve nihayet tek tanrılı dinler en temel dayanaklarını kutsal da buldular ve bu kaynağı genişleterek ilerlediler.
Oysa orta barbarlıkta temel değişikliklerle karşılaşıyoruz; Sürü sahibi erkek kadınları alt ederek ilk toplumsal ayrışmaları, zorbalığı, inançlarda sahtelik ve çıkarcılığı yarattığı, toplum içinde ilk defa kişi sivrilişlerini doğurduğu içindir ki bunları koruyacak manevi aygıtlara yani tabu yada kutsal diye adlandırılan kurumlaşmalara ihtiyaç duyuldu.
Muska-mührünü bir fıçının tıpasına, yapıştırılmış böyle bir
balçık parçası üzerine basarak, bir kimse fıçıya tabu koyabiliyor, kişiliğinin bir parçasını ona aktarabiliyor ve fıçının kendi mülkü olduğunu gösterecek biçimde onu işaretleyebiliyordu. (Gordan Childe Tarihte Neler oldu. Sf.64)
Kişi imtiyazlarını koruma ideolojisi olarak doğan tabu, bundan sonra ki gelişmesi de hemen her şeye sirayet ederek gelişmeye başladı. ‘Tabu yani küçük farklarla Kutsal bir kere toplumsal yaşayışa girince dünyada ve evrende her şey, kutsal olan ve olmayan şeklinde hızlı bir ayrışıma uğradı. Daha doğrusu kandaş topluluk orta barbarlıktan itibaren gittikçe bölünmeye
başlayınca Kutsal da o ölçüde hızla yol almaya başladı. İnsanların, ilişkilerin, yerlerin, şeylerin dokunulmazlıkları bunları tabulaştırarak, kutsallaştırarak yapılır oldu.
Tabu’nun orta barbarlıkta çıkması enikonu Kişi ayrılıklarının, üstünlüklerinin de ortaya çıkması anlamına geliyordu. Nitekim aile içinde erkek sivrilirken, evcilleşmiş hayvan mülküne sahip Kişi de diğerlerinden yavaşça kopmaya başlıyordu. Buna bağlı olarak da bütün bir topluluk evcil hayvanın beslenmesi zaruretiyle göçebeleşiyor ve yerleşik topluluklardan ayrılıyordu. Üstelik davar, önemli bir değişim aracı olmak vasfıyla, düzenli mübadeleyi de yaratmış oluyordu. Bu durum insanlık için tümüyle yeni bir şeydi, yeni bir işbölümüydü. İşte Tabu , bu yeni durumun yeni ideolojisiydi. Daha sonraki toplumun bölünmesine dair bütün ideolojiler bunun üzerine oturtulacaktı.
Oysa; ne yabanıllık dönemlerinde ne de aşağı barbarlıkta Kutsal denilen anlayış ve Tabu yoktur. Yazımın bir bölümünde belirttiğim gibi Totem ilahi bir güç ya da “Tanrı değildir. Komünün kendisi ne kadar değerliyse, komün bireyi bir diğer birey için ne kadar değerliyse Totemde o kadar değerlidir. Totem ve kuralları topluluğu bölmek için değil, aksine ortak bir ruh temelinde birleştirmek için vardır. Bundan dolayı Totem ve Totem kurallarının dokunulmazlığı ne kadar keskin olursa olsun, bildiğimiz, halen yaşanan ve topluluğu bölen tabu kurumundan bambaşka bir şeydir.
Gerek tarihçiler, din tarihçileri gerekse sosyolog ve filozoflar tabu nun ruh kavramıyla çıktığı, totem ve tabunun ayrılmaz ikili oluşturduklarında tümüyle hemfikirdirler. Hatta alan dışı müdahaleye kalkışan, sığ tarih ve toplumbilim anlayışıyla bir takım olayları kendine göre açıkladığını sanan Freud bile ‘Totem ve Tabu isimli bir kitap yazıp, Totem ve Tabu nun birlikte anılmaları gerektiğini ve ayrılmaz bir bütün oluşturduklarını
kanıtlamaya kalkışmıştır. Tabii ki kendi Psikanalitik görüşlerini tarihe uygulamak için.
Konumuz bakımından orta barbarlığın ilk adımı bu erkek tanrılar oldu elbette. Fakat ikinci ve birincisinden daha az önemli olmayan bir adım daha atıldı; Kutsal denilen daha doğrusu tabu denilen anlayışın geliştirilmesi.
Eski Yunan mitolojisi, anacıl Girit toplumuna karşı Barbar sürülerinin Ataerkil düzenlerini dayatışlarıyla doludur. Kahraman Thesee’lerin, Tanrı Zeusların başlıca sosyal ve tarihsel görevleri Anaerkil düzeni yıkmak ve kötülemektir. Tanrıların atası. Zeus kadından tohumunu çalacak, kadın yerine kendisi gebe kalacak ve çocuk doğuracak kertelere dek, Anaşahı en doğal görevlerinden bile ortadan kaldırmaya kalkar . (TT; Kıvılcımlı sf. 193)
Tabii ki tanrının erkekleşmesi ve kadın tanrıların önemsizleşmesi öyle birden bire ve kolayca gerçekleşmiş değildir. Kadın tanrıçalarla, erkek tanrıların savaşımı şeklinde efsanelere yansıyan bu savaş bin yılların savaşımı olmuştur. En eski efsanelere bakılacak olursa, başlangıçta erkek tanrılar birden bire önemli tanrılar arasına girebilecek kadar cesur değillerdi. Bunun
için erkek tanrılar ilk önce ana tanrıçanın ya sevgilisi ya da kardeşi olmak zorundaydılar. Daha sonradır ki kadın tanrıçaları Devanası” ”’Meduz gibi aşağılayıcı konumlara doğru iten ve daha önce belirttiğimiz gibi her türlü efsanevi tanrısal kalleşliği içeren bir savaşın zafer kazanan kahramanları olarak Büyük Tanrılar , örneğin Zeus olabiliyorlardı.
Freud ve benzerlerinin iddia ettiği gibi Tanrının babalığı , ve
erkekliği baştan beri “baba katlinden” değil toplumdaki ekonomik ve sosyal değişimin erkek tarafından belirlenmesinden kaynaklanmıştır.
Yabanıllık ve aşağı barbarlık dönemleri boyunca kadının bu önemli yerinin ideolojik karşılığının, kadın tanrılar ve tanrıçalar olduğunu göstermiştim. Ancak barbarlığın bu aşamasında hayvan evcilleştirmeyi ve evcilleşmiş hayvanı tekelinde tutan erkek, kadının tüm değerini, insanlığını ve hatta varlığını tehdit etmeye başlamıştır. Erkek, egemenliğini sağlamak, elde ettiği ekonomik gücün karşılığını sosyal anlamda da yerleştirmek için yüzyıllar süren bir savaşım yürütmüştür. Mitolojilerde çok açık görüldüğü gibi bu savaşım her türlü kalleşliği ve düzenbazlığı içeren bir savaşım olmuştur. Sonunda erkek, anaya (kadına) göre örgütlenmiş toplum düzenini babaya (erkeğe) göre örgütlenmiş bir toplum düzenine sokmayı başarmıştır. Böylece tarih ve insanlık, sürü çobanı erkeğin kişiliğinde ilk kez insanın insana
üstünlüğünü tanımış ve öğrenmiştir. Bunun ideolojik sonucu olarak da ailedeki baba rolü evrene yayılmış ve tanrılar yavaş yavaş erkekleşmiştir.
Öncelikle daha önce olduğu gibi artan nüfusun baskısı ile zorunlu olarak başvurulan yamyamlık ve insanların (özellikle çocukları) Tanrılara kurban etmek gerekli değildir. Koyun, inek at ve diğer evcil hayvanlar kendilerine verilenden çok daha fazlasını insanlar için vermekte ve yeniden üretilmelerinin mümkün olması ile de tükenmez bir ürün kaynağı oluşturmaktadırlar. Hal böyle olunca herkese yetecek kadar rızık (besin) temin eden halklar için ve bu arada Peygamber İbrahim için çocuk yerine evcil hayvan (Koyun veya koç) kurban etmek, hem mümkün hem de zorunludur artık. Bu yüzden insanlık ve Arap ataları geçmişin (aşağı barbarlığın) törelerini bir masal haline getirmişler ve evcil hayvanın insan yaşamına girişini büyük ve kutlu bir olay olarak bayramlaştırıp kuşaktan kuşağa aktarmışlardır. Efsanede koyun (koç) gönderilmesi göksel olayının yersel karşılığı öncelikle budur.
Ancak yukarıdaki örnekler eski dönemlere ait olup, kimi İslam
kaynaklarının iddia ettiği gibi kız çocuklarının diri diri gömülmesi şeklinde ki kurban uygulamasının Muhammed’e kadar gelmesi ve onun tarafından yasaklanmış bulunması olanaksızdır. Çünkü insan kurban etme töresi aşağı barbarlıkla birlikte son bulmuş bir olaydır. Dolayısıyla orta barbarlığı geçmiş, yukarı barbarlıktan uygarlığa geçme aşamasındaki bir toplumda çocuk kurban edilmesi olayı hemen hemen imkânsızdır. Fakat bazı istisnai
örneklerin bulunduğuda bizzat Kur’an’daki bir betimlemeden anlaşılıyor; yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin (Enam suresi 151. Ayet)
Her cesetten gerek insan gerek hayvanlardan Rabbe sunacakları her ilk doğan senin olsun. (Tevrat)
Sami ırkları arasında kral ulusal bir tehlike anında kendi oğlunu kurban ederdi. Örneğin Byblos’lu Philo Yahudiler üzerine yapıtında şunları söylüyor: Büyük bir tehlike anında bir kentin ya da ulusunun yöneticisinin öç alıcı meleklere bir fidye olarak bütün halk adına kendi sevgili oğlunu kurban vermesi eski bir töreydi; bu şekilde sunulan çocuklar gizemli dinsel törenlerle öldürülürdü Fakat Samiler (Arap ataları-bn) arasında
çocuklarını kurban etme işi yalnızca krallara ait bir şey değildi Fenikeliler en sevdikleri çocuklarından birini Baal’e kurban ederlerdi. (Frazer Altın Dal sf.229)
Tüm dünya halklarından alınan bazı örneklerden de anlaşılacağı gibi çocukların, özellikle ‘ilk çocukların tanrıya kurban edilmeleri töresi yaygındı. Bazı yerlerde geçici, bazı yerlerde sistemli olarak uygulanan bu nüfusu azaltmanın dinsel yöntemi Peygamber İbrahim’in maddi-manevi önderliğine bağlanan Arap-İsrail (Sami) halklarında da yaygın bir uygulamaydı.
Girit krallarını yirmi yaşın gençliğinde gösteren birçok temsil vardır fakat yaşlı adam olarak gösteren bir tanesi bile yoktur. Yani her Venüs döneminde bir kral-katli olmuş olmalı. (J.Campell Batı Mitolojisi)
..Zulu yağmur sorumlusu öldürüldüğünde verimi arttırmak için kanı tohuma karıştırılır (Din ve insan H.Protakal sf. 113)
insan kurbanların genellikle Kuzey Avrupa uygar ırklarının ataları
(Keltler, Tötonlar ve Slavlar) tarafından sunulduğu kesindir. (A.g.e.)
New Sout Wales’te bazı kabilelerde, her kadının ilk doğan çocuğu bir dinsel törenin parçası olarak kabile tarafından yenirdi. Florida kızılderilileri ilk erkek çocuklarını kurban ederlerdi. Doğu Afrika’da Senjero halkı arasında birçok ailenin ilk doğan oğullarını kurban olarak sunmak zorunda oldukları söylenir. (A.g.e. aynı yerde)
Kartacalılar, sitelerinin koruyucusu olan Moloch’a kendi öz evlatlarını yakmak suretiyle kurban ederlerdi. (A.g.e. 244)
eski Roma’da Tanrı Saturn için halkın huzurunda çocuk kurban edilirdi.
(Hz. Muhammedin felsefesi C. Sena sf. 244)
Ölüm tanrıçası Kali(Hint tanrısı), kana susamış Aztek tanrılarına çarpıcı bir benzerlik içindedir. Tanrıça, Kali’nin kutsal kitabı Kalika Purana’da insan kanına bulanmış, bir dizi insan kafataslarıyla süslü, bir elinde kafatası öteki elinde bir kılıç tutan bir figür olarak betimlenir. İnsan kurbanlarının nasıl öldürüleceklerine ilişkin ayrıntılı buyruklar yer alır: Tapınan kişi kurbanı tanrıçanın önüne koyduktan sonra, çiçekler, sandal ağacı macunu ve kabuğu sunarak kurban eylemine özgü mantra’yı sık sık yineleyerek ona tapınmalıdır. Sonra o kuzeye dönüp kurbanı doğuya bakacak biçimde yerleştirerek arkaya bakmalı ve şu mantra’yı yinelemelidir: Ey adam, benim
iyi şansımdan dolayı sen bir kurban olarak ortaya çıktın; bu nedenle seni selamlıyorum. Seni bugün ben kılıçla öldüreceğim ve kurban amacıyla öldürme cinayet değildir. (Yamyamlar ve. M. Harris sf. 173-174)
Kurban ederek kıtlığa çözüm bulmak, kurban ederek doğanın tanrısal gazabını, öfkesini dindirmek, aynı zamanda yine aynı sebeple Tanrı-Kralları, tanrı taklitlerini veya sıradan insanları bolca yok etmek yalnızca Amerikan halklarında rastlanan bir şey değildir. Onların bu konuda ki yeteneklerinin çokça bilinmesi zamanımıza yakın oluşlarından ve onlar aşağı barbarlık aşamasını geçememişken eski dünyanın çoktan uygarlık aşamasına varmış
olmasındandır.
Dramatik şekilde anlatıldığı gibi Aztekler nüfusu azaltmanın yanında protein ihtiyacını insan bedenlerinden karşılamak amacıyla dramatik tanrılar ve dinlerle birlikte vahşi kurban tapınımları yaratmışlardı.
Ayrıca özel tanrı ve tanrıçaları temsil etmek üzere bazı genç erkekler ve bakire genç kızlar seçilmişlerdi: Öldürülmelerinden önceki yıl boyunca onlara büyük özen ve sevecenlik içinde davranılırdı. Azteklerin dili olan Nahvatl dilinde 16.yy’da yazılmış bir kitap olan Florentine Codex’in de tanrıça Uixtocivatl’ın rolünü üstlenmiş olan bir kadının ölümüne ilişkin şu açıklama yer alır Ve onlar ancak tutsakları kılıçtan geçirdikten sonradır ki sıra tanrıça Uixtocivatl’ın (taklitçisi)’ne geldi; o kadın en sonda geldi. Onlar işin sonuna vardılar ve görevi onunla bitirdiler. Ve hu yapılınca onlar onu kurban taşının üzerine bıraktılar. Onu sırtüstü uzattılar. Sonra yakaladılar; kollarını ve bacaklarını çektiler ve gerdiler, beli aşağıda göğsü bir hayli yukarıda tuttular ve başını
toprağa doğru gerilmiş duruma getirdiler, ve her iki yanı dikenli, kancalı bir kılıçbalığının preslenmiş kılıç benzeri uzantısını kadının ensesine dayadılar ve Cellat oradaydı; ayakta duruyordu. Birden kadının göğsünü kesip açtı. Ve göğsü kesip açınca kan havaya fışkırdı; kaynar gibi köpürüp akarken kan hayli yükseldi. Bundan sonra o kadının yüreğini (Tanrıya) bir sungu olarak havaya kaldırdı. Ve sonra onu yeşil tas çömlek denilen yeşil çömleğin içine yerleştirdi. Ve bu yapılırken yüksek sesle borular çalındı. Ve bu sona erince onlar Uixtocivatl’ın (benzerini) değerli bir örtü altına konmuş olan cesedini ve yüreğini aşağıya indirdiler. (A.g.e. sf. 152)
Dengesizliğin boyutları o kadar büyük ve kurbanların sayısı o kadar fazladır ki insanı şaşkınlık içinde bırakabilir;
Direkler birbirlerinden bir varadan (Yaklaşık bir yarda) biraz daha küçük aralıklarla ayrılmışlardı ve her biri tepesinden dibine dek çapraz sırıklarla donatılmıştı ve tapınakların her yanında her bir çapraz sırıkta kazığa çakılmış beş kafatası bulunuyordu: ve yazar ile Gonzaloi De Umbiria adında biri çapraz sırıkları saydık, toplamı direklerdeki her çapraz sırıktaki beş kafatasıyla çarparak dediğimiz gibi, 136.000 kafa bulunduğunu gördük
(A.g.e. sf. 160)
Onların göğüslerinden yürekleri kopartıldıktan ve çıkan kan su
kabağından yapılmış bir kaba döküldükten sonra ki bu kabı öldüren adamın sahibi bizzat aldı, onlar cesedi piramitlerin (tapınağın-bn) basamaklarından aşağı doğru yuvarlamaya başladılar. Ceset aşağıda kare biçiminde ki küçük bir alanda durdu. Orada Quaquacuiltin adını verdikleri bazı yaşlı adamlar
onu alıp kendi kabile tapınaklarına taşıdılar, organlarına ayırdıktan sonra yemek üzere parçalara böldüler. (A.g.e. sf 163)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir