İçeriğe geç

Dinler Tarihine Giriş Kitap Alıntıları – Mircea Eliade

Mircea Eliade kitaplarından Dinler Tarihine Giriş kitap alıntıları sizlerle…

Dinler Tarihine Giriş Kitap Alıntıları

Dinsel deneyimler aracılığıyla kavranan dünya bize bir bütün olarak gözükür.
Yaşam; yerin rahminden çıkmak, ölüm ise bir anlamda ”yuvaya ” dönüştür.
Temsil ettiği dinsel görüş ne olursa olsun, suyun işlevi her zaman aynıdır: bütünü parçalar ve biçimleri yok eder, günahlardan arındırır, hem canlandırır hem de arındırır. Suyun kaderi yaratılışın öncülü olmaktır ve sonra bu yaratılışı yutmaktır; ama su hiçbir zaman kendini aşamaz, yani ”biçime ” giremez.
İnsan yaşamı, düzenli olarak yenilip yutulması gereken kırılgan bir şeydir; çünkü tüm biçimlerin kaderi, yeniden ortaya çıkmak üzere yitip gitmektir.
Kader hem yaralayan hem teselli edendir.
Hiçbir değişiklik kesin değildir, her değişim yalnızca ölümün eşiğinde dönüşür.
Kadınla yılan arasındaki ilişki çok anlamlı ve çok çeşitlidir, ama hiçbir biçimde yalnız basite indirgenmiş bir cinsellik simgecilikle açıklanamazlar. Yılanların temsil ettiği pek çok anlam vardır ve bu özelliklerin en önemlileri arasında ”yenilenme ” özelliği kabul edilir.
Ayın metafizik kaderi, ”ölümsüz ” olduğu halde hayatta olmak, ölümü bir son olarak değil, bir dinlenme, bir tekrar yenilenme olarak yaşamaktır. İnsan da tüm ayinler, simgeler ve mitler aracılığıyla işte bu kaderle bütünleşmek istemektedir.
Yapısal açıdan belirsiz bütün bir din deneyimi, törene dönüştürdüğü fiziksel eylemler aracılığıyla gerçekliğe, kutsallığa dahil olma çabasına dayanmaktadır.
Kutsal, kutsal olmayan bir nesneden ortaya çıkar.
Kutsal her zaman belirli şeyler aracılığıyla tecelli eder; bu şeylerin gerçek dünyadan bir nesne ya da kozmik enginlikten bir nesne, tanrısal bir figür, bir simge, bir ahlak kuralı, hatta bir düşünce olmasının hiçbir önemi yoktur. Diyalektiğin esası aynıdır: kutsal, kendinden başka bir şey aracılığıyla ortaya konulur; nesneler, mitler ya da simgeler aracılığıyla tecelli edebilir; ama kendini, asla bütünüyle, olduğu gibi, ortaya koymaz.
Hangi alanda olursa olsun, mükemmellik korkutur ve en uygar toplumlarda bile ermişe ya da dahiye karşı duyulan korkunun açıklanmasını, mükemmelliğin bu kutsal ya da büyüksel değerlerinde bulabiliriz; ancak mükemmellik bu dünyaya ait bir nitelik değildir. ”Dünyadan değildir, öte taraftan gelmektedir. ”
lnsan, her şeyden kurtulabilse bile, kozmostaki konumunun bilincine vardığında oluşan ilk güdülerinin hala etkisinde kalmaya devam eder.
Bedenimde hissettiğim bu kıymıktan uzaklaşabilirsem sınırlı bir yaşamda mutlu olacağım ama sınırsızlıkta kaybolacağım.
Tanrının üç anahtarı vardır: yağmur, doğum ve ölülerin yeniden dirilmesi.
Yılın sonunda gerçekleştirilen Karnavalın kozmik anlamı, her zaman kaosun ardından kozmosun yeniden yaratılmasıdır. Bu dönemsel törenler, yaradılışın simgesel olarak tekrarlanmasıdır.
Yol çok çetindir, engellerle doludur; çünkü kutsal olmayan mekandan kutsal mekana, geçici olandan gerçeklige, sonsuzluğa, ölümden yaşama, insanlıktan tanrısallığa geçiş söz konusudur.
Bütün kutsal yapılar, evreni simgeler: çeşitli katları ya da terasları, göğün katlarıyla ya da kozmik düzeylerle özdeşleştirilir
Oldukça güçlü bir cinsellik taşıyan insanlar tarafından taşınan eşyalarla temas eden tohumların verimli olacağı düşünülür.
Yaşam, bütün olarak yeniden yapılanır; her şey yeniden başlar; kısacası, kozmik yaradılış tekrarlanır; çünkü her yenilenme, bir doğumdur, kendini yenileyen yaşam biçiminin, ilk kez ortaya çıktığı o ilk ana dönüştür.
Tanrı, Adem’e Bilgi Ağacı’nın meyvelerinden yemeyi yasaklamıştı; Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün, demişti.
Kadın ve cinsellik, ekin ve tarlanın bereketi arasındaki yakın ilişkiye dikkat etmeliyiz.
Kadınla ekilmiş toprağın özdeşleştirilmesine pek çok toplumda ve Avrupa halk inanışlarında rastlarız. Bir Mısır aşk şarkısında sevgili ben toprağım, der. Videvdat’da ekilmemiş yer çocuksuz bir kadına benzetilir. Masallarda kısır kraliçe şöyle yakınır: Hiçbir şeyin yetişmediği bir tarla gibiyim. Buna karşın XII. yüzyıldan bir şiirde Meryem Ana ‘Meyve verdiği halde saban işlemez toprak olarak onurlandırılır. Ba’al, tarlaların kocası olarak adlandırılır. Kadınla, toprağın özdeşleştirilmesi özellikle Sami halklarında yaygındır. İslam metinlerinde de, kadın tarla, bağ olarak adlandırılır. Kuran’da, Kadınlarınız sizin tarlanızdır, denir. Manu yasalarında kadının bir tarla olarak kabul edilebileceği, erkeğin de tohum olduğu söylenir. Narada bu kuralı şu biçimde yorumlar: kadın tarladır ve erkek tohum dağıtandır. Fince bir atasözü genç kızların bedenleri tarlalarıdır der.
Musa da Okyanus’a terk edilen Maori kahramanı Massi gibi, karanlık dalgalara terk edilen Kalevala’nın kahramanı Vainamoinen gibi suya bırakılır. Terk edilen çocuğun dramı, öksüzün, ilksel çocuğun, mutlak ve dokunulmaz yalnızlığıyla, büyük ve olağanüstü kahramanlık mitiyle telafi edilir.
Bronz çağındaki mezar bekçisi taşlar, mezarların yanına dikilirdi; böylece mezar dokunulmazlık kazanırdı. Taş; hayvanlara, hırsızlara ama özellikle de ölüme karşı koruma sağlardı; çünkü taş nasıl bozulmadan kalabiliyorsa ölünün ruhu da dağılmadan sonsuza kadar varlığını sürdürebilirdi.
Cinsellikle ilgili kozmogoni simgelerinde; gök, yeri yağmur aracılığıyla kucaklar ve döller.
Her şey birbirine bağlıdır, her şey birbiriyle ilgilidir ve kozmik yapıya sahip bir bütünün parçasıdır.
Cermenler zamanı geceye göre ölçüyordu. Bu eski ölçümün Avrupa’daki halk inanışlarında izleri hala sürmektedir; bazı bayramlar gece kutlanır; örneğin Noel gecesi, Paskalya, Pentekost, Aziz Yuhanna Günü.
Tarih öncesindeki arabaların, güneşin hareketini yinelemek için üretildiğini ve bugünün arabalarının ilkörneği olarak kabul edilebileceklerini belirtebiliriz.
Güneşin çelişikliği insanlara karşı davranışlarında da ortaya çıkar. Bir yandan insan soyunu sürdürür: Baba, rahme bir tohum koyduğunda, aslında rahme tohumu koyan güneştir. Öte yandan güneş, kimi zaman ölümle özdeşleştirilir; çünkü doğurduğu çocukları yer.
Rab kozmosun gerçek ve tek sahibidir. Her şeyi yapabilir her şeyi yok edebilir. Kudreti mutlaktır, bu nedenle özgürlüğünün sınırı yoktur.
Tüm gök tanrıları yaratıcıdır; dünyayı, tanrıları ve canlıları yaratırlar. Döllemek yaratıcılık yetkinliklerinin yalnızca bir yönüdür.
İnsanlar, Yüce Varlıkları ve göğü, ancak gökyüzünden gelen bir tehlike doğrudan onları tehdit ettiğinde hatırlamaktadırlar; başka zamanlarda, dinsel faaliyetleri günlük gereksinimlerden ibarettir ve ibadetleri ve duaları bu gereksinimleri kontrol eden güçlere yöneliktir.
Yüksek, insanların ulaşamayacağı bir boyuttur; doğal olarak insanüstü güçlerin ve varlıkların sahip olduğu bir yerdir.
Kutsal, kendisinden başka bir şey aracılığıyla ortaya konulur; nesneler, mitler ya da simgeler aracılığıyla tecelli edebilir; ama kendini, asla bütünüyle, olduğu gibi, doğrudan ortaya koymaz.
Jestlerin, dansların, çocuk oyunlarının ve oyuncakların kökeninde dinsel
bir neden yattığını bugün biliyoruz: Bunlar bir zamanlar belli bir tapınım jestleri ya da nesneleriydiler. Hatta müzik aletlerinin, mimarlık araç gereçlerinin, ulaşım araçlarının başlangıçta kutsal nesneler ya da etkinlikler olduklarını biliyoruz. Tarihte bir biçimde kutsallık kazanmamış önemli hiçbir hayvanın ya da bitki türünün olmadığını da düşünebiliriz. Tüm mesleklerin, sanatların, endüstrilerin, tekniklerin dinsel bir kökeni olduğunu ya da zamanla tapımla ilgili değerler kazandıklarını biliyoruz.
Kutsal, her zaman belli bir tarihsel dönem içinde kendini gösterir. En bireysel ve en aşkın mistik deneyimler bile tarihsel koşulların etkisi altındadır.
her zaman, kutsal zaman olmaya adaydır: her süre, her an sonsuzluğa dönüşebilir.
Aslında insanın, aşk eylemiyle ‘erdişi’ nitelikler kazandığı söylenebilir; çünkü aşk ilişkisinde her iki cins, karşı cinsin ‘özelliklerine’ (zarafetle, teslimiyetle ve fedakârlıkla vb) erişip onu fetheder.
Kutsal, kendisiyle temas kuran kişinin, her dinsel eylemin gerektirdiği ‘hazırlıkları’ yapmaması durumunda tehlikelidir. Tanrı Musa’ya ‘Fazla yaklaşma’ dedi, ‘çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.
Efsaneye göre, XVI. yüzyıl sonunda el-Hemel’i kuran bir Müslüman zahit, geceyi geçirmek için bir pınar başında konaklar ve buraya asâsını saplar. Ertesi gün, asâsını alıp yola koyulmak ister, asânın kök salmış olduğunu ve üzerinde tomurcukların açmış olduğunu görür. Onda Allah’ın muradının işaretini görür ve evini buraya kurar.
Aslında, mekân asla insan tarafından ‘seçilmez’, yalnızca onun tarafından ‘keşfedilir’; başka bir deyişle kutsal mekân insana kendini şu ya da bu biçimde gösterir.
İnsanların taşlara taş oldukları için taptıkları bir dönem olmuş mudur? Bunu bilemiyoruz. ..
İnsanlar taşlara, olduklarından farklı bir şeyi temsil ettikleri sürece tapmışlardır. ..
Kökenlerine ya da biçimlerine bağlı olarak bazı kutsal değerler kazanmış olmalarına karşın taşlar, tapımın nesnesi değil, aracı olmuştur.
Hıristiyanlık’ta vaftiz en önemli ruhsal arınma aracıdır; çünkü vaftiz suyuna batma, İsa’nın gömülmesini temsil eder. Simgesel olarak suya batan insan ölür, sonra yeniden doğar, arınır, yenilenir; tıpkı mezarda canlanan İsa gibi.
Güneş her zaman olduğu gibi aynı kalır ve asla bir ‘oluşum’ içine girmez. Oysa ay, büyür, küçülür, kaybolur, tüm evrene hükmeden oluşum, doğum ve ölüm yasasına boyun eğer. İnsan gibi ayın da duygusal bir ‘tarihi’ vardır; çünkü insan gibi ayın da ölümle noktalanan çöküş dönemi vardır.
‘Yüksekte’ olan ‘yükselmiş’ olan hangi din sisteminde olursa olsun aşkın olanı temsil etmeyi sürdürür.
Mısırlılar, cenaze metinlerinde, Ra’nın yerden göğe çıkmak için kullandığı merdivenin gerçek bir merdiven olduğunu göstermek için asket pet deyişi (asket=yürüme) kullanılmıştır. Ölüler Kitabı’nda ‘tanrıları görmem için yerleştirildi bu merdiven,’ diye yazmaktadır. ‘Tanrılar, göğe çıkması için ona bir merdiven yaptılar. Eski hanedanlardan ve ortaçağ hanedanları döneminden kalma pekçok mezarda, bir merdiven (maqet) ya da bir basamak şeklinin yer aldığı muskalar bulunmuştur.
..kutsal her zaman belirli şeyler aracılığıyla tecelli eder; bu şeylerin (ki biz bunları hiyerofani olarak terimleştirdik) gerçek dünyadan bir nesne ya da kozmik enginlikten bir nesne, tanrısal bir figür, bir simge, bir ahlak kuralı hatta bir düşünce olmasının hiçbir önemi yoktur.
Kutsal, her biçimde hatta en garip biçimlerde bile kendini ortaya koyar. Sonuç olarak paradoksal, dolayısıyla anlaşılmaz olan, kutsalın taşlarda ya da ağaçlarda tecellisi olgusu değil, kutsalın kendisinin tecelli etmesi ve sonuç olarak kendini sınırlaması ve göreceli bir nitelik kazanmasıdır.
tuhaf ve olağanüstü olan, genelde kaygı ve uzaklaşma duygularını getirmektedir
..böylelikle çirkinlik ve biçimsizlik, bu nitelikleri taşıyanları ötekilerden ayırıp kutsal kılar. Örneğin Ocibua Kızılderilileri arasında, büyü sanatını bilmedikleri halde büyücü olarak nitelenenler genelde sefil ve itici bir görünüşe sahip olanlardı. Reade, Kongo’da tüm albinoların ve cücelerin rahip olduklarını söyler. Bu adamların uyandırdığı saygının kökeninde gizemli bir güçle donatıldıkları düşüncesi olduğundan kuşkumuz yoktur.
Kızılderili kahini müritlerine toprağı eşelemeyi yasaklar; çünkü tarım için annemizin bağrını yaralamak, kesmek, yırtmak ya da tırmalamak günahtır der.
En çok yıldırım düşen ağaca(meşe) yüce ilahi’nin ihtişamı bahşedilir
Bazı bölgelerde hükümdar toprağa dokunmamalıdır, çünkü güçleriyle toprağın ölmesine neden olabilir; bu nedenle taşınmalı ya da halı üzerinde yürümelidir
– ( ) Hangi alanda olursa olsun mükemmellik korkutur ve en medeni cemiyetlerde bile ermiş ya da dâhiye karşı duyulan korkunun açıklanmasını, mükemmelliğin bu mukaddes ya da sihirli değerinde bulabiliriz; ancak mükemmellik bu dünyaya ait bir nitelik değildir.
Dünyadan değildir, öteki taraftan gelmektedir.
Aynı kaygı ya da çekimserlik yabancı, tuhaf, yeni olan her şeye karşı duyulur, çünkü bu şaşırtıcı varlıklar her ne kadar saygı duyulması gereken bir güç olsa da tehlikeli bir gücün işaretleridir
Bilgi, dünyanın bütün olarak kavranması, kozmik bütünün yo­rumlanması, varoluşun ardında yatan nihai sebeplerin ortaya çıkarılması vb bütün bunlar göğün tefekkürü, gök hiyerofanisi ve göğün Yüce Tanrıları sayesinde müm­kün olmuştur.
Gök gü­rültüsü tüm mitolojilerde gök tanrının silahıdır ve yıldırımıyla vurduğu yer kut­sallık kazanmaktadır.
İnsanlar, Yüce Varlıkları ve göğü, ancak gökyüzünden gelen bir tehlike doğrudan onları tehdit ettiğinde hatırlamaktadırlar, başka zamanlarda, dinsel faaliyetleri günlük gereksinimlerden ibarettir ve ibadetleri ve duaları bu gereksinimleri kontrol eden güçlere yöneliktir. Buna karşın bu durum, göksel Yüce Varlıkların özerkliklerinden, büyüklüklerinden ve önceliklerinden bir şey kaybettirmez; yalnızca ilkel insan uygar insanlar gibi artık ihtiyacı kalmadığında bu tanrıları kolaylıkla unutabilmektedir, var olmanın zorlukları karşısında insan gökten çok yere yönelmektedir ve yalnızca yeryüzünde olüm tehlikesi altında kaldığında göğün önemini yeniden hatırlamaktadır.
Hangi alanda olursa olsun mükemmellik korkutur ve en uygar toplumlarda bile ermişe ya da dahiye karşı duyulan korkunun açıklamasını, mükemmelliğin bu kutsal ya da büyüsel değerinde bulabiliriz; ancak mükemmellik bu dünyaya ait bir nitelik degildir. Dünyadan değildir, öteki taraftan gelmektedir.
Akhilleus, öteki kahramanlar gibi, evlendiğinde ona cok mutlu bir yaşam ve pek çok çocuk vaat edildiği halde evlenmez; çünkü evlendiğinde kahraman olmaktan vazgeçmesi gerekir, eşsiz başarısını gerçekleştiremez, dolayısıyla ölümsüzlüğe de kavuşamaz. Kierkegaard, Regina Olsen’le ilgili olarak aynı drami yaşar; kendi kendisiyle baş başa kalabilmek, tek olabilmek için evlenmeyi reddeder; böylece genel koşullar içinde mutlu bir yaşama sahip olma seçeneğini elinin tersiyle iterek sonsuzluğa kavuşmayı umar. Güncesinden alıntılanan duygular bu çelişkiyi açıkça ortaya koyar: Bedenimde hissettiğim bu kıymıktan uzaklaşabilirsem sınırlı bir yaşamda mutlu olacağım ama sınırsızlıkta kaybolacağım.
İnsanın özgürlüğü ve Yasaya itaat ve iyi ahlak ile selamete kavuşma imkanı hakkında daha sonraları geliştirilen tüm mistik düşünceler ve spekülasyonların çıkış noktası, tek mutlak gerçeklik olan Tanrı’nın huzurunda masum değildir.
Aslında eski kültürlerin insanıyla modern insanı birbirinden ayıran temel farklardan biri de eski insanların, günlük yaşamı (öncelik cinsellik ve beslenme) belli bir kutsallık içinde yaşamalarıdır.
Hangi alanda olursa olsun, mūkemmellik korkutur ve en uygar toplumlarda bile ermişe ya da dahiye karşı duyulan korkunun açıklamasını, mükemmelliğin bu kutsal ya da büyūsel değerinde bulabiliriz; ancak mükemmellik bu dünyaya ait bir nitelik değildir. Dünyadan değildir, öteki taraftan gelmektedir.
Aynı kaygı ya da aynı çekimserlik yabancı, tuhaf, yeni olan her şeye karşı duyulur, çünkü bu tür şaşırtıcı varlıklar her ne kadar saygı duyulması gereken bir güç olsa da, tehlikeli bir gücün işaretleridir.
Din, insanla ilintili bir olgu olduğu için toplumsal, dilsel ve ekonomik bir olgudur; çünkü insan dilden ve toplumsal yaşamdan ayrı düşünülemez.
Dinin, kendini oluşturan öğelerin kalıntılarından farklı bir sistem olduğu düşüncesine ulaşıldı ya da başka bir ifadeyle geri dönüldü; din, eklemli bir düşünce, bir dünya görüşüdür.
Eski zaman insanı tüm fiziksel eylemlerini törene dönüştürerek öteki tarafa geçmeye zamanın (oluşumun) öbür tarafına geçmeye, sonsuzluğa ulaşmaya çalışır.
Tanrı’nın insan doğasına bürünmesi, inancın oynak noktasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir