İçeriğe geç

Din Üstüne Kitap Alıntıları – David Hume

David Hume kitaplarından Din Üstüne kitap alıntıları sizlerle…

Din Üstüne Kitap Alıntıları

Yaşamdan hoşnutsuz, ölümden korkarak.
Ben de diyorum ki, bizi tutan gizli zincir işte budur. Varo­luşumuzu sürdürüyorsak, özendirildiğimiz için değil, dehşetli korktuğumuz için.
“İnsanların söylediklerini dinleyin: Kendi dinsel inançları kadar kesin bir şey yoktur. Yaşamlarını inceleyin; bunlara en küçük bir inanç beslediklerini düşünemezsiniz bile.”
“Ona büsbütün yok olma düşüncesinin kendisini hiç mi rahatsız etmediğini sordum. Hiç de değil; Lucretius’­un gözlemlediği gibi, bir zamanlar hiç varolmadığım düşüncesinden fazla rahatsız etmiyor beni, diye cevap verdi.”
.
Felsefenin herhangi bir sorusu o kadar belirsiz ve belirsiz ki insan aklı onunla ilgili sabit bir belirlenime ulaşamaz; eğer tedavi edilmesi gerekiyorsa; bizi doğal olarak diyalog ve konuşma tarzına yönlendiriyor gibi görünüyor.

Görünmez, zeki bir güce inanma yolundaki evrensel eğilim, özgün bir güdü değilse bile, en azından insan doğasının hep yanı sıra geldiğine bakılırsa, kutsal işçinin yaratıcısına koyduğu bir tür işaret ya da vurduğu bir damga sayılabilir; ve hiç kuşkusuz, evrensel yaratıcının iz ya da mührünü taşımak üzere bütün öteki yaratılanlar arasından böylece seçilmiş olması kadar insanlığı onurlandıran hiçbir şey yoktur. Ama bir de dünyanın yaygın dinlerinde göründüğü haliyle bu imgeye bir bakın. Tanrı, yaptığımız tasvirlerinde nasıl çarptırılmıştır! Ona ne gelgeç hevesler, ne saçmalıklar, ne ahlaksızlıklar yakıştırılmıştır! Gündelik yaşamda akıllı ve erdemli bir insana doğal olarak atfedeceğimiz kişiliğin bile ne kadar altına indirilmiştir! Üstün varlığın bilgisine erişebilmek ve doğanın görünür işlerinden, öylesine yüksek bir ilke olarak onun ulu yaratıcısını çıkarsama yeteneğiyle donatılmış olmak, insan aklı için ne soylu bir ayrıcalıktır! Fakat bir de madalyonun tersini çevirin. Çoğu ulusları ve çoğu çağları araştırın. Uygulamada dünyaya egemen olan dinsel ilkeleri inceleyin. Bunların, hasta insanların rüyalarından başka bir şey olduğuna pek inanamazsınız; ya da belki, bunları, kendini akıllı sıfatıyla onurlandıran bir varlığın ciddi, kesin, dogmatik bildirimleri olmak yerine, daha çok insan kılığına girmiş maymunların saçma sapan oyunları sayarsınız. Lafa gelince, insanların söylediklerini dinleyin: Kendi dinsel inançları kadar kesin bir şey yoktur. Yaşamlarını inceleyin: Bunlara en küçük bir inanç beslediklerini düşünemezsiniz bile.
İyi ile kötü her yerde iç içe girmiş ve karışmıştır: Mutlulukla mutsuzluk, bilgelikle akılsızlık, erdemle fenalık da öyledir. Hiçbir şey katıksız ve tek parça halinde değildir. Bütün yararların yanı sıra sakıncalar da gelir. Varlığın ve varoluşun bütün durumlarında, çekilen acıları karşılayacak evrensel bir denkleştirici öğe vardır. En başını alıp giden hayallerimiz, tümüyle istenilir nitelikte bir durak ya da durum fikrini oluşturamaz. Bize azıcık ayrılan herhangi bir iyilik ne denli nefisse, onunla birlikte gelen kötülük de o denli keskindir; bu evrensel doğa yasasının pek az ayrığı bulunur. En diri akıl deliliğe komşudur; sevincin en yüksek belirimleri en derin hüzünler doğurur; insanı en çok kendinden geçiren zevklerin yanı sıra en zalim bitkinlikler ve tiksintiler gelir; en gönül okşayıcı umutlar en acı hayal kırıklıklarına yol açar. Ve genel olarak, her şeyde olabildiğince bir alaladelik ve bir çeşit duyarsızlık sağlayan ortacı ve ılımlı tutum kadar güvenli hiçbir yaşam yolu yoktur.
İnsanların ilk dini, başlıca, gelecek olaylar hakkında duyulan kaygılı bir korkudan kaynak almıştır. İnsanların herhangi bir türden kasvetli vesveseler içindeyken görünmeyen, bilinmeyen güçler üstüne doğal olarak ne gibi fikirler besleyecekleriyse kolaylıkla düşünülebilir. İster istemez her çeşit öç alma, sertlik, zulüm ve kötülük imgesi ortaya çıkacak ve bunlar, şaşırıp kalmış dindarı baskı altında tutan ürküntü ve dehşeti artıracaktır. Ürkü bir kez zihni sarınca da, etkin hayal gücü dehşetin kaynaklarını daha da çoğaltır; öte yandan, bizi çevreleyen o kopkoyu karanlık yahut daha kötüsü, o belli belirsiz ışıldayan ışık tanrısal heyulaları düşünülebilecek en korkunç görünümler altında gösterir. Ve bu dehşete düşmüş dincilerin kendi tanrılarına hiç yürekleri sızlamadan hemen yakıştırmayacakları hiçbir sapık kötülük fikri tasarlanamaz. Bu açıdan bakılınca, dinin doğal durumu işte böyle görünüyor. Fakat öte yandan, bütün dinlerde zorunlu olarak yer alan ve bu korkuların ta kendilerinin sonucu olan övgü ve pohpohlama havasını düşünürsek, buna tam karşıt bir dinbilim dizgesinin egemen olmasını beklememiz gerekir. Her erdem, her üstünlük tanrısal varlığa yapıştırılacak, onun sahip olduğu yetkinliklere erişmek için hiçbir abartma yeterli sayılmayacaktır. Aşırı övgü yolunda yeni ne bulunsa, herhangi bir kanıtlamaya yahut olguya bakmaksızın, hemen benimsenecektir: Tapınma ve ibadetimizin yöneldiği kutsal nesneler üstüne bize daha görkemli fikirler vermelerinin, bunları yeterince doğruladığı kabul edilir. Onun içindir ki, bu noktada, insan doğasının dini etkileyen ayrı ayrı ilkeleri arasında bir çeşit çelişki vardır. Doğal korkularımız, şeytanca ve kötü yürekli bir tanrısal varlık kavramı ortaya koyar: Yaltaklanma eğilimimizse, bizi üstün ve kutsal bir varlığı kabul etmeye götürür. Ve insan anlayışının farklı durumlarına göre, bu karşıt ilkelerin etkisi türlü türlüdür.
Her türlü boşinancın dogmatik, buyurucu niteliğine karşın, bütün çağlarda dindarların inanışlarının gerçek olmaktan çok yapmacık olduğunu ve yaşamımızın gündelik işlerinde bizi yöneten sağlamca inanma ve ikna olmaya birazcık olsun yaklaşmadığını gözlemleyebiliriz. İnsanlar bu gibi konularda besledikleri şüpheleri kendi kendilerine bile itirafa cesaret edemezler: Basmakalıp inançlarla yetinmeyi bir erdem sayar ve gerçekteki inançsızlıklarını en sunturlu yeminlerle, en kesin bağnazlıklarla kendi kendilerinden gizlerler. Fakat doğa onların bütün çabalarıyla üstesinden gelemeyecekleri kadar katıdır ve bu gölgeli alanlarda belli belirsiz parlayan ışığın, sağduyu ve deneyimin yarattığı güçlü izlenimlere denk olmasına izin vermez. İnsanların davranışlarının olağan akışı, söyledikleri sözleri yalanlar ve onların bu sorunlardaki tutumunun, inançsızlıkla inanma arasında (ama ilkine ötekinden daha yakın) açıklanamayacak bir işleyişi yansıttığını gösterir.
Biz bu dünyaya, her olayın gerçek kaynak ve nedenlerinin bizden bütünüyle gizlendiği büyük bir sahneye çıkarılır gibi yerleştirilmişizdir; bizi durmadan tehdit eden o kötülükleri önceden kestirmemize yetecek kadar bilgeliğimiz ya da bunları önleyecek gücümüz de yoktur. Yaşamla ölüm, sağlıkla hastalık, bollukla yokluk arasında sürekli olarak boşlukta asılı dururuz: Bunların insanlara dağıtılmaları gizli ve bilinmeyen nedenlerle olur, işleyişleri çoğu kez beklenmediktir ve hiçbir zaman açıklanamaz. Dolayısıyla, bu bilinmeyen nedenler umudumuzun ve korkumuzun hiç değişmeyen konusu olur; olayları merakla beklemek tutkuları sürekli bir uyarılmışlık durumunda tutarken, bir yandan da imgelem öylesine bağımlı bulunduğumuz o güçlere ilişkin fikirler oluşturmakla uğraşır.
Çünkü, bir bina gördü­ğümüz zaman, bundan bir mimarın olduğu çıkarımını yapmak geçerli bir andırışma kanıtıdır; ama bu, bizim benzer nitelikte
birçok deneyimiz olmasındandır. Bir dünyadan bir dünya yaratıcısını çıkarsamaksa geçerli değildir, çünkü bizim hiçbir dünya yaratılışı deneyimiz yoktur.
Pişmanlık, utanç, keder, hiddet, hayal kırıklığı, endişe, korku, melal, umutsuzluk: kim, bu işkencecilerin hain saldırılarına uğramadan yaşamını geçirmiş ?
İnsanın en büyük düşmanı insandır. Baskı, adaletsizlik, aşağılama, hakaret, şiddet, ayaklanma, savaş, iftira, ihanet, hile: işte bunlarla, karşılıklı olarak birbirlerine işkence ederler: öyle ki, ayrılmalarıdan daha büyük kötülükler doğacağı korkusu olmasaydı, kurdukları o toplumu çok geçmeden dağıtırlardı.
Kısacası, ne kadar az uygulasalar da, insanların bağlandıkları bütün erdemler güzeldir: bütün boş inançlarsa, her zaman iğrenç ve ağır yüklerdur
kurgusal bir biçimde akıl yürütenler, ilk gördükleri eğitimle içlerinde yerleştirilmiş olan ve bir ölçüde tutarlılık ve tekbiçimlilik bulunan bir kuramı doğal olarak onaylar ve benimserler.
Müslümanlık daha da kanlı ilkelerle işe girişmiştir; bugün bile bütün öteki dinlere ateşte yanmayı değilse de, lanetlenmeyi uygun görmektedir
İnsanların sığ anlayışları, tanrısal varlıklarını salt bir ruh ve yetkin bir zeka düşünmekle doyum bulamaz; ama duydukları doğal korku da, onları bu varlığı en küçük bir sınırlama getirmekten ya da etkinsizlik gölgesi düşürmekten alıkoyar.
Onları (Tanrıları), sevgi ve nefretle harekete geçen, armağan ve kurbanlarla etkilenen -tıpkı insanlar gibi- duygulu, zeki varlıklar diye gösterir. İşte, dinin kökeni budur: Dolayısıyla, putatapıcılığın ya da çoktanrıcılığın da kökeni budur.
Her çeşit boş inancın önder ve örnekleri kadınlardır.
İnsanlara uygun bir din duygusuna getirmek bakımından, acı çekmenin yararlarını sayıp dökmek, halka seslenen bütün din adamlarının en sık başvurdukları yöntemdir.
Varlıklı olmak zaten hakkımız diye kolayca kabul edilir, onun nedeni ya da yaratıcısı hakkında pek soru sorulmaz. Varlık, neşenin, etkinliğin, bütün toplumsal ve doğumsal hazların canlı bir biçimde tadına erişilmesini sağlar.
Ayda insan yüzleri, bulutlarda ordular görürüz; deney ve düşünce onları düzeltmezse, doğal bir yönü yönseme ile bizi üzen ya da sevindiren her şeye kötü yahut iyi niyet yakıştırırız.
Çok tanrıcılığı benimsemiş olan bütün uluslar da, ilk din fikirlerinin doğada olup bitenleri seyretmekten değil, yaşamın olayları ile ilgili bir kaygıdan ve insan zihnini işleten bitmek tükenmek bilmez umut ve korkulardan doğduğu sonucuna varabiliriz
Zihin, aşağı olandan üstün olana yavaş yavaş yükselir: yetkin olmayandan soyutlama ile bir yetkinlik ideası oluşturur: kendi yapısının soylu yanlarını kaba yanlarından yavaş yavaş ayrımlayarak, kendi tanrısal varlık tasarımına yalnızca bu soylu yanları aktarmayı öğrenir.
Cleanthes, en saçma bir iddia, nasıl da zeka ve buluş yeteneği olan bir adamın elinde doğru olabilirmiş havasına bürünebiliyor, diye karşılık verdi.
İnsanların, bütün varlıkları kendileri gibi düşünmek, her nesneye, yakından görüp bildikleri ve içlerinden duydukları nitelikleri yüklemek yolunda evrensel bir eğilimleri vardır. Ayda insan yüzleri, bulutlarda ordular görürüz
Tarihçi, Fakat her türlü insan yeteneğini aşan bu gibi konularda, ger­çek doğrudan ve olgudan son derece uzak düşerken, akıl yürüt­meleri güya görünüşte bir doğruluğa erişerek, en çok konu­şanların en az bilmeleri pekala olabilir diye eklemektedir.
İnsanlar arasında göksel onurlar kazanmanın yolları, artık ejderhaları öldürme, zalimlere boyun eğdirme, vatanımızı koruma yerine, kendini kırbaçlama ve oruç tutma, korkaklık ve alçakgönüllülük, miskince boyun eğme ve kölece söz dinleme olmuştur.
Bütün ürkütücü ve açıklanamaz biçimleriyle, inanılmaz tarihin ve mitolojik anlatıların yanı sıra, aynı ilkeler, doğal olarak güç, cesaret ya da anlayışça üstün olan ölümlüleri tanrılaştırır ve kahramanlara tapmayı ortaya koyar.
Fakat kendi yüreklerimizi yoklar ya da çevremizde olanları gözlemlersek, insanların sevindirici tutkulardan çok daha sık keder yüzünden dize geldiklerini görürüz.
Varılacak gerçek sonuç şudur ki, bütün şeylerin ilk kaynağı, bütün bu ilkelerden tümüyle ayrıdır ve nasıl soğuktan çok sıcağa yahut yaşlıktan çok kuruluğa ya da ağırlıktan çok hafifliğe önem vermiyorsa, kötülükten çok iyiliğe önem verdiği de yoktur.
Epikouros’un eski soruları hala yanıtlanmamıştır.

Kötülüğü önlemek istiyor da, gücü mü yetmiyor? O halde erksizdir. Gücü yetiyor da, istemiyor mu? O halde kötücüldür. Hem gücü yetiyor, hem canı istiyor mu? O halde kötülük nereden geliyor?

Bütün din sistemlerinin büyük ve aşılmaz engelleri olduğu teslim edilmektedir. Tartışmacılardan her biri, sırasıyla bir saldırı savaşı sürdürür ve hasmının saçmalıklarını, yabanıllıklarını ve zararlı inançlarını açığa vurmakla zafer kazanır. Fakat bütünüyle bakıldığında hepsi, kendilerine bu konularda hiçbir sisteme sarılmamak gerektiğini söyleyen skeptik için tam bir zafer hazırlarlar; bunun sebebi de apaçıktır: herhangi bir konuda hiçbir zaman bir saçmalığa razı olunmamalıdır. Burada, akla uygun olarak başvurabileceğimiz tek yol, yargıyı tümüyle askıya almaktır. Dinbilimciler arasında genellikle gözlemlendiği gibi her saldırıda başarıya ulaşılıyor ve hiçbir savunma başarılı olamıyorsa: bütün insanlık önünde, her zaman, hiçbir durumda savunmak zorunda olmadığı herhangi belirli bir yeri ya da oturduğu kenti olmayan bir kimsenin zaferi -onun zaferi- ne kadar eksiksiz olmak gerekir?
Nedenleri açısından, hiçbir şey görünüşte düşünce kadar duygun(duyarlı) değildir. Ve bu nedenler, iki kişide hiçbir zaman aynı biçimde etki göstermedikleri için, biribirlerinin tam aynı düşünen iki kişiyi hiçbir zaman bulamayız. Hatta aynı bir kimse de, herhangi iki ayrı zamanda tam aynı biçimde düşünmez.
Lafa gelince, insanların söylediklerini dinleyin: kendi dinsel inançları kadar kesin bir şey yoktur. Yaşamlarını inceleyin:
bunlara en küçük bir inan beslediklerini düşünemezsiniz bile.
Tanrısal varlığı için yaptığı sözel tanım ne denli ince olursa olsun, her dinde, müminlerin birçoğunun, belki de çoğunluğunun, hala, tanrının kayrasını(iyilik, lütuf) erdem ve iyi ahlak göstererek değil -oysa yetkin bir varlığın gözünde yalnızca bunlar makbul olurdu- ya saçmasapan gözetmenlerle, ölçüsüz çabalarla, coşkun vecdlerle ya da gizemli ve anlamsız görüşlere bel bağlamakla sağlamaya çalıştığı kesindir.
Fakat insanlar tanrısal varlık üstüne fikirlerini daha da yüceltirlerken, yetkinleştirilen, tanrının gücü ve bilgisi hakkındaki tasarımlarıdır -yoksa, iyicilliği hakkındaki tasarımları değildir. Tam tersine, bilgisinin ve yetkesinin varsayılan genişliğiyle orantılı olarak, ondan duydukları dehşet de doğallıkla artar; hiçbir gizlenmenin kendilerini tanrının gözünden saklayamayacağına, gönüllerinin en içinde bile olanları, tanrının ayan beyan göreceğine inanırlar. Bu durumda, açıkça, herhangi bir suçlama ve kınama duygusu oluşturmamaya dikkat etmelidirler. Yalnızca alkışlamalı, vecd ve coşku duymalıdırlar. Karamsar korkularıyla, tanrıya öyle hareketler yakıştırırlar ki, bunları bir insanın yapması büyük bir suç olurdu- yine de, ona yönelişlerinde bu hareketleri övgü ve hayranlıkla anmaktan geri durmamaları gerektiğini düşünürler. Dolayısıyla, yaygın dinlerin sıradan inançlılarının anlayışlarına bakarak, gerçekte bir tür cincilik olduğu güvenle söylenebilir; tanrısal varlık güç ve bilgice yüceltildiği oranda, gözleri kamaşmış hayranları ona ne türlü övgüler bulup söyleseler de, iyilik ve iyicillikte doğal
olarak daha aşağılara indirilmektedir.
İnsan doğasının dini etkileyen ayrı ayrı ilkeleri arasında bir çeşit çelişki vardır. Doğal korkularımız, şeytanca ve kötü yürekli bir tanrısal varlık kavramı ortaya koyar: yaltaklanma eğilimimizse, bizi üstün ve kutsal bir varlığı kabul etmeye götürür. Ve insan anlayışının farklı durumlarına göre, bu karşıt ilkelerin etkisi türlü türlüdür.
Her türlü boşinancın dogmatik, buyurucu niteliğine karşın, bütün çağlarda dindarların inanışlarının gerçek olmaktan çok yapmacık olduğunu ve yaşamımızın gündelik işlerinde bizi yöneten sağlamca inanma ve ikna olmaya birazcık olsun yaklaşmadığını gözlemleyebiliriz. İnsanlar bu gibi konularda besledikleri şüpheleri kendi kendilerine bile itirafa cesaret edemezler: basmakalıp inançlarla yetinmeyi bir erdem sayar ve gerçekteki inançsızlıklarını, en sunturlu yeminlerle, en kesin bağnazlıklarla kendi kendilerinden gizlerler.
Herhangi bir yaygın sistemin doğruluğunu kanıtlamak için, öteki sistemlerin saçmalıklarını serimlemekten başka bir şey gerekmeseydi, türlü türlü boş inançlar besleyenlerden her birinin, yolunda eğitildiği ilkelere körü körüne ve bağnazca bağlanması için bir yeter-sebep gösterebileceğini, dışarıdan bakan herkes kolaylıkla anlar (ama ne yazık ki, dışarıdan bakanlar çok azdır). Fakat bu güvenci dayandıracak öylesine geniş bir bilgi bulunmayınca (hatta belki, bulunmayınca daha iyidir), insanlar arasında yeterince dinsel gayret ve inanç hiç eksik olmaz.
Lahanayı mı, salatalığı mı yeğlemek için birbirinizin gırtlağını kesmeniz delilik değil mi? Evet, diyor pagan: Bunu kabul ederim, ama siz de, on bin tanesi bir araya gelse, bir lahananın ya da salatalığın değerine varmayan safsata ciltlerini birbirine yeğlemek için döğüşenlerin daha deli olduklarını itiraf edersiniz.
( )Fakat bu öğretilere biz öylesine alışmışız ki, hiç hayret etmiyoruz: ne var ki, gelecek bir çağda, bazı ulusları, herhangi bir insanın, iki ayaklı bir yaratığın bu gibi ilkelere bağlanabildiğine inandırmak herhalde güç olacaktır.
Tanrının birliğine inanan hemen bütün dinlerin hoşgörüsüzlüğü, çoktanrıcıların karşıt ilkesi kadar belirgindir. Yahudilerin uzlaşmaz dar kafasını herkes bilir. Müslümanlık daha da kanlı ilkelerle işe girişmiştir; bugün bile, bütün öteki dinlere ateşte yanmayı değilse de, lanetlenmeyi uygun görmektedir.
Tek bir dinsel bağlanma konusu kabul edilmekle, öteki tanrısal varlıklara tapmak saçma ve dinsizce bir şey sayılır. Dahası, bu konu birliğinin bir inanç ve tören birliği gerektirmesi ve düzenci kişilerin eline, düşmanlarını dinin dışına düşmüş, hem tanrının hem insanın gazabını hak etmiş diye gösterme bahanesi vermesi doğal görünüyor. Çünkü, her mezhep kendi inanç ve tapmasının tanrısal varlığa tümüyle kabul edilir gözüktüğünden kesinlikle emin olduğuna ve aynı bir varlığın ayrı ve karşıt ayin ve ilkelerle memnun edilebileceği düşünülemeyeceğine göre; çeşitli mezhepler doğal olarak birbirleriyle düşmanlığa düşer ve karşılıklı olarak bütün insan tutkularının en öfkelisi ve yatıştırılmazı olan o kutsal ateş ve kini kusarlar.
Sıradan kişiler, hatta pek azı dışında bütün insanlar, bilisiz ve eğitim görmemiş olduklarından, hiçbir zaman doğanın her parçasına düzen getiren üstün bir zihni ya da özgün bir tanrısal takdiri keşfedecek kadar gökleri derinliğine düşünemez, bitki ve hayvan vücutlarının gizli yapısına eremezler. Bu hayranlık uyandırıcı yapıtları daha dar ve bencil bir gözle görürler; kendi mutluluk ve mutsuzluklarının dış varlıkların gizli etkisine ve önceden kestirilmeyen uygunluğuna bağlı olduğunu anlayınca da, güçlü ama sessiz işleyişleriyle bütün bu doğal olayları yöneten ve haz ya da acıyı, iyi ya da kötüyü dağıtan bilinmeyen nedenlere aralıksız bir dikkatle bakarlar. Hala, her sıkışıldığında bilinmeyen nedenlere başvurulmaktadır; insan umut ve korkularının, istek ve endişelerinin hiç değişmeyen konuları da, işte bu genel görünüm ya da karışmış görüntüdedir. İnsanların hiç durmadan bu konulara yönelen ve bunları böyle soyut olarak algılamaktan tedirgin olan etkin imgelemi, giderek, onları daha belirli kılmaya ve kendi doğal kavrayışlarına daha uygun biçimlere büründürmeye başlar. Onları, sevgi ve nefretle harekete geçen, armağan ve kurbanlarla etkilenen -tıpkı insanlar gibi- duygulu, zeki varlıklar diye gösterir. İşte, dinin kökeni budur.
Sıradan kişilerin onaylayışlarının yalnızca sözel kaldığını ve görünüşte Tanrı’ya yakıştırdıkları yüce nitelikleri kavrayacak yetenekte olmadıklarını gözlemleyebiliriz. Şatafatlı dillerine karşın, onun üstüne gerçek fikirleri, hala her zamanki kadar zavallı ve saçma sapandır:
– (…) Umuda ve neşeye meyletmek gerçek servetse, korkuya ve acıya meyletmek gerçek yoksulluktur
Varlıklı dönemlerinde onlara tanrısal lütfu unutturan güven ve duyumsallıklarını bastırarak, insanları uygun bir din duygusuna getirmek bakımından, acı çekmenin yararlarını sayıp dökmek, halka seslenen bütün din adamlarının en sık başvurdukları yöntemdir.
Gözlerimizi yukarılara dikip de, hemen her zaman yapıldığı gibi, tanrısal varlığa insan tutkularını ve kusurlarını yükleyerek, onu kıskanç ve öç alıcı, gelgeç hevesli ve yan tutucu kısacası üstün güç ve yetkesi dışında her bakımdan kötü ve akılsız bir insan diye gösterince, daha az saçmalamış olmayız. O halde, insanlığın nedenler konusunda böylesine mutlak bir bilisizlik içinde olduğuna, aynı zamanda da gelecekteki kaderiyle ilişkili olarak böylesine kaygı duyduğuna göre, duygu ve zekaya sahip, görünmez güçlere hemen bağlılığını açıklamasına şaşmamak gerekir.
İnsanların, bütün varlıkları kendileri gibi düşünmek, her nesneye, yakından görüp bildikleri ve içlerinden duydukları nitelikleri yüklemek yolunda evrensel bir eğilimleri vardır. Ayda insan yüzleri, bulutlarda ordular görürüz; deney ve düşünce onları düzeltmezse, doğal bir yönsemeyle, bizi üzen ya da sevindiren her şeye kötü yahut iyi niyet yakıştırırız.
Barbar, hatta kimi zaman uygar uluslar arasında, keyfi hükümdarlara karşı artık her övgü yolu tüketilince, her insan niteliği en sonuna değin alkışlanınca, köle ruhlu saraylıların onları gerçek tanrısal varlıklar diye benimsediklerini ve halka tapınılacak putlar gibi gösterdiklerini sık sık görürüz. Onun için, önce yalnız yaşamdaki belirli iyiliklerin ve kötülüklerin dolaysız yaratıcısı sayılan sınırlı bir tanrısal varlığın, sonunda, evrenin egemen yapıcısı ve değiştiricisi olarak gösterilmesi, bundan ne kadar daha doğal, değil mi?
Birçok dinsel uygulamalar görünüşte coşkunlukla yapılır, oysa yürek o sırada soğuk ve ilgisizdir: yavaş yavaş duygularını gizleme alışkanlığı edinilir; sahtecilik ve yalancılık ağır basan ilke olur. Dinde en büyük coşkunlukla en derin ikiyüzlülüğün tutarsız olmak şöyle dursun, çoğu kez ya da genellikle aynı kişide bir­leşmiş bulundukları yolundaki o genel gözlemin sebebi, işte budur.
Herkesin öylesine nefret ettiği durmadan çalışmak ve yoksulluk çekmek, büyük çoğunluğun kesin yazgısıdır; rahatlık ve zenginlik içinde yaşayan ayrıcalıklı o birkaç kişi de hiçbir zaman tam doyuma ya da gerçek mutlu­luğa erişemezler. Yaşamın bütün iyilikleri biraraya gelseler çok mutlu bir insan meydana getiremezler: fakat bütün kötülük­lerin biraraya gelmesi, gerçekten bir zavallı ortaya çıkarır
İnsanın en bü­yük düşmanı insandır. Baskı, adaletsizlik, aşağılama, hakaret, şiddet, ayaklanma, savaş, iftira, ihanet, hile: işte bunlarla, kar­şılıklı olarak biribirlerine işkence ederler: öyle ki, ayrılmala­rından daha büyük kötülükler doğacağı korkusu olmasaydı, kurdukları o toplumu çok geçmeden dağıtırlardı.
herhangi bir kimseyi doğru bir din duygusuna getirmenin en iyi, hatta tek yöntemi, insanların çaresizliğini ve kötülüğünü, hakkını vererek anlat­maktadır. Bu amaç için de, akılyürütme ve kanıtlamadan çok, bir güzel konuşma ve içe işleyen, çarpıcı sözler bulma yeteneği gereklidir.
Neyin varolduğunu düşünebilirsek, onun varolmadığını da düşünebiliriz. Onun içindir ki, varolmayışı bir çelişki içeren hiçbir varlık yoktur. Dolayısıyla varolduğu belitlenebilecek hiçbir varlık yoktur.
Kendilerini dünyanın yaratıcısı olan yetkin bir varlık kavramıyla sınırlarlarken, onları bu kav­rama aklın değil -zaten geniş ölçüde bundan yoksundurlar­ yaltaklanma ve en bayağı boşinançlı korkuların götürmesine karşın, bir rastlantıyla aklın ve doğru felsefenin ilkelerine denk düşerler.
dün­yanın yaygın dinlerinde göründüğü haliyle bu imgeye bir ba­kın.Tanrı, yaptığımız tasvirlerinde nasıl çarpıtılmıştır! Ona ne gelgeç hevesler, ne saçmalıklar, ne ahlaksızlıklar yakıştırılmış­tır! Gündelik yaşamda akıllı ve erdemli bir insana doğal olarak atfedeceğimiz kişiliğin bile ne kadar altına indirilmiştir!
Lord Bacon, Felsefe­nin birazı, der, insanları dinsiz yapar; çoğuysa onları dine döndürür.
Biz bu dünyaya, her olayın gerçek kaynak ve nedenlerinin bizden bütünüyle gizlendiği büyük bir sahneye çıkarılır gibi yerleştirilmişizdir; bizi durmadan tehdit eden o kötülükleri önceden kestirmemize yetecek kadar bilgeliğimiz ya da bunları önleyecek gücümüz de yoktur. Yaşamla ölüm, sağlıkla hastalık, bollukla yokluk arasında sürekli olarak boşlukta asılı dururuz: bunların insanlara dağıtılmaları gizli ve bilinmeyen nedenlerle olur, işleyişleri çoğu kez beklenmediktir ve hiçbir zaman açık­lanamaz. Dolayısıyla, bu bilinmeyen nedenler umudumuzun ve korkumuzun hiç değişmeyen konusu olur; olayları merakla beklemek tutkuları sürekli bir uyarılmışlık durumunda tutar­ken, bir yandanda imgelem öylesine bağımlı bulunduğumuz o güçlere ilişkin fikirler oluşturmakla uğraşır.
En canice ve en teh­likeli girişimlere atılanlar, çoğucası en boşinançlı kişilerdir. Sofuluk­ları ve inançları, korkuları oranında artar.
..suçlar işlendikten sonra, ar­dından pişmanlıklar ve için için dehşet duyguları gelir; bunlar zihne rahat-huzur bırakmaz, onu kabahatlerinin kefareti olarak dinsel ayin ve törenlere başvurmaya zorlar. İç yapıyı zayıflatan ya da onun düzenini bozan her şey, boşinançların yararına ça­lışır: bizi ya kötü sonuçlu, üzücü rastlantılardan koruyan ya da bize onlara dayanmayı öğreten yiğitçe, kararlı bir erdem kadar boşinançlar için yıkıcı bir şey yoktur.
Brasidas bir sıçan tutmuş, ama hayvan onu ısırınca, gitsin diye bırakmış ve şöyle demiş: Ne denli aşağılık olursa olsun, kendini koruyacak kadar yüreği olan kurtulmaya layıktır. Bellarmine pi­relerin ve başka iğrenç haşerelerin kendisini yemesine, sabırla ve alçakgönüllülükle göz yumarmış. Bizim çektiğimiz acıları ödüllendirecek cennetimiz var, dermiş, ama o zavallı yaratıkların, bu yaşamın tadını çıkarmaktan başka hiçbir şeyleri yok. Bir Yunanlı kahramanla bir Katolik ermişin kuralları arasında, işte bu kadar büyük bir ayrılık vardır.
sıra­dan kişilerin onaylayışlarının yalnızca sözel kaldığını ve gö­rünüşte Tanrı’ya yakıştırdıkları yüce nitelikleri kavrayacak ye­tenekte olmadıklarını gözlemleyebiliriz. Şatafatlı dillerine kar­şın, onun üstüne gerçek fikirleri, hala her zamanki kadar zavallı ve saçma sapandır.
Bilimsel bir konuda, ancak bir tek doğru cevap olabileceğini söyleriz; oysa inançların akla yakınlığı ya da uygunluğu üstüne anlaşmazlıklar, her bir durum, her bir ilişki bilindikten sonra bile çözülmez görün­mektedir. Savlaşma ve tartışma, sebeplerimizin iyi mi kötü mü, inandırıcı mı aldatıcı mı olduğunu ortaya koymamıza elbette yardım edebilir. Fakat sözde bilimsel cevaplarla yetinmeyi ve bunların bize din hakkında bilmek istediğimiz her şeyi söyle­diğini varsaymayı pek severiz.
Dur durak bilmeden bize eziyet eden, o korkuları kefaretle
denkleştirmenin ve yatıştırmanın birtakım yolları olduğunu din
bize gösteremeseydi, yaşamın sayısız belaları arasında sarılacak
neyimiz olurdu?
Boş inançlı bir insan, bütün bunlarda, tanrısı için gereğince
yaptığı ya da kendisine tanrısal kayra ve korumayı özellikle
hak ettirebilen herhangi bir şey görmez. Tanrıya hizmet etmenin
en doğru yönteminin onun yarattıklarının mutluluğunu sağlamak olduğunu aklına getirmez.
yaşamın bütün iyilikleri bir araya gelse çok mutlu bir insan meydana getiremez, fakat bütün kötülüklerin bir araya gelmesi, gerçekten bir zavallı ortaya çıkarır.
Kötülüğü önlemek istiyor da, gücü mü yetmiyor? O halde erksizdir. Gücü yetiyor da, istemiyor mu? O halde kötücüldür. Hem gücü yetiyor hem canı istiyor mu? O halde kötülük nereden geliyor?
Neyin var olduğunu düşünebilirsek, onun var olmadığını da düşünebiliriz.
Lafa gelince, insanların söylediklerini dinleyin: Kendi dinsel inançları kadar kesin bir şey yoktur. Yaşamlarını inceleyin: Bunlara en küçük bir inanç beslediklerini düşünemezsiniz bile.
( ) bütün dinbilimleri de, felsefi kanıtlama ve çatışmalardan çok, geleneksel öykülerden ve boşinançlı uygulamalardan meydana gelmektedir.
Bir tek insanın bir tiran tarafından yasasız olarak öldürülmesi salgın, kıtlık ya da (insanlar arasında) ayrım gözetmeyen herhangi bir felaket sonucu bin kişinin ölümünden daha kötüdür.
Çünkü her mezhep kendi inanç ve tapmasının tanrısal varlığa tümüyle kabul edilir gözüktüğünden kesinlikle emin olduğuna ve aynı bir varlığın ayrı ve karşıt ayin ve ilkelerle memnun edilebileceği düşünülemeyeceğine göre; çeşitli mezhepler doğal olarak birbirleriyle düşmanlığa düşer ve karşılıklı olarak bütün insan tutkularının en öfkelisi ve yatıştırılmazı olan o kutsal ateş ve kini kusarlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir