İçeriğe geç

Der Mann ohne Eigenschaften I Kitap Alıntıları – Robert Musil

Robert Musil kitaplarından Der Mann ohne Eigenschaften I kitap alıntıları sizlerle…

Der Mann ohne Eigenschaften I Kitap Alıntıları

Bilmek bir davranış, bir tutkudur.
Bilim insanı bugün tamamen kaçınılmaz bir meseledir; bilmek istememek diye bir şey mümkün değil! Ayrıca hiçbir devirde bir uzmanın tecrübesiyle bir acemininki arasındaki fark bu çağdaki kadar büyük olmamıştır. Bunu bir masörün veya piyanistin becerilerinden herkes fark edebilir; bugün atları bile özel olarak hazırlamadan yarış parkuruna göndermiyorlar. Ama insan olma meselelerinde hala herkes kendini karar vermeye ehil sanıyor, nitekim eski bir peşin hüküm iddiasına göre insan olarak doğmakta ve ölmekteyizdir!
Yaşama arzusundan kurtulmuş bir adamın üstünlüğü çok büyüktür.
İnsanlar kelimeleri ancak fikirlerini gizlemek için kullanırlar, fikirlerden de ancak fikirlerinin adaletsizliğini temellendirmek için istifade ederler.

-Voltaire

İnsan suç ve suçsuzluk arasındaki bir gerilim içinde ne kadar uzun kalırsa, edilen sitemleri de o denli şiddetle savuşturur.
İnsan varlığının yarısından fazlası eylemlerden değil içinde barındırdığı fikirleri benimsediği makalelerden, bir işin lehinde düşünürken ona karşı çıkan aleyhtarlıktan ve işitip öğrendiği şeylerin üst üste istiflendiği bir gayrı şahsilikten ibarettir.
Pelür kağıdının yağmura dayanamaması gibi insan da şüphelere dayanamayan bir varlıktır.
Geceleyin insanın sırtında bir tek gecelik olur, hemen altında da karakteri yer alır.
Bu bekleyiş hayatın samimi fikirli insanların başına sardığı hiddet belasının çok hissedilmeyen ilk kademesidir.
Farz edelim yeni bir Homeros’umuz var: Kendimize samimiyetle soralım, acaba onu dinlemeye muktedir olur muyduk? Sanırım, sorunun cevabı hayır olacaktır. Homeros’umuz yok, çünkü ona ihtiyacımız yok!
Ruh denen büyük boşluğu doldurmak için idealler ve ahlak en iyi ilaçtır.
Elbette insan, ruhu türlü türlü ikameler halinde ve mizacına göre mütemadiyen düşünür, sezer ve hisseder. Gençlikte, doğru bile olsa ne yapılırsa yapılsın bariz bir güvensizlik hissi olarak kendini gösterir. Yaşlılıkta, aslen tasarlanan şeylerin ne kadar azının yapıldığı fark edilince bir şaşkınlık hali olarak görünür. Bu ikisi arasındaysa yapılan her şey bir bir haklı çıkarılamasa bile insanın kendisinin ne lanet, çalışkan, dürüst bir herif olduğuna veya belki de dünyanın olması gerektiği gibi olmadığına, böylelikle de sonuçta insanın kaçırdığı her şeyin adil bir telafi teşkil ettiğine dair bir teselli olarak karşısına çıkabilir; nihayetinde bazı insanlar her şeyi bir yana bırakıp, kendilerinde eksik kalan parçayı cebinde taşıyan bir tanrıyı tasavvur ederler. Burada yalnızca aşk özel bir konum işgal eder; bu istisnai durumda ise o ikinci yarım büyüyüp gelişir. Bir şeylerin eksik olduğu yerlerde aslında maşuku duruyormuş gibi gelir insana. Adeta ruhlar sırt sırta verirler de kendilerini fazlalık haline getirirler. Çoğu insanın gençlikte yaşadıkları büyük bir aşkın ardından ruhun eksikliğini duyumsamaları ve o budalalıklarının verimli bir sosyal görev ifa etmesi de bu yüzdendir.
Dışarıdaki şartlar eylemlerimizin herkesin kavrayabileceği bir şekilde gerçekleşmesini talep eder veya bizler tutkuya kapılıp anlaşılmaz şeyler yapınca o zaman da bunun kendine has bir tarzı olur. Burada her şey ne kadar mükemmelen anlaşılır ve kendi içinde kapalı dursa da bunlara eşlik eden karanlık bir his vardır, öyle ki yapılan hep yarım kalır. Dengede eksiklik vardır, insan da dengeyi yitirmemek için cambazların yaptığı gibi öne atılır. Hayatın içine atılıp yaşadıklarını ardında bırakınca da henüz yaşanacaklar ve yaşanmış olanlar bir duvar oluşturur; sonrasında insanın yolu, nihayetinde bir tahta parçası üzerinde istediği gibi kıvrılıp geri dönebilen ama ardında daima boş bir mekan bırakan bir kurdun yoluna benzer. Doldurulmuş her şeyin arkasındaki kör ve kesilip alınan mekana dair bu korkunç his üzerine, yani her şey bütün olsa bile her zaman eksik kalan bu yarım üzerinde insan nihayet ruh denen şeyi fark eder.
İnsanların çok düşkün oldukları binlerce meslek var: Kurnazlıkları da burada saklı zaten. Ama genel manada insani ve herkeste ortak olan şeyi onlardan istesen geriye aslında ancak üç şey kalır: Aptallık, para veya en olmadı biraz dini hatıra!
Büyük olaylar daima genel durumun bir ifadesidir.
“Gel gelelim yaşam, hiçbir zaman bir yerden taşları sökmeden bir başka yerde bir şeyler inşa etmez.”
Ulrich görünüşte cebre meydan vermemesine rağmen bir şeylerin zorlamasıyla kendine karşı yaşayan bir insandır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Şayet bir katil soğukkanlılıkla hareket ederse caniliğe; bir profesör karısının kollarında bir problemin hesaplamalarını yapmaya devam ediyorsa kaskatı bir sıkıcılığa; başkalarının cefasıyla sefa bulan bir siyasetçi söz konusuysa elde ettiği başarıya göre adiliğe veya yüceliğe yorulur; cellatlardan ve cerrahlardan ise başkalarında olduğunda kınanan aynı sarsılmazlık talep edilir. Bu örneklerin ahlaki yönüne daha fazla dalmaya gerek kalmadan göze çarpan nokta şudur: Objektif bakımdan doğru ile sübjektif bakımdan doğru davranışlar arasında her defasında uzlaşma sağlayan, belirsizliktir.
Düzlükte yaşayan insanlar için eleştirel davranmak ve işlerine gelmeyen şeyleri reddetmek kolaydır; bununla birlikte hayat gondolunda üç bin metre rakımda bulunuyorsanız, her şeye razı olmasanız bile öyle kolay kolay aşağı inemezsiniz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Düşünen bilinç, güzelliğin iyi, kötü, aptal ya da çekici kıldığını deneyimler yoluyla öğrenmiştir. O, hem uykuyu, hem de kefaret ödemekte olanı parçacıklarına ayırır ve her ikisinde de kadere boyun eğişi ve sabrı bulur. Bir maddeyi inceler ve bu maddenin fazlasının zehir, az miktarının ise bir keyif aracı olduğunu saptar.
“Dün şuna ya da buna gittik” veya “bugün şunu ya da bunu yapıyoruz” demekteler, ve başkaca bir içeriğe ya da anlama gerek duymaksızın buna seviniyorlar. Parmaklarının temas ettiği her şeyi seviyorlar ve ne kadar mümkünse o kadar özel kişi oluyorlar; dünya, onlarla ilintisi kurulduğu anda özel dünya oluyor ve bir gökkuşağı gibi parlıyor. Belki de çok mutlular bu insanlar; ama nedeni asla kesin olmamasına karşın, başkalarına sırf bu yüzden saçma geliyorlar.
Dürüst bir yaşam, kabalığı mı gerektirir? Huzurlu yaşamak, acımasızlığı mı gereksinir? Düzen, parçalanmayı mı talep eder?
İnsanlığın bütün ruhsal kargaşası, asla çözülememiş sorunlarıyla birlikte, tiksindirici bir biçimde tek tek herkesin sırtındadır.
İnsanın imkanlarının da plan ve hislerinin de öncelikle peşin hükümler, gelenekler, zorluklar ve her türden kısıtlamalarla deli gömleği giydirilmişçesine sınırlandırılması lazımdır, meydana getirebileceği şey belki ancak o zaman başarılı olur, bir değer kazanır, istikrarlı olur.
Acısı onu uzun uzun okumaya sevk etti ve daha önce sahip olmak nedir pek bilmediği bir şeyi yitirmiş olduğunu anladı; bir ruh.
Nedir bu ruh denen? – Olumsuz anlamda belirlenmesi kolaydır: Ruh, insan cebir dizilerinden söz edildiğini duyduğunda kaçıp saklanıveren şeyin ta kendisidir.
Gençken hayat bitmek bilmez bir sabah gibi insanların önlerinde durur, dört bir yanı imkan ve hiçlikle doludur, derken birdenbire öğle vakti bir şey çıkıverir, onların esas hayatı olduğunu iddia eder ve bütüne bakıldığında bu öylesine şaşırtıcıdır ki bu haliyle, tıpkı yirmi yıldır tanımadan yazıştığınız bir insanın günün birinde ansızın karşınıza çıkmasına benzer, halbuki onu kafanızda bambaşka canlandırmışsınızdır. Ama daha da tuhaf olanı, birçok insanın bunu hiç mi hiç fark etmemesidir.
İnsan eğer yaradılışı gereği duyarsızsa, kahramanca hissetmesi, ve her milimetrenin içinde ne kadar çok şeyi saklayabileceğini bilmeden kilometreler boyutunda düşünmesi zor olmasa gerek!
Ulrich, ruhsal açlığı yıllar boyunca sevmişti. Nietzsche’nin deyişiyle “hakikat uğruna ruhsal açlık çekemeyen” insanlardan nefret ediyordu; hep yarı yoldan geri dönen, duraklayan, zayıflıktan kurtulamayan bu insanlar, ruhlarını ruha ilişkin gevezeliklerle avuturlar ve, akıl ruha sözde ekmek yerine yalnızca taş verdiğinden, sütte yumuşatılmış çöreklerden farksız dini, felsefi ve kurmaca duygularla beslerlerdi. Ulrich’in düşüncesine göre insanlık, bu yüzyılda insana ait ne varsa tümüyle beraber bir keşif yolculuğuna çıkmıştı.
İnsanlar bunu bilmiyorlar, o kadar; nasıl düşünülebileceğinden haberleri bile yok; onlara düşünmek yeniden öğretilebilseydi, o zaman onlar da farklı yaşarlardı.
Ömrün ortalarına varınca, nasıl olup da bu hale geldiğini, bu zevkleri, bu dünya görüşünü, karısını, mizacını, mesleğini ve başarılarını elde ettiğini ancak az sayıda insan kavrayabilir fakat artık pek bir şeyin değişmeyeceğini de hisseder. Bu kimselerin aldatıldığı bile öne sürülebilir, çünkü olan biten her şeyin nasıl bir şekilde geliştiğine dair yeterli bir gerekçe asla bulunamaz, nitekim başka türlüsü de olabilir: Olaylar büyük ölçüde kendi kendilerinden menkul değildir, çoğu zaman bir sürü şarta, keyfiyete, hayata, bambaşka insanların ölümüne bağlıdırlar ve adeta o zaman diliminde bu insanların başına gelivermişlerdir, hepsi bu.
İnsanın hissettiği ve yaptığı her şey bir şekilde yaşam yolunda gerçekleşir ve bu yönden ayrılan en ufak hareket bile ağır ve korkutucu olur. İnsan sadece yürürken bile durum böyledir: Ağırlık noktasını kaldırır, öne doğru atar ve sonra yere bırakırsınız ama bu eylemde ufacık bir dengeyi değiştirseniz, geleceğe doğru kendinizi bırakma hamlesinden biraz olsun ürkseniz veya buna biraz olsun şaşkınlık gösterseniz -işte o zaman ayakta bile duramazsınız! Bu konu hakkında fazla düşünüp taşınmamak gerekir. Derken Ulrich’in aklına, hayatında kritik bir anlam taşıyan her anın, geride işte bu andakine benzer bir his bıraktığı geldi.
Edebiyatta düşünen bir insanı yansıtmak kadar zor bir şey yoktur maalesef. Aklına nasıl olup da bu kadar yeniliğin geldiği sorulduğunda büyük bir kaşif şöyle cevap vermiş: Durmadan onları düşündüm. Gerçekten de beklenmedik fikirlerin ancak ve ancak insanın onları beklemesiyle ortaya çıktığı söylenebilir. Bu fikirler, azımsanmayacak ölçüde mizacın, daimi eğilimlerin, kalıcı hırsın ve bitmek bilmez uğraşların sonucunda gelir. Böylesi bir sebat ne kadar sıkıcıdır kim bilir! Öte yandan zihindeki bir ödevin çözümü de yine, ağzında sopa taşıyan bir köpeğin dar bir kapıdan geçmek istemesinden çok farklı değildir, sopa aradan kayıp geçene kadar köpek, kafasını bir sağa bir sola çevirir, bizim yaptığımız da aslında budur, tek farkla ki biz gelişigüzel denemeler yapmayız, o işin nasıl yapılacağını tecrübeyle az çok biliyoruzdur zaten. Akıllı bir kafa da aptal bir kafaya göre bu çevirme işinde çok daha fazla beceri ve tecrübeye sahipse bile, sopanın aradan geçivermesi onun için de şaşırtıcı olur, birden aradan geçmiştir; insan da fikirlerin, müellifini beklemektense kendi kendilerini oluşturduklarını fark edince hafif bir afallama hissine kapılabilir. Bu afallama hissine çoğu insan bugün ilham diyor, eskiden de ilham denirdi zaten ve ilhamda gayrişahsi bir şeyler göreceklerini sanırlar ama onda gayrişahsi yalnızca tek bir şey vardır, o da bizzat birinin zihninde bir araya gelen şeylerin birbirleriyle alakaları ve birbirlerine aidiyetidir.
İçimizdeki sesler susmuş bizim; artık çok şey biliyoruz; akıl, hayatımıza zulmediyor.
İlk intibaların çoğu zaman doğru bir yanları olur.
İnsanlar, başkaları onları düşüncelerini gerçekleştiremeyecekleri bir konumda bıraktıklarında, bundan sonsuz mutluluk duyarlar!
“Günümüzde her şey, ‘bu arada’ ile ‘şimdilik’ arasında olup bitiyor,” dedi “bu, böyle olmak zorunda. Çünkü aklımızın vicdanı, bizi yaradılışımız bağlamında korkunç bir vicdansızlığa sürüklemekte.”
Derinlerde bir yerde hepimiz sosyalistiz.
Şefkati ateşten zamansız alınan sufle misali söndü.
.
Öznellik ve nesnellik arasındaki sınır, ona dokunmadan yürüdüğümüz sınırı aşar.

.
Aşk da bu tehlikeli mistik deneyimlerle karşılaştırılabilirdi. Çünkü insanı uçurumun üzerine çıkarmak için aklın kollarından kopardı.

Bugün insanların hiçbir şeye sadelik, toprağa yakınlık ve sağlık kadar ihtiyacı yok.
– Niteliksiz bir adam o!.. Bu gün onlardan milyonlarca var Çağımızın yarattığı bir insan nesli bu!
Tabiatı hissiyatsız olunca, insanın kahramanca hisler taşıması ve her milimin nasıl bir bolluk gizleyebileceğinden hiç haberi olmayınca kilometrelerle düşünmesi kolay olmalı!
İçeride özel gayretler ve yeni fikirler hedeflenmedikçe zaman galiba her meselenin, dolayısıyla ruhani gelişimin de tecrübe ettiği bir çöküşe sürüklenirken dışarıdan her şeyin yolundaymış gibi göründüğü çağlarda akla ilk gelen soru, bu duruma karşı ne yapılabileceği olmalıdır ama akıllı, aptal, adi ve güzelin oluşturduğu karmaşa tam da böylesi zamanlarda bile birçok insanın kolayına gelir, bu yüzden de o insanlar, tam hükmü verilemeyen ve sahici bir bulanıklık içinde olan bir şeylerin durdurulamaz çöküşünden bahsederler.
Bizzat zarar görmediği müddetçe kimse kendi zamanına küsemez.
Esasen budalalığın tatbikten anlamadığı önemli bir fikir yok dense yeridir, budalalık her yönüyle hareketlidir ve hakikatin her bir kisvesine bürünebilir.
Budalalık içeriden kabiliyetle tıpatıp aynı görünmese, dışarıdan bakılınca da ilerleme, deha, ümit, yenilenme gibi durmasa, herhalde, kimse budala olmak istemez, budalalık diye bir şey de olmazdı. En azından budalalıkla mücadele çok kolay olurdu.
İyiliğe fazlaca kötülük, hakikate yanılgı, manaya da bir uyum sağlayış karıştı.
Gençlikte kendini aydınlatma dürtüsü, aydınlıkta bir şeyleri görme dürtüsünden çok daha güçlüydü.
Zararlı bir şeyi kendine yasaklayabilmek yaşama gücünün sınanması demektir! Zararlı şeyler dermansız kimseleri cezbeder!
Başka yerlerde başka insanların, Vay canına, neler olmuş, diyecekleri olaylara, Kakanya’da bir şey oldu, deyip geçilirdi Bu kelimenin nefesiyle olaylar ve feleğin silleleri, kuştüyü veya düşünceler kadar kolay gelirdi insana. Aleyhindeki onca şeye rağmen, evet, Kakanya belki de gerçekten bir dahiler ülkesiydi ve çökmesinin sebebi de herhalde buydu.
“İnsan yalnız iyi değildir, fakat her zaman iyidir; bu, çok büyük bir ayrım demektir, anlıyor musun?
Yaşam, sanki olduğu gibi olmak zorundaymış izlenimini yaratan bir yüzeydir, oysa asıl olup bitenler bu yüzeyin altındadır.
Yaşam, sanki olduğu gibi olmak zorundaymış izlenimini yaratan bir yüzeydir, oysa asıl olup bitenler bu yüzeyin altındadır.
O ancak kendi kendine bir şekilde ayak uydurabilen bir devletti, bu devlette insan negatif anlamda özgürdü, sürekli kendi varlığının yetersiz kalan yanlarını duyumsar ve olmayan ya da geri dönüşü imkansız olayların hayaliyle, adeta insanlığı yaratan okyanusların nefesiyle ıslanmış gibi olurdu.
Bir ülkenin sakinlerinin en az dokuz karakteri olur: Biri meslek, biri devlet, biri sınıf, biri coğrafya, biri cinsiyet, biri bilinçli karakter ve belki bir de hususi karakterdir; kişi bütün bunları kendi içinde birleştirir ancak sonrasında hepsinin içinde eriyip gider, aslında kişi bütün bu derelerin doldurup boşalttığı bir çöküntüden başka bir şey değildir, bu dereler çöküntünün içine sızar sonra da diğer çaylarla birlikte başka bir çöküntüyü doldurmak için bir öncekinden ayrılırlar. Bundan ötürü her yeryüzü sakininin bir de onuncu karakteri vardır ki o da doldurulmamış mekanlara bağlı edilgen hayalden ibarettir.
Nesini sevecekti ki yaşamın? İlkbahar rüzgârını, geniş şehirlerarası yolları veya güneşi değil herhalde! Bütün bunlar insanı yalnızca yorar, terletir ve toz içinde bırakır. Yaşamı gerçekten tanıyan kimse bunları sevmez.
“Bütünsel bir yaşama, tam bir inanca, içine aşk olmayan hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir bencilliğe yer vermeyen bir aşka ulaşmanın yolu nedir?” diye sorar, “bu yol, yalnızca olumlu yaşamaktır.”
Bu yalnızlık duvarlardan geçiyor, aslında kendini genişletmeksizin kente doğru, dünyaya doğru yayılıyordu. ‘Hangi dünya?’ diye düşündü Ulrich. ‘Herhangi bir dünya yok ki’
Çağımız, gerçekleşmelerin çağı, ve gerçekleşmeler her zaman düş kırıklıklarıdır; çağımızda henüz yapamadığı bir şey eksik, ama yapamadığı bu şey, çağımızın yüreğini kemirmekte
Burada sadece birlikte yaşadıkları vatandaşlardan tiksinmek maşeri bir duyguya dönüşmemiş aynı zamanda insanın kendi şahsına ve kaderine karşı güvensizliği de derin bir netlik kazanmıştı. Bu ülkede -hem de tutkunun en son seviyelerine ve bunun getirdiği sonuçlara varana kadar- insanlar gerçekte niyet ettiklerinden farklı davranıyor veya davrandığından farklı düşünüyorlardı.
Anayasası liberaldi ama ülke ruhbanla yönetilirdi. Ruhbanla yönetilirdi ancak vatandaşlar fikri hür insanlardı. Kanun karşısında bütün vatandaşlar eşitti ama herkes de vatandaş değildi işte. Bir meclis vardı ama meclis, özgürlüğünden o kadar fazla yararlanıyordu ki çoğunlukla kapalı kalıyordu; ama anayasada bir acil durum maddesi de vardı ve bu madde sayesinde işler meclis olmadan da yürüyor, herkes mutlakiyete ne zaman sevinecek olsa tahtta oturan kişi ülkenin tekrar meclis tarafından yönetilmesi emrini veriyordu.
Kakanya’da dahiler daima hödük sanılır ama asla başka yerlerde olduğu gibi, hödükler dahi sanılmazdı.
İnsanın ruhunu şekillendiren şeyler ulaşabildiği hedeflerdir; nitekim tatmin olmadan mütemadiyen istenen şeyler ruhu eğip büker; mutluluk için önemli olan, insanın ne istediği değil istediği şeye ulaşmasıdır.
İğrençliklerin ve kötülüklerin ölçeği her an yeniden doldurulur, sanki dünyanın bir ayağı öne giderken öbür ayağı hep geri gidiyordur.
Modern insan hastanede doğar, hastanede ölür.
Para için değil de severek yapıldığı zaman her meslekte, geçen senelerin bir anlam ifade etmediği bir an gelir.
İnsanın yaşamda gereksindiği tek şey, kendi işinin komşununkinden daha iyi gittiği inancıdır.
Çocuklar palavracıdır, hırsız polis oynamayı severler ve falanca sokağında yaşayan filanca soyundan büyük bir aileden geliyorlarsa eğer, o aileyi dünyanın en büyüğü sanmaya da her an hazırdırlar. Yani çocukları birer vatansever kılmak kolaydır.
İnsanlık gerçekliği kazanırken düş denilen şeyi yitirdi.
İnsanın kendisini deli olduğu kabul edilen birine yakın hissetmesi pek munasip karşılanmaz.
Çünkü insan sevince, o zaman her şey, acı ve tiksinti bile olsa, aşktır.
..ansızın hüzne kapılıp düşündü: “Ben kendimi sevmiyorum, olay bu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir