İçeriğe geç

Din ve Felsefe İlişkisi Kitap Alıntıları – İbn Rüşd

İbn Rüşd kitaplarından Din ve Felsefe İlişkisi kitap alıntıları sizlerle…

Din ve Felsefe İlişkisi Kitap Alıntıları

Doğu insanı inançlıdır, kalbe ve kalbin mahsulü olan her şeye bayılır, bütünü ile kendini verir, varlığını teslim eder. Gönül deyince, kendinden geçer.
Devlet idaresini halkın çıkarına göre değil, kendi menfaatına göre ayarlama zulümdür.
Dostuna ihsanda bulunan bir kimse tabii bir şey yapmış olur, asıl fazilet düşmana ihsanda bulunmak ve iyilik yapmaktır.
Tevilin ifşası siyasetin çıkarınadır.
İnsanların en rezillerinden olan bir grubun, öncekilerin kitaplarını incelemeleri yönünde hakikatten sapması gerekçesi ile ehil olan kimseleri bu kitapları incelemeden alıkoyan kişinin durumu, su içerken boğazına su kaçan kimseler sebebi ile susamış kimselere ölünceye kadar tatlı soğuk su vermeyen kimsenin durumu gibidir.
Gerçeği arayan bir kimse için gerçekten daha üstün birşey yoktur. Bu sebeple gerçeği değersiz görmemek ve onu söyleyeni de taşıyanı da hafife almamak gerek.
Kindi
Çünkü bir seyin ticaretini yapan onu satar, sattığı ise artık kendinin değildir. Kim din tüccarlığı yaparsa onun dini yoktur.
Kindi
Çünkü hak, hak olan ile çelişmez bilakis onu doğrular ve destekler. Ayrıca felsefe dinin dostu ve süt kardeşidir.
İbn Rüşd
Ehl-i sünnet, tek otoritenin akıl olmasına götürmesi sebebi ile Aristo mantığının ve ilimlerinin karşısında yer almıştır.
Batıniler ise Aristo mantığı karşısında pragmatik davranmıştır. Dini felsefelerine hizmet etmeye uygun olanı alıp geri kalanı terk etmişlerdir
Şayet bu rivayet doğru ise siyaset, İbn Nedim’in de ifade etmiş olduğu gibi İslam’da bir dilden başka bir dile ilimlerin ilk aktarımının arkasındaki sebeptir.
kitabın amacını kavrayabilmek için kitaptan şu kesit bence yeterli olacaktır:
“tabiatları gereği dost olan, cevher ve yaratılışları itibariyle yekdiğerini seven hikmetle şeriat arasına kin, düşmanlık ve kavga sokmak suretiyle, kendilerini hikmete nisbet edenlerin şeriata verdikleri eza ve cefa çok daha fazla acıdır. aynı şekilde kendilerini şeriata nisbet eden pek çok cahil dost da ona eza ve cefa etmişlerdir. şeriata eza veren bu cahil dostlar, dinde mevcut olan fırka ve mezheplerdir. Allah lütfu ve merhameti ile hepsini düzeltsin, kendisini sevmeye herkesi muvaffak kılsın, tümünün kalplerini takva (ve Hakk korkusu) üzerine birleştirsin, hepsini kin ve nefret duygularından uzaklaştırsın.”
Katip Çelebi “Keşfu’z-zunûn” eserinin “Hikmet” maddesinde ve “Mizanu’l-Hak”da
“Osmanlılarda müftülerden biri hikmetin ve felsefenin okunmasını ve okutulmasını, yasakladı. Ondan sonra hikmet de şeriat da mahvolup gitti.” demekte, böylece İbn Rüşd’ün fikirlerini tekrar etmektedir.
Unutmamak lazımdır ki, aklın hislere hâkim olmasına saadet denir. Düşüncesi duygusuna galip ve hâkim olan bir kimse mesut ve bahtiyardır. Akıllı zeki fertler, cemiyet ve milletler daima hisli ve heyecanlı fertlere, cemiyetlere ve milletlere galip ve hâkim olagelmişlerdir. Zira dünyada gerçek güç akıl, fikir ve ilim kuvvetidir.
İbn Rüşd’e bağnazlardan biri hakaret ettiği zaman İbn Rüşd; “Sabır ve tahammülümü tecrübe edebilmem için iyi bir fırsat verdin, fakat sakın başkalarına böyle davranma, çünkü böyle hakaretlere başkaları tahammül edemez de, belki kötü bir cezaya çarparsın.” cevabını verirdi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Dostuna iyilikte bulunan bir kimse doğal bir şey yapmış olur, asıl erdem düşmanına iyilik yapmaktır.
Filozoflara has olan dini, kâinatı ve varlıkları bilmektir. Evrendeki fenomenler hakkında bilgi sahibi olmak, Allah hakkında ilim sahibi olmaya denktir, Allah’ı razı eden mübarek ibadetlerden biri de budur, halbuki böyle şeylerle uğraşanları kâfir sayanlar da vardır.
Felsefe demek, insanın kendine göre bir görüşünün ol­ması demektir. İnsanın yaşadığı dünyayı kendine göre yo­rumlaması ve değiştirmesi demektir. Doğrusu İbn Rüşd işte böyle bir kapıyı aralamak ister, ama dinle olan bağlarını ko­ parmaya çalışmak yerine, din ile felsefeyi bağdaştırmaya ça­lışır. Aradan geçen yedi yüzyıl içinde İslam dünyasında pek bir şey değişmez, Namık Kemal de demokrasiyi şeriattan çı­karmaya, şeriatla modern hukuku bağdaştırmaya çalışır ve ortaya garip bir yaratık çıkar.
Osmanlı medreseleri hiçbir dönemlerinde felsefeyle iştigal etmez iken, dinsel dogmalar hiçbir an eleştiriye uğramazken, bu medreselerde özgür ve ileri öğrenimin yapıldığı nasıl ileri sürülebilir, bilemi­yoruz.
Eğer bir insan öldüğünde, onun suçlu olup olmadığı belliyse, öyleyse kıyamet gününde yargılanmasına ne gerek var?
Ayrıca hem yargılanma, hem de sırat köprüsünden geç­me gibi bu ikilem niye? İbn Sina’dan İbn Rüşd’e kadar tüm dini bütün filozof­lar, dinin kendi içindeki çelişkilere, tutarsızlıklara hiçbir za­man değinmiyorlar!
Sadece ruhun ölümlü ya da ölümsüz oluşu üzerine yapı­ lacak bir tartışma, dinsel inancı zayıflatmay yeter. Eğer ruh, bedenle birlikte varsa ve bedenle birlikte öle­cekse, o zaman ölüm sonrası bir yeniden dirilmeye, ikinci bir -sonsuz yaşama inanmanın ne anlamı kalır? Ya da evrenin bir başlangıcı varsa, bir sonu da olabilir gibi bir tartışma da, dinsel inançların önemini ortadan kal­dırabilir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Özellikle kendilerini felsefeye nispet edenler tarafından dine sokulmuş olan yanlış ve aykırı görüşler ile sapmaya uğramış inançlardan dolayı nefis son derece üzüntü ve elem içindedir. Çünkü dostun verdiği eziyet düşmanın verdiği eziyetten daha acıdır. Bununla felsefenin, dinin dostu ve süt kardeşi olduğunu kastediyorum.
Zekaları, kabiliyetleri ve yaratılışları icabı teorik hususları kavrayamayanlar, hissî, maddî ve cismanî olmayan varlıklara akıl erdiremez. Onlar var olan her şeyi duyularla idrak edilen varlıklar şeklinde tasavvur ve tahayyül ederler. Onun için, maddî olmayan varlıkların, halka örnek getirerek ve temsili suretle anlatılması zorunludur.
Kadınlara yüklenen işler, onlardaki aklî melekeleri ve büyük işlere olan kabiliyetlerini yok eder. Fazilet ve yüksek şahsiyet sahibi meşhur kadınlar bulunmamasının sebebi budur.
Felsefi ahlak dini ahlak kadar tesirli olmadığı gibi, dini düşünce de felsefi düşünce kadar kuvvetli değildir. Bunun için gönül ihtiyacı din ile, zihnî ihtiyaçlar felsefe ile karşılanmıştır.
Batı doğudan din ve inanç alırken doğu batıdan felsefe ve fikir almış, böylece bir değiş-tokuş hâdisesi meydana gelmiştir.
Doğulu için ideal cemiyet nizam arkada ve mazidedir, model ortadır. Batılı İçin ideal cemiyet nizam ilerdedir, modeli yoktur, vücuda getirilecektir.

Doğuda evvela inanmak, sonra inanılanı yapmak icap eder, Batıda evvela düşünmek, sonra düşünüleni yapmak lazımdır.

Aşikârdır ki, bu alemdeki cisimlerin maddeleri peşpeşe ve bir cisimden diğerine intikal ederek mevcut olur. Yani belli bir madde, değişik zamanda birçok şahıslarda aynen mevcut olur. Bu gibi cisimlerin örneğinin, kendisi eylemde bulunarak mevcut olması imkansızdır. Çünkü maddeleri tektir.

Örneğin farz edelim ki bir insan öldü, bedeni toprak haline geldi. Bu toprak değişti ve bitki oldu. Bu bitki de diğer bir insanın gıdası oldu. Adamın yediği bu bitki, meni oldu ve bundan da bir insan doğdu. (İşte bir bedenin ayniyle iade edilmesi halinde değişik varlıklara ait maddelerin bir araya gelmesinin imkansızlığı budur). Fakat iade olunan bedenin başka nesnelerden oluşan bir beden olduğunun farz olunması halinde bu hal ortaya çıkmaz.

Allah’ın kaderi tabir edilen şey, hariçten olan fiillerin irademize uygunluğundan ibarettir. İrade herhangi bir şeyi tahayyül ve tasavvur veya bir şeyi tasdik etmekten bizde meydana gelen bir ‘’şevk’’ ve bir ‘’arzu’’dan başka bir şey değildir; işte bu tasdik bizim tercihimiz ve istediğimizle değildir. Bilakis hariçteki hususlardan bize ârız olmuş bir şeydir
Fıkhî kıyası incelemek şer’an zaruri olduğu gibi aklî kıyası tetkik etmek de zaruridir. Sonradan gelenlerin, öncekilerden faydalanmaları şarttır. Bir insan tek başına bu işi yapması ve yeni baştan bu konuda ihtiyaç duyduğu şeylerin hepsine vakıf olması imkansız veya çok zordur. Gaye olmayan alet ilimlerini, yani mantıki ve mantıktaki kıyaslar gayr-i müslimlerden almanın hiçbir mahzuru yoktur. Müslümanların Batıdan almakta oldukları matematik ve tabiat ilimleri konusunda da aynı şekilde düşünmek icap eder.
Şeraitin gayesi halkı umumi bilgi sahibi yapmak değildir. Dinin maksadı halkı amel ve ahlak sahibi yapmak ve faziletli kılmaktır. Dünya ve kainat üzerinde düşünmeye davet edilmesinden maksat da eşyayı tanımak değil, Allah’ı bilmektir.
İbn Rüşd, feleklerin ve gök cisimlerinin yeryüzündeki hadiselere ve insanlara tesir ettiğine inanmaktadır.

Dipnot

Rabbin unutkan değildir.
Kur’an – 19/65
Nerde olursak olalım ilim ana yurdumuzdur, cehalet yabancı bir yer.
İbn Rüşd, kadını erkekle eşit tutar. Kadın, erkeğin sahip olduğu bütün haklara ve ehliyete sahiptir. Bazı bakımdan erkeklerden zayıf durumda olan kadın bazı bakımlardan ondan üstündür. Mesela musikide durum böyledir. İbn Rüşd kadının iyi bir asker olabileceğini öne sürer, Afrika’daki bazı kabilelerden misaller verir. Devlet işlerinde kadınların çalışmasında bir sakınca görmez, kadınların görevlerinin sadece çocuk doğurmak ve emzirmekten ibaret olmadığını, kadınlara yüklenen işlerin, onlardaki akli melekeleri ve büyük işlere olan kabiliyetleri yok ettiğini, fazilet ve yüksek şahsiyet sahibi meşhur kadınlar bulunmamasının sebebinin bu olduğunu, kocalarına yük olan kadınların ot gibi yaşadıklarını ifade eder.
Bağlamasını bilmeyen çözmeye kadir olamaz.
Ibn Rüşd, kadılık, hakimlik, idarecilik ve tabiblik gibi işlerle meşgul olduğundan eser yazmaya vakit bulamıyor, ancak artan zamanlarında bu işle meşgul oluyordu. Bu husustaki üzüntülerini belirtmek için; Hikmet bakımından önemsiz şeyler, beni faydasız yerlerde, o kadar çok tutuyor ki, yazdığım eserleri yangın esnasında en kıymetli eşyasını terk ederek derhal canlarını kurtaran bir kimse gibi acele yazdım. demişti.
Bizim uğrumuzda mücadele edenlere , yollarımızı elbette gösteririz.
Ankebut-69
Şeriatın gayesi halkı umumi bilgi sahibi yapmak değildir. Dinin maksadı halkı amel ve ahlak sahibi yapmak ve faziletli kılmaktır. Dünya ve kainat üzerinde düşünmeye davet edilmesinden maksat da eşyayı tanımak değil, Allah’ı bilmektir.
Dostuna ihsanda bulunan bir kimse tabii bir şey yapmış olur, asıl fazilet düşmana ihsanda bulunmak ve iyilik yapmaktır derdi.
İnsan ya irade sahibidir ya değildir , üçüncü bir hal yoktur.
O latîf herşeyden haberdardır.
Bizim uğrumuzda mücadele edenlere, yollarımızı elbet gösteririz.
“Bizim uğrumuzda mücadele edenlere , yollarımızı elbette gösteririz.”
Şark âlemi bir inanç dünyasıdır.
, kadınların görevlerinin sadece çocuk doğurmak ve emzirmekten ibaret olmadığını , kadınlara yüklenen işlerin , bu onlardaki aklî melekleri ve büyük işlere olan kabiliyetlerini yok ettiğini , fazilet ve yüksek şahsiyet sahibi meşhur kadınlar bulunmamasının sebebinin bu olduğunu , kocalarına yük olan kadınların ot gibi yaşadıklarını ifade eder.
İlmsiz iman kara kuvvet, şuursuz din körlük halini alırken, dinsiz kuvvet zalim, imansız ilim gaddar bir vaziyete giriyor ve neticede din- felsefe, ilman- ilim münasebetinin ahenk içinde yürütülmesi bir zaruret olarak ortaya çıkıyor.
Doğu insanı inançlıdır, kalbe ve kalbin mahsulu olan her şeye bayılır, bütünü ile kendini verir, varlığını teslim eder. Gönül deyince kendinden geçer, Kalbe büyük önem verdiği için hisli ve heyecanlıdır. His ve heyecanı her daim akla ve mantığa tercih eder. Hislenince düşünmez olur, galeyana gelince en makul olan şeyleri bile terk eder. Uzağı görmez, plan, program ve proje fikrine fazla değer vermez. Hesabı ve düzeni duygularına feda etmekten çekinmez işin sonunu görmediği için bu durumun ilerde açacağı zararlar umrunda değildir. Zaten hisler düşünce gibi ileriye dönül değil hale dönük olduğundan ondan gelecek düşünceler de kuvvetli değildir. Ona göre vaki olan, vaki olacak olandan daha iyidir. İlerisi için hesabı ve planı yok hayali vardır.
öteden beri batı, doğunun dinine ve inancına, doğu ise batının felsefesine ve düşüncesine muhtaç olmuştur. Onun içindir ki batı doğudan din ve inanç alırken doğu batıdan felsefe ve fikir almış böylece bir değiş tokuş hadisesi meydana gelmiştir.
Gazali’nin tekfir ettiği filozoflar, onun ithamlarından uzaktır. Çünkü onlar, Allah, nübüvvet ve ahirete imandan ibaret olan üç esasa inanmışlar sadece bu esasların nasıl anlaşılması gerektiği hakkında meşru bir yol olan tevil haklarını kullanmışlardır.
Faslül Makal, hiçbir dini esası inkar etmemek şartıyla akıl ve mantığın ışığında tevil çerçevesinde felsefenin durumunu savunan bir müdafaa şeklidir.
İbn Rüşd, kadını erkekle eşit tutar. Kadın, erkeğin sahip olduğu bütün haklara ve ehliyete sahiptir. Bazı bakımdan erkeklerden zayıf durumda olan kadın bazu bakımlardan ondan üstündür. Devlet işlerinde kadının çalışmasında bir mahzur görmez. kadınların görevlerinin sadece çocuk doğurmak ve emzirmekten ibaret olmadığını, kadınlara yüklenen işlerin onlardaki akli melekeleri ve büyük işlere olan kabiliyetleri yok ettiğini, fazilet ve yüksek şahsiyet sahibi meşhur kadınlar bulunmamasının sebebinin bu olduğunu kocalarına yük olan kadınların ot gibi yaşadıklarını ifade eder.
ibn Rüşd haşir konusunda ilmi bir tartışmaya girmekten kaçınıyor. Bu inancın hakikat ve mahiyetinde değil, sıfat ve keyfiyetinde cedele giriyor. Cismani haşri şeriat tasrih etmiştir. Bu sarahat karşısında susmak, ispat ve ya iptal cihetine gitmemek icab eder. Meseleyi akla değil, sadece vahye arz etmekle iktifa etmek lazımdır.
İbn Rüşd yeni eflatuncu sudur nazariyesini tersinden ele alır. Allah cüz’i ve külli her şeyi bizzat idare etse, alemdeki şerrin ondan sadır olması lazım gelir, halbuki Allah’tan sadece hayır sadır olur. Çünkü O yalnız hayrı irade eder.

..Bu konular o kadar sıkıntılı ki, bilgi verilmeyen konularda uzmanların haricindekilerin getirdikleri açıklamalar birer hakikat gibi algılanıyor ondan sonra gelsin birbirini tekfir meseleleri. Bilgi olmayan meseleden uzak durman en iyisi

ibn Rüşd’e göre tevili halka açıklayan kelamcılar, onlara anlamayacakları bir dille hitap etmiş oldular. Halka ilacın faydalarını ve kullanma şeklini anlatacaklarına bunu bırakıp ilacın nasıl yapıldığını, terkibinin ne olduğunu anlatmaya kalkıştılar. Halkın bunları bilmesine gerek yoktur. Bunları bilmelerinde de bir fayda mevcut değildir. Bunu anlatacağım derken muhatabın zihnini karıştırmaktan, boş yere meşgul etmekten, daha faydalı şeyleri öğrenmelerine engel olmaktan başka bir şey yapılmış olmaz.
“Fâzileti, hayrı ve iyi emelleri uhrevî saadet için bir araç kabul etmek belki halk için faydalıdır ama sırf hayra hayır olduğu için talip olanlara göre hayrı ahiretteki selâmetin bir vasıtası saymak o kadar da iyi bir şey değildir. Zira ahiret de dahil olmak üzere hayrı ve faziletî hiç bir şeye vasıta kılamamak icap eder.”
Allah delâlet sebeplerini, ekseriya onlardan delâletten fazla hidayet vücuda geldiği için yaratmıştır
İslâm’daki bütün bu şüphe ve tereddütler, Allah’ın izin vermediği bir şekilde şeriatta yaptıkları tasrihleri ile kelâmcılar ortaya dökmüşlerdir.
Şayet küçüklükten beri bu sözleri işite işite yetişme ve bu sözleri söyleyenlere saygı gösterme hali olmasaydı, bu sözlerde, ikna edicilik namına bir şey bulmanın mümkün olmadığı anlaşılır, fıtrat-ı selim ve sağduyu sahibi olan hiçbir kimsenin onları tasdik ve kabul etmesi bahiskonusu olmazdı.
bağlamasını bilmeyen çözmeye kadir olamaz.
sanatı bilmeyen, sanata konu olan eşyayı ve eseri bilemez, sanat eserini bilmeyen de sanatkârı bilemez
Unutmamak lazımdır ki, aklın hislere hâkim olmasına saadet denir. Düşüncesi duygusuna galip ve hâkim olan bir kimse mesut ve bahtiyardır. Akıllı zeki fertler, cemiyet ve milletler daima hisli ve heyecanlı fertlere, cemiyetlere ve milletlere galip ve hâkim olagelmişlerdir.
Zira dünyada gerçek güç akıl, fikir ve ilim kuvvetidir.
Gazalî’den sonra gelen din âlimleri onun izini takip etmeye başladılar, felsefe okudular, filozofları reddetme işi ile uğraştılar. O kadar ki, İslâm âleminde bir tek filozofun bulunmadığı dönemlerde bile habire felsefeyi reddettiler, filozoflara hücum etmekten hızlarını alamadılar. Bu sefer kendi aralarında bu hususta ihtilafa düştüler. Felsefe okumayanlar, felsefe okumayı küfür, felsefe okuyanları da kâfir sayan fetvalar verdiler. Felsefe okumadan eski İslâm kültürünü; hatta Gazalî başta olmak üzere onu takip eden âlimlerin eserlerini okuyup anlamaya imkân bulunmadığı için İslâm düşüncesi bir çıkmaza girdi, bir keşmekeşe saplandı, kimin ne dediği ve neyi müdafaa ettiği bilinmez oldu. Fikrî ve ilmî denilen tartışmalar tam mânasiyle bir kördövüşü şekline girdi. Artık yetişme halindeki Müslüman gençlerin ne üzerinde çalıştıkları ve hangi hedeflere ulaşacakları belli değildi.
Çünkü batılı uzağı görmeye çalışır, geleceğin hesabını yapar; bunun için planlar çizer, programlar, projeler hazırlar, aklı ve mantığı hissine ve heyecanına kurban etmemeye gayret eder. Halde olandan çok istikbalde olacak olana değer verdiği için, yarının zararından kurtulmak için bugünün rahatını, geleceğin refahı için halin keyfini feda etmekte tereddüt göstermez. Daima istikrar aradığından hayalci ve maceracı değil, gerçekçidir ve hesaplı hareket eder, nizam ve disiplin fikrine bağlı olduğu için his ve heyecanlarını aklın kontrolü altında bulundurmaya mecbur olur.
Doğu insanı inançlıdır, kalbe ve kalbin mahsulü olan her şeye bayılır, bütünü ile kendini verir, varlığını teslim eder. Gönül deyince, kendinden geçer. Kalbe büyük önem verdiği için hisli ve heyecanlıdır. His ve heyecanı daima akla ve mantığa tercih eder. Hislenince düşünmez olur, galeyana gelince en makul olan şeyi bile terk eder. Uzağı görmez, plân, program ve proje fikrine fazla değer vermez. Hesabı ve düzeni duygularına feda etmekten çekinmez, işin sonunu görmediği için bu durumun ilerde açacağı zararlar umurunda değildir.
“Bazı şahısların, mezheplerin ve fırkaların Kur’an’ı kendi görüşlerine göre te’vil etmeleri, yorumlamaları, sonra da şeriatı bu yorumdan ibaret görerek başka türlü yorumlayanlara kâfir ve sapık, en hafif tabir ile bid’atçı ve uydurma bir din taraftarı olarak suçlamaları, şeriat sahibinin maksadını ve güttüğü gayeyi gözetmeden yapmış oldukları te’villerden ileri gelmektedir.”
Zâhir itibariyle, âlemden evvel bir varlığın bulunduğuna delâlet eden bazı âyetlerin te’vili

Arz ve semâlar başka bir arza tebdil edildiği gün . (İbrakim, 14/48). Bu âyetin zahiri, bu varlıktan sonra ikinci bir varlığın mevcut olduğunu gerektirmektedir.

Nice fıkıh âlimi vardır ki, öğrenmiş olduğu fıkıh ilmi, takvasının az oluşuna ve dünyaya balıklamasına dalmasına sebep olmuştur.
Felsefi konuları inceleyenler arasında yolunu azıtan sapıklar ve yanlışlıklara düşen hatalı kişiler vardır.
_Vahyin veya vahye benzeyen ( ilham gibi) bir şeyin gelmesi hâli müstesna- bir kimse tabiatı itibariyle insanların en zekisi olsa bile, bu konuda başarılı olamaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir