İçeriğe geç

Dilin Tarihi Kitap Alıntıları – Steven Roger Fischer

Steven Roger Fischer kitaplarından Dilin Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Dilin Tarihi Kitap Alıntıları

Bir canlının kendi türünden bir başka canlıyla üreme amacıyla iletişim kurma ihtiyacı milyonlarca yıl kesintisiz olarak devam etmiş, ‘dil’ bu evrimsel süreçle doğmuştur.
Shakespeare, Kral Lear adlı oyununda (1606), Soytarı’nın ağzından mizahın en derin amacını açıklar: Yaşamın en çirkin gerçeklerinin etkisini azaltmak.
Bir Ursprache, yani tek bir ‘köken dil’ hiçbir zaman olmamıştır.
Birçok uzman, Homo sapiens’in Afrika kökenli olduğuna inanır. Afrika göç teorisi modern insanların başka bir yerden daha çok Afrika’da yaşadığını gösteren mitokondriyal DNA -yalnızca dişilerden geçebilecek genetik maddeler- kanıtına dayanır.

Bununla birlikte, modern insanların çeşitli bölgelerde Homo erectus öncüllerinden evrimleştiğini savunan çok-bölgelilik teorisi adı verilen bir rakip teori de vardır: Mesela, Avustralya yerlileri, özgül erectus özelliklerini korumuşlardır. Bu ikinci teoriyi kabul edenler, ilk topluluklar arasında sürekli bir gen değişimi olduğuna inanırlar.

Söz konusu uzmanlar, Afrika’dan Göç Teorisi nin dişi-temelli mitokondriyal DNA kanıtlarının yeterli olmadığını öne sürerler. Onlara göre, binyıllar boyunca gezen, alışveriş yapan ve besin sağlayan erkek rolünün ne kadar önemli olduğu göz ardı edilerek bu kanıtlar kullanılamaz. Ama insan toplulukları arasında mtDNA’nın Y erkek kromozomu ile yapılan en son dağlımsal karşılaştırılması, tarih boyunca kadınların erkeklerden sekiz kat daha fazla göç ettiğini ortaya koymuştur.

300.000 yıldan uzun bir zaman önce, daha karmaşık düşünce süreçlerinin muhtemelen ancak daha karmaşık cümlelerle mümkün kılındığı kabul edilebilir.
Bununla birlikte, tüm uzmanlar homindlerde dil kontrolü ile el kontrolünün yakından bağlantılı beyinsel işlevler oldukları konusunda görüş birliği içindedirler. Jestler insan konuşmasının öylesine ayrılmaz bir parçasıdır ki, dil yetisinin temelini oluşturan beyinsel süreci kolaylaştırmaktadır. Jestler, yalnızca muhatabı bilgilendirmekle kalmaz, aynı zamanda konuşmacının düşünmesini de sağlar. Jest dili, henüz açıklığa kavuşturulmamış birtakım yollarla, insanın sözlü dilinin çok erken bir tarihte gelişimine katkıda bulunmuş olabilir.
Zihinsel açıdan birlikte olanlar, sözdizimsel açıdan da birlikte kümelenirler.
Yalnızca üç ünlüye sahip olan dillerin istisnasız hepsinde [i], [a] ve [u] ünlülerinin bulunduğu hesaba katılmalıdır. Bu noktada ‘Neden?’ sorusu sorulmalıdır. Buna cevap, bu üç ünlünün akustik açıdan azami derecede uzak noktaya ulaşabilen sesler olmasıdır. Diğer ünlüler, bu ünlü dağılımının dinamik rolüne göre bu üç ana ünlü arasında düzenli bir şekilde konumlandırılır.
İnsan dilinin tarihi aynı zamanda insan beyninin ve bilişsel yetilerinin de tarihidir; bu iki tarih iç içedir. Kökleri çok eskilere dayanan bir öyküdür bu.
Bir canlının kendi türünden bir başka canlıyla üreme amacıyla iletişim kurma ihtiyacı milyonlarca yıl kesintisiz olarak devam etmiş, giderek karmaşıklaşan iletişim yöntemlerini ortaya çıkarmıştır. En geniş anlamıyla ‘dil’ bu evrimsel süreçle doğmuştur.
Diller her zaman o dilleri konuşan topluluklar kadar, hatta belki de daha fazla yok edilmişlerdir, çünkü insanlar kendi hayatlarını vermektense dillerini bırakmayı tercih etmişlerdir. Avrupa birbiri ardına pek çok dil dalgasına maruz kalsa da, Avrupalıların genetik profili 50.000 yıl boyunca neredeyse hiç değişmemiştir.
Dünyanın bilinen ilk dilbilim çalışmaları M. Ö. yaklaşık 800 ile 150 yılları arasında, eski Vedalar döneminin sözlü edebiyatını korumak amacıyla Hindistan’da yapılmıştır.
Koreliler, 15. yüzyılda Batı alfabeleri ile karşılaşır karşılaşmaz, önce 28, daha sonra 25 harfe sahip Hangul adı verilen Kore alfabesini oluşturdular. Japon yazısının aksine, Hangul’un dünyanın en basit yazısı olduğu iddia edilmektedir.
Mandarin Çincesi, yeryüzünde en fazla insan tarafından ana dili olarak konuşulan dildir.
Konuşma yazıyı etkilediği kadar, yazı da konuşmayı etkilemiştir; eski mektuplar okununca bu durum daha iyi anlaşılmaktadır. Okuma-yazma, sözlü dil üzerinde her zaman derin bir etkide bulunmuştur. Okuma-yazma bilen, eğitimli insanlar genellikle kendi toplumlarının liderleri konumundadırlar. Bu kişiler, konuşmalarını resmi, yazılı dile uydurma alışkanlığı taşırlar, daha sonra toplumun diğer üyeleri de onları taklit eder. Konuşmanın ‘işaretleri’ başlangıcından itibaren aynı zamanda konuşmanın da modeli olmuştur.
‘İlkel bir dil’ olmadığı gibi, ‘ilkel bir yazı’ da yoktur. Her yazı, belirli bir süre içerisinde kendisine yüklenen işlevleri yeterli bir şekilde yerine getirir. Eğer bir yazıda ‘ilkel’ özellikler görüyorsak, o zaman bir zaman perspektifinden yargılıyoruz demektir.
Son genetik çözümlemeler, yüzyıllar ve binyıllar boyunca genellikle insan kitlelerinin değil, dillerin birbirinin yerini aldığını ortaya koymaktadır. Yani, belli bir bölgenin nispeten istikrarlı insan nüfusları yeni dilleri kolayca özümsemektedir. Örneğin Britanya Adaları ve İrlanda Keltler tarafından istila edilince, orada yaşayan pre-Keltler, bu Hint-Avrupalı istilacıların azınlık dillerini benimsediler. Onların soyundan gelenler, asırlar sonra, benzer biçimde istilacı Batı Germenlerin (‘Anglo-Saksonlar’) azınlık dilini benimsediler. Buna karşılık Britanyalıların ve İrlandalIların genetik profili pek değişmemiştir. Bu olgu yeryüzünde pek çok kez meydana gelmiştir.

Tarih boyunca toplumlar elbise değiştirir gibi dil giymişlerdir. Dilsel başkalaşım daima iz bırakmadan yaşanmıştır – ta ki yazı ortaya çıkana kadar.

Dil arıtımcılarının hatası, başka bir dilden unsurlar almanın bir dilin en büyük gücü olduğunun farkına varamamalarıdır.
Önceleri küçük bir köy olan Roma’nın yerel lehçesi Latince, zamanla tarihin en görkemli dillerinden biri haline geldi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Afrika’nın Bantu dilleri ve Pasifik’in Polinezya dilleri gibi, dünya dillerinin çoğunun yazılı bir şeceresi yoktur.
Dilsel başkalaşım daima iz bırakmadan yaşanmıştır- ta ki yazı ortaya çıkana kadar.
Bugün bildiğimiz anlamıyla insan toplumu, yazı olmadan varlığını sürdüremez.
Bu kitaptaki yazı dahil bütün Doğu ve Batı Avrupa alfabeleri kaynağını Yunan alfabesinden almıştır.
Japonca’nın, Korece ile birlikte, çok spekülatif bir kurgu olan Ural-Altay dil ailesine mensup olduğu zaman zaman ileri sürülür. Fakat bu iddia inandırıcı kanıttan yoksundur.
Mandarin Çincesi, yeryüzünde en fazla insan tarafından ana dil olarak konuşulan dildir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Neandertal’lerin sürekli olarak, beyin gücünden çok kas gücünü tercih ettikleri anlaşılmaktadır.
Hipotetik bir “Sümer, Ural-Altay ve Macar üst ailesi” ile ilgili son zamanlarda ortaya atılan iddialar, dilbilimcilerin büyük çoğunluğu tarafından kabul görmemektedir.
İnsanın genetik yapısı şempanzeninkiyle %99 oranında ortaktır. Hatta bonobolarda bu oran daha da yüksektir.
Büyük maymun atalarımız, yeterli derecede bilgi aktarımı sağlayan çeşitli iletişimsel ifade tarzları için gereken nöral yollara belli ki sahiptiler.
Dil en basit tanımıyla ‘bilgi alışveriş aracı’ demektir.
Dil, sayısız biçimiyle yüz milyonlarca yıllık evrim süreciyle oluştu.
İnsanı başka canlılardan farklı kılan nedir? Biz artık alet yapan türler olarak tanımlanamayız. Artık dil üzerinde imtiyaz sahibi olmadığımız da anlaşılıyor. Belki de insanlar, ‘daha incelikli bir iletişimi geliştiren ve böylece kendilerine benzersiz yararlar sağlayan hayvanlardır.
Yunanlar, Doğu Akdeniz’in ünsüz harflere dayalı alfabesine ünlü harfleri eklediler, böylece yepyeni bir yazı türü yarattılar. Grek alfabetik yazısı, o zamandan beri (yaklaşık 3000 yıldır) dış görünüş dışında esas itibariyle aynı kalmıştır.
Kim olduğu bilinmeyen bir Sümer, yaklaşık 4000 yıl önce bir tabletin üzerine ”Eli ağzına uygun hareket eden katip, gerçek katiptir ” diye yazmıştır. Aslında bu söz yazının özünün ne olduğunu ortaya koymaktadır. Yazı, sessiz resimlerin tedrici evrimiyle oluşmamıştır. İnsan konuşmasının görsel ifadesi olarak birden doğmuş ve bu niteliğini günümüze kadar da korumuştur.
Bütün diller değişir, ama güçlü toplumların dilleri gelişip yaygınlaşır, zayıf toplumların dilleri ise yok olur.
İnsan dilinin tarihi aynı zamanda insan beyninin ve bilişsel yetilerinin de tarihidir.
Dil kavramının kendisi insan merkezlidir.
Eli ağzına uygun hareket eden katip, gerçek katiptir.
Ama insan beyninin yalnızca konuşma ile bağlantılı olarak gelişmiş olabileceği tezinin doğru olması ihtimali zayıftır.
Belki de insanlar, ‘daha nicelikli bir iletişim’i geliştiren ve böylece kendilerine benzersiz yararlar sağlayan hayvanlardır.
En evrensel anlamıyla dil, canlılar dünyasının ilişki ağıdır. Dilin sınırlarını belirleyen ise aslında insanların tanımlarıdır.
Siyaseten doğruluk her şeyden önce dilsel bir ilkedir. Eğer bir kişi iktidar sahibi olanların dilini konuşmazsa, zarar görür.
Kabul edilmiş ulusal bir dil doğal olarak içinde bir ‘üstün lehçe’ fikrini de taşır, çünkü genellikle bu lehçeyi konuşmayanlar daha fakir ve daha güçsüzken, konuşanlar en zengin ve güçlü kesimdirler.
Dilbilim, insanın kendini gerçekleştirmesinde bir adımdır.

Leonard Bloomfield

1) Fonolojik değişim ya da sistematik ses değişimi
2) Morfolojik değişim, örneğin bizim bugün ‘goes’ ve ‘did’ kullandığımız bağlamlarda 400 yıl önce Shakespeare ‘goeth’ ve ‘didst’ kullanırdı.
3) Sözdizimsel değişim
4) Semantik değişim, bir sözcüğün yaygın olarak kabul edilen anlamını değiştirir.
Diller her zaman o dilleri konuşan topluluklar kadar, hatta belki de daha fazla yok edilmişlerdir, çünkü insanlar kendi hayatlarını vermektense dillerini bırakmayı tercih etmişlerdir. [ ] Tarih boyunca hep böyle oldu, bugün böyle oluyor ve yeryüzünde tek bir dilin hakimiyeti oluşana kadar da tüm dillerin gidişatını bu süreç belirleyecektir. Şu anda yüzlerce küçük dilin yerini, Endonezya’nın Bahasa dili, Mandarin Çincesi, İngilizce, İspanyolca ve çok az sayıda başka dil alıyor. Gelecek yüzyıllarda, dünyada geçmişte görülen muazzam dil çeşitliliği kesinlikle görülmeyecek.
Tarihte bir dış kaynak olmaksızın yazı sistemi geliştirmiş olanlar, muhtemelen yalnızca Afro-Asya halklarıdır. Dünyanın diğer bütün bölgelerinde, yazı, başka bir kültürden alınmış, saygınlık ve iktidar sağlayan bir unsur olarak, rahiplerin ve propagandacıların çıkarlarına hizmet etmiştir. Yazı, yalnızca Mısır’dan İndus Vadisi’ne kadar uzanan topraklarda günlük ihtiyaçlardan, yani hesap ve kitap tutma ihtiyacından doğmuştur.
1) afro-asya (mısır ve sümer yazısı)
2) çin ya da asya yazısı
3) mezoamerika yazısı
Modern antropolojinin kurucularından Darwin’ci bir bilim adamı, toplumun barbarlıktan uygarlığa, önce ve en başta okuma-yazma becerisi sayesinde geçtiğini ileri sürmüştür.
Alfabe Doğu Akdeniz’de bulunmuş ve Yunanistan’da gelişimi tamamlanmıştır.
Türk dilleri, Orta Asya’da yalnızca yaklaşık 4000 yıl önce ya da biraz daha eski bir tarihte ortaya çıktı.
Yaklaşık bir milyon yıl önce, Homo erectus’ların kullandığı ilkel insan dili, denizi geçmek gibi işbirliğiyle yapılan büyük projeleri için bir tür sosyal planlama ve örgütlenmeyi mümkün kılıyordu.
Bizimki de dahil olmak üzere tüm hominidlerin sosyal sisteminin temeli gerçekten de maymun sosyal sistemi olabilir, fakat yalnızca insan türü, sözlü dili geliştirmiş ve neredeyse tamamen bu dile dayalı bir kültür oluşturmuştur.
En evrensel anlamıyla dil, canlılar dünyasının ilişki ağıdır. Dilin sınırlarını belirleyen ise aslında insanların tanımlarıdır.
Toplumlar ayrıca, bir toplumun olgunlaşmaya doğru son derece yavaş ilerlemesini yansıtan yeniden değerlendirme sonucunda da söz dağarcıklarını değiştirirler. ( ) ‘Fairy’ (ibne), ‘queer’ (puşt), ‘cohabitation’ (cinsel birleşme), ‘concubine’ (metres) ve 1960’ların ve 1970’lerin cinsel devriminin kurbanı olan başka sözcükler de tamamen veya belli anlamlarıyla İngilizceden çıkarıldılar. Çünkü bu sözcükler sadece anlamsız değil, aynı zamanda hakaretamiz sayılıyordu. ‘Divorcee’ (boşanmış kadın), ‘spinster’ (kız kurusu), ‘unwed mother’ (yaşlı bakire) sözcüklerinin tümü kadının toplum içindeki değişen rolüne bağlı olarak kullanımdan kaldırıldı.
Hızla değişen toplumun bir yansıması olarak söz dağarcığının genişlemesi ve sözcük yer değişimi, bütün modern ülkelerde neredeyse günlük bir gelişmedir. Bununla belirtilmek istenen, İnuitlerin dilinde ‘kar’ için yirmi sözcük, İrlanda dilinde ‘yeşil’ için 40 sözcük, ya da İngilizcede ‘para’ için 226 sözcük kullanılması değildir – bunlar, belki de çevresel ve psikodilbilimsel olgulardır. Toplumdilbilimcilerin asıl ilgilendikleri konu, sözcüklerin, toplumun teknolojik büyüme, yeniden değerlendirme, tekâmül ya da güçlükler yaşamasının bir sonucu olarak ortaya çıkması, kaybolması ya da anlam değiştirmesidir.
Konuşmanın çok temel bir unsuru, yani jest, görsel olmayan iletişimde bulunmuyor. Ama telefonda konuşurken İtalyanlar hâlâ sallanıyor, Japonlar başlarını eğerek selam veriyor, hepimiz konuşmacı yanımızdaymış gibi hâlâ gülümsüyor veya kaşlarımızı çatıyoruz, çünkü jestler konuşmanın böylesine ayrılmaz bir parçasıdır.
Yunanlar, barbarların ya da “yabancı dilde konuşanların” dilleriyle ilgilenmezlerdi. Onların ilgisini çeken Yunan lehçeleriydi, çünkü Eski Yunanca bugünkü İskandinav dilleri kadar farklılaşmıştı, fakat anadili Yunanca olanların hepsi aynı dili konuştuklarını çok iyi biliyordu. (Nitekim M.Ö. 5. yüzyılın başında tarihçi Herodotos, “Bütün Yunan topluluğu tek kandandır ve tek dili konuşur” diye yazmıştır.)
Morfolojik değişim, fonolojik değişimden daha seyrek görülen, kelimelerin biçimleriyle ilgili sistematik değişimdir. Örneğin, bizim bugün ‘goes’ ve ‘did’ kullandığımız bağlamlarda 400 yıl önce Shakespeare ‘goeth’ ve ‘didst’ kullanırdı.
Fonolojik değişim ya da sistematik ses değişimi, bütün dünya dillerini konuşan insanlar tarafından, diğer dil değişim türlerinden daha kolay gerçekleştirilir. Bu nedenledir ki, Londralı Chaucer’in İngilizce hûs ve mûs kelimeleri 600 yıl sonra Londra’da ‘house’ ve ‘mouse’ olarak telafuz ediliyor (Orta Yüksek Almancadaki hûs ve mûs, bugün modern Almancada Haus ve Maus’tur).
Hint-Avrupa dil ailesi, dünyanın en büyük -ve tarihin en başarılı- üst ailesidir. Bugün birkaç dil dışında Avrupa’da konuşulan bütün diller bu dil ailesine mensuptur.
Türk dilleri, Orta Asya’da yalnızca yaklaşık 4000 yıl önce ya da biraz daha eski bir tarihte ortaya çıktı. Bu diller belki de doğrudan Sibirya’nın Paleo-Asyatik bir dilinden ya da Paleo-Asyatik dil ailesiyle ortak bir köken dilden türemiştir. (Birçok Türk dili Sibirya’nın güneyinde hâlâ konuşulmaktadır.)
‘Dil’, en geniş anlamıyla, insana ait bir alan olmaktan hızla çıkmakta ve aynı zamanda yapay elektronik ağın aracı haline gelmektedir. Hiç kimse şu anda bu gelişmenin sonunun nereye varacağını söyleyemez.
300 yılda belki de üç dilin yaşayacağını söyleyebiliriz: Mandarin Çincesi, İspanyolca ve İngilizce
İnsanlık tarihinde ilk defa küresel iletişim günlük bir gerçeklik haline gelmiştir.
Tarih boyunca dil, belli bir coğrafya -kara parçası- anlamına gelmişti Bugün, bu dil haritası tamamen anlamsızlaşıyor.
Sözlü mizah, insanlığın güçlüklerle alay etmesine ve hayatın derinliklerini araştırırken ıstırapla karşılaşıldığında gülmesine olanak sağlayan dil sanatıdır.
Her kültür uyum sağlamak ve yaşamak için değişir: bu bir yok oluş değil, sosyal bir evrimdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir