İçeriğe geç

Dar Zamanlar Kitap Alıntıları – Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu kitaplarından Dar Zamanlar kitap alıntıları sizlerle…

Dar Zamanlar Kitap Alıntıları

”ama şuramda bir bulantı. gitmiyor, geçmiyor ”

dar zamanlar – adalet ağaoğlu

ama şuramda bir bulantı, gitmiyor, geçmiyor
Kuşkusuz bir tarih iki kişiyle yazılmaz. Fakat biz, bir ülkenin değilse de kendi tarihimizi kendi ellerimizle yazdık. Buna inanıyorum. Yaşadıkça da yazmayı sürdürmeliyiz. Tek kişilik tarihler hiçbir şeyin hiçbir tarihin başlangıcı değildir. Ama iki kişilik tarihlerin bir önsöz olduğuna şimdi öylesi derinden inanıyorum ki
“Yürümeyenin pabuçları da paçası da temiz kalır”
‘Adımları hesaplı atmak.
Yürekleri hesaplı açmak.
Açık olamamak.
Her gün biraz daha kapanmak.
Her gün biraz daha köstebekleşmek, tilkileşmek, böcekleşmek ‘
Ama şuramda bir bulantı. gitmiyor, geçmiyor
“Kalabalık adına her an,her dakika bir şey yapmamak gerek. Çocuklar kucakta, hep kucakta taşınırlarsa, yürümeyi geciktirirler.”
Ama şuramda bir bulantı. Gitmiyor, geçmiyor. İnsanlar arasında durmadan mikrop gibi yayılan bir hastalığın bulantısı bu. Kuşku ve güvensizlik. Bunları böyle böyle düşünmek zorunda kalışım Yoklaya yoklaya yaklaşmak herkese. Şu anlamda ya da bu anlamda Adımları hesaplı atmak. Yürekleri hesaplı açmak. Açık olamamak. Her gün biraz daha kapanmak. Her gün biraz daha köstebekleşmek, tilkileşmek, böcekleşmek.
Büyümemiş çocuk gülüşünü bazı küçük duraklara saklar o.
Düğün içimizde olsun dışımızda değil
Unuttum dediklerimiz değil mi en unutulmaz olanı
Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek
Günaydın efendim
Hangi sabahın günaydını bu??
Hangi sabahtayim
şuramda bir bulantı. gitmiyor, geçmiyor ”
Ne demiş Atamız “ Kadınlarımız erkeklerimizden daha daha kültürlü, daha bilgili uyanık olmak mecburiyetindedir. Şayet gerçekten bu milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar.”demiştir.
Yalnızız. Çoğalmana dek birlikte olmalı.
Şimdi de kendimi tutmasam ağlayacağım fakat artık uzun pantolon giyiyorum. Ağlamayı kendime yakıştıramıyorum.
Aradığım salt bir kadın gövdesi değil. Beynimle de doymak istiyorum. İnsan iyiyi kötüyü birbirinden ayırınca, iç dünyası zenginleştikçe, beyniyle de doymak istiyor.
Bize yarını bugünden söyleyebilecekler yazarlar da değilse, kim olabilir başka? Ben sanatçının büyücü olduğuna inananlardanım.
”ama şuramda bir bulantı. gitmiyor, geçmiyor ”
Hayatın ve aşkın sandalı karaya çarptı.
Hiçbir zaman gerçek bir başkaldırım olmadi. Asla! Hep özgürlüğün kıyılarında dolanıp durdum
HER DURUMDA ÖZGÜR KİMLİĞİMİZİ KORUYABİLMEK ANCAK EDİMLE SÖYLENEBİLECEK ŞU TEK VE SON SÖZE BAĞLI: HAYIR
İnsanlık çocuklarına çok renkli, fazla hareketli olduğu kadar da çok kırılıp dökülmüş, yaşlı bir dünya bırakmıyor mu acaba?
Tarihte hiçbirimizin gerçek bir başkaldırısı olmadı. Özgürlükler hep belli sınırlar içinde arandi. Özgürlük diye din değiştirildi, tarikat değiştirildi, tiran değiştirildi. Bu sınırlar içinde ileri geri oynamalar uygarlık-ilkellik, kölelik-özgürlük sayıldı. Bu sınırın dışına çıkanlar, kendilerini gerçekten özgür kılanlar yalnızca sanatçılar ve deliler. Onlar dışında kimse yönetenin dayattığı sürü hayatlarinin güvencesinden yoksun kalmak istemiyor. Yönetilmek rahat. Bu kolayimiza gidiyor.
Cancağızım, bir gün yine buluşacağız. Uzun uzun konuşacağız. Birlikteligimiz cok daha anlamli olacak. Hayatın ve neşenin cesaretinden hic eksiltmeyecegiz. Neşeye ve hayata düşman olanlarin asla yaşayamadığı ve yasayamayacaği daha büyük aşklar, daha derin dostluklar yasayacagiz. Ama bu arada da hayat sandalının kıyıya çarpmaması gerekiyor, değil mi?
Hayır, delirmedim. Çünkü hâlâ hatırlıyorum!
Yolunu burada benden ayirmasi. Ne yazık!
Yollarımızın burada birbirinden ayrılması, ne yazık!
Hiçbir düş, hiçbir tasarı, hiçbir özlem sandiklarda kalmamali.
Anacığım, sen ölme. Henüz yaşamadın ki.
Başımı suyun yüzüne, battığım ayni noktadan çıkarmak istemiyorum artık.
Hayat değişecekse, kendini degistirebilenlerle değişecek, yinelenişe ayak uyduranlarla degil.
O gün, gidecek hiçbir yerim yokmuş ki Bunu bildim. Kimseye gerekmedigimi. Bana, dilediğim hiçbir köşede yer olmadığını. Bunu bildim.
İnsanlar birbirlerinin hayatını yıllarca işgal ettiklerinde, orada neredeyse kök saldıklarında bile, selamsız sabahsız, hiçbir açıklama yapmadan çıkıp gidebiliyorlar.
”Ama şuramda bir bulantı. gitmiyor, geçmiyor ”
Her gerçek başlangıç, ölümle eşdeğerdir, ölümü seçmek kadar yüreklilik ister.
Kendini açık pencereden karanlığın boşluğuna bıraktı. O boşlukta yüzüyor. Ne gövdenin ağırlığı, ne bir duygu, ne en küçük düşünce, ne geçmiş, ne gelecek Boşlukta boşluk. Özgürlük bu mu?

Bir araba sesi. Bu sesle nemli soğuk havanın iliklerine dek işlediğini duyumsuyor. Yüzüne iri yumuşak kar tanecikleri çarpiyor. Ürpererek camı hemen kapatıyor: Sobayı yaksam, odayı isitsam.

Yere çakıldığımda duyacağım acı ne olurdu acaba? Ne kadar sürerdi? İnsanlar büyük şeyleri seviyor. Bu küçük korkular onları hiç ilgilendirmez. İntihar etmekten korkuyorum. Çünkü büyük olmaktan korkuyorum. Imza: Nikolay Stavrogin Dostoyevski. Stavrogin’e ölüm, yazarına hayat.

Bugünün gerçeği parçalanmış bir gerçek. Aşklar da
Bu adamdan ürküyorum Aysel. Umutlarımı elimden alıyor. Yarın düşüncesini yok ediyor. Beni etkilemeye başladı. Bundan korkuyorum. Hiçbir şeyin değişmediğini, insanoğlunun kendine hep yeni efendiler arayıp bulduğunu, özgürlüğe sahip kişilerin yalnızca sanatçılar ve deliler olduğunu söylerken, ister istemez kendi kendime sordum: İnsanlık çocuklarına çok renkli, fazla hareketli olduğu kadar da çok kırılıp dökülmüş, yaşlı bir dünya bırakmıyor mu acaba? Özgürlüğü hep verili sınırlar içinde arayıp durduğumuz bir gerçek mi? Korkuyorum Aysel. Önü sonu belirsiz bir suyu yüzerek geçerken korkmadığım denli korkuyorum. Haftanın iki günü dayanışma derneğimize gidip geliyorum. Orada, henüz eskitilmemiş yarınları için savaşanlarla birlikteyim. O zaman kırkında, hâlâ bin dokuz yüz altmış sekizlerin beni olarak buluyorum kendimi. Hâlâ daha ne kadar sınırlı istekler Ekmek özgürlüğü, istediğin yerde çalışabilme özgürlüğü, kendi irkini, rengini, kültürünü yaşayabilme özgürlüğü Buradakiler bunları isteyebilmeyi öğrenmekten bile ne kadar mutlular! Papanın arabasını kara mürekkeple boyamayı, kendi kültürlerini yok sayanların kapılarına kara çelenkler bırakmayı öğütlüyoruz.
Bence bütün insanların, doğum ve ölüm gibi, çok ortak yanları daha var; hiçbir koşulun farklı kılamadığı bir yanları. Tarihte hiçbirimizin gerçek bir başkaldırısı olmadı. Özgürlükler hep belli sınırlar içinde arandı. Özgürlük diye, din değiştirildi, tarikat değiştirildi, tiran değiştirildi. Bu sınırlar içinde ileri geri oynamalar uygarlık-ilkellik, kölelik-özgürlük sayıldı. Bu sınırın dışına çıkanlar, kendilerini gerçekten özgür kılanlar yalnızca sanatçılar ve deliler . Onlar dışında kimse, yönetenin dayattığı sürü hayatlarının güvencesinden yoksun kalmak istemiyor. Yönetilmek rahat. Bu kolayımıza gidiyor.
Bakışlarında gitgide bir şeytansılık: “Bugünkü hayatlarımızın Ortaçağ hayatından hiçbir farkı yok. Yine rahipler, yine tilmizler, yine cinayetler Farklı olan yalnızca araçlar ve gereçler Özgürlük bilinci denen bilincin çok yükseldiğini sanıyoruz. O kadar yükselmiş bu bilinç, nasıl oluyor da, hem de bu kez seve isteye, yani gerçekten kendi isteğiyleymiş gibi, kendini şu rezil para ve tüketim dünyasına prangalatıyor? Ha, bana çıkar ilişkilerinden söz açacaksınız. Bu ilişkileri kuranlar mı özgür sizce? Herkes kendine bir efendi seçiyor. Kendisi, yalnız kendisi olmaktan korkuyor. Özgürlüğü salt yaratıcılara ve delilere özgü olduğunu söyleyen doktor, bir deli mi yoksa? Her deli gibi, söylediklerinin kimisinde gerçek payı var elbet, ama bu kadar bir reddediş, böylesi bir hiçseyiş
Size katılmam olanaksız. Doğanın kölesi ilkel insandan, doğaya egemen insana geldik. Dünyaya, hiçbir şey değişmemiş gibi nasıl bakarsınız?”
“Doğanın da, kendimizin de tepesine yeni efendiler diktik. Özde değişen bir şey yok.”
Eziklikten, utançtan ve korkudan gurura, yiğitliğe, büyüklüğe ve övünce sürekli değişen, birinden ötekine geçişlerle, görkemli bir senfonik müziği dinlercesine değil, yaşarcasına; o müziğin ta kendisi olarak
Her şey aynı. Geleceğimi bile biliyorum. Her an intihar edebilirim.
Duygularını, düşüncelerini anlatmakta henüz icat edilmemiş sözcükler bulmak istiyor. Bulduğu sözlerin hiçbiri yetmiyor.
Kadınlarla kadınlar, erkeklerle erkekler arasında da bazen büyük, tutkulu aşklar yaşanır. Cinsiyetin zaten önemi kalmamıştır. Yine de sonsuz bir kıskanma özgürlükleri vardır.
Hukuk olmayan yerde yargı, aşk olmayan yerde çocuk, hayat olmayan yerde de ölüm.
Teknolojik bir kültürde saldırganlığın yol açtığı acılar o kadar korkunç ki, şu soruyu sormadan edemiyoruz. Bu durumda insanların var olmalarını haklı kılabilecek herhangi bir ahlak anlayışı var mı? Early Morning adlı oyunumdaki kişilerden biri bu soruya, ‘Hayır’ yanıtını veriyor ve intihar etmeye kalkışıyor. İşin en şaşırtıcı yani, onun gibi düşünen pek çok insan, onun gibi davranmaya yanaşmamakta, her günkü hayatlarını sürdürebilmekte. Bu yetenek aslında kafalarının ne kadar yüzeysel çalıştığını ve duygularının kaypaklığını çok iyi göstermektedir . Kendilerinde bir dervişlik ya da manevi güç bulduklarını düşünmek de yanlış. Onların “gerçekliği ‘ aslında tembellerin faşizminden başka bir şey değil.
Toplum bilincinin, ‘Orada kal!’ dediği, bütün yüküyle önüne gerilip orada durdurmaya, orada tutmaya azmettiği basamakta dikilip durmak, insan aklı ve duygusu bir üst basamağa çıkmaya en hazır bulunduğu ânda, onda katlanılması güç, hattâ olanaksız bir tutukluluk durumu yaratır. İnsanoğluna uygulanabilecek işkencelerin en ağırı Çoktan aşılmış olması gereken basamaklara yeniden dönmeyi başarabilmemizin, kalabalıktan kopmama güdüsünden, toplum bilinciyle uyum sağlamaya yatkınlıktan başka anlamı yoktur. Bu yatkınlık, gerçek ilerleyişin önündeki en ciddi tuzaktır. Robot, birörnek, tek renk, tek biçim insanlar ortaya çıkarmakta uzun yollar katetmiş olan, uygarlığın ilerleyişinde olağanüstü bir rol oynadığı halde, bu rolü artık salt kendine gönüllü kulların varlığıyla sürdürebilen teknoloji, devrimine kendi tuzağını da hazırlamıştır Değişik arayışlar, toplum bilinci dışında kalan her türlü olanak bu denli yok edilecekse, insan ilerleme umudunu nereden alacaktır? Umut, insana has bir yetenek çünkü. Makinelerin umudu olmaz. Bu noktada yalnızca bip bip buyruklarına uyulur, toplum bilinciyle uzlaşmada öncesiz sonrasız bir yatkınlık edinilir
Ama kimse birbirinden ayrılmaz. Hep birlikte sürüklenilir. Beklenir. Zamansa hızla akmakta. Zamanın dışında dikilmek, beklemek
“Pazar öğleye doğru, ilkin Ömer kendini öldürmeye kalktı. Gerideki yılları ve geleceğin çocuğunu düşünüp caydı. Derken Aysel, kendini öldürmeye kalktı; şimdiyi düşünüp caydı! Şimdi? Biri sol, öteki liberal görünümlü iki gazetenin -bari ötekiler olsaydı, insan kolayca gülüp geçebilirdi- “Bir Sahtekârlık Olayı diye başlık atmalarının üstünden daha kırk sekiz saat geçmemişti. Şimdi herkes ne der? Prof. Dr. Aysel Dereli, sahtekârlığının ortaya çıkmasından ötürü intihar etti, derler. Hayatlarımız ne kadar başkalarına bağlıysa, ölümlerimiz de başkalarına bağlı. Aysel de, o ânı yaşayan işte bu başkalarıymış gibi, bir hayat kadar ölüm de yanlışlara garkolmasın diye, başkalarının değerlerine boyuneğip, kendini öldürmekten cayıyor.
Beni tutan, kararsız kılan bir şey var. Tanrı’ya değil, akla inanan, Tanrı’nın değil, aklın yolunda giden insan, ölümden yeni bir Tanrı yaratmaz. Tanri’sı olmayan hayatın ölümü de yoktur. Fakat ya içsel özgürlük? Düşünsel faaliyet içindeki insanın, bütün zamanlar için taptığı bu Tanrı? Özgürlüğü onun varoluşunun tek nedeni. Özgürlüğü kurup korumak, bu çetin savaş, bütün savaşlar gibi ölümü içinde taşır. Her şeyin beni terk ettiği, benim kendimi terk ettiğim ânda yeni bir umut buldum. Yenins’in varlığı bir başkasının yokluğu oldu.
Hayatın yakasını koyvermeyi istememek gibi bir şey bu. Yeniden başlamak. Bunun için de konuşmak gerekiyor. İçimizi sonuna dek açmak belki.
Yeni bir yanlışa katlanabilirim, ama eskisine hayır.
Kirillov’un, varlığını yokluğunu sorguladığı Tanrı yerine kendisinin tanrı olmasını seçtiği bir dönemde, örnekleri gruplamak hiç güç değil. O zamanlar, düşünce ve eylemlerin odak noktası hålà daha Tanrı. Tanrı, o zamanın insanı için halâ bir sorun. Ama olmadığına kesinlikle inandığı bir Tanrı yerine kendini koymayı – çünkü o zaman Tanrı’nın varlığı gerçekten reddedilmiyor demektir- da reddeden bugünün aydınını ve kuşkusuz buradan giderek yarını da mümkün olduğu kadar az yanılgıyla görebilmem içinse, daha pek çok belge taramam gerekiyor. Kaynaklara eğilmek, insanların boş alanlarının kullanımıyla üstü kapalı kalmış ya da çarpıtılmış aydın intiharlarını çözümlemek benim için gitgide çekici bir konu haline geliyor. Bazan öyle noktalara varıyorum ki, ürkmüyorum desem yalan olur. Yarını şimdide yaşayanların, şimdiyi yarının ışığında görebilenlerin sayısı arttıkça, yani varoluşun sorgulama alanları genişledikçe, gelecek zaman aydınının daha çok sayıda kendini öldürebileceği varsayımım neredeyse kesinlik kazanıyor. Artık Ortaçağ keşişleri gibi davranılamayacak bir dönemde, artık düşünce adamının kendi ben tanrısına da yüz vermez olduğu bir zamanda, kendini ortadan silişin anlamları da herhalde değişiklik gösterecektir. Düşünün, Stavrogin’in alçakgönüllülüğü bile, uyumun, uzlaşmanın utancından güçlü değildi.

Beni böyle bir çalışmaya iten ilkağızda ülkemdeki aydınların gitgide daha çok sayıda gönüllü başeğme durumlarını sorgulamaya başlamaları oldu. Sorgulamanın ilerletilmesiyle sorun, başkalarının kurtarılmasından kendi kurtuluşlarını tartışmaya, kendilerinden kaçarak başkalarına sığınma yüreksizliğiyle hesaplaşmaya doğru bir ivme kazanabilir. Uzun bir uyku, genelde uyanışı en uç noktaya sıçratabilmektedir. Teknolojik değer üretiminde önemli katkıları bulunmayan, kendini bulguları ve düşünsel eylemiyle birlikte yükseltememiş olan bir “aydın dünyası, bu değerlerin giderek insan hayatında açtığı yaraları hangi sorumluluk ya da suçluluk duygusuyla savunacaktır? Suç, savunmayı gerektirir. Bu da, bu bile, insanın hayatta kalması için bir bahane olur.

Bu hayattan vazgeçmedeki tat da hoş. Bir şeftalinin tadından çok daha hoş. Makedonyalı yazarın intiharını karısıyla geçimsizliğine bağlayanlar ise büsbütün yanılıyorlar. Günün ve ilişkilerin aksayışına boyuneğmemek siyasadır. Siyasa yarındır .
Günün başlangıcı istektir, umuttur, bir savaş çağrısıdır, bir savaşa katılımdır, vazgeçiştir, iyimserliktir, kötümserliktir, tuzaktir, açık bir kapı, karanlık bir dehlizdir; azbuçuk bir belirlilikle en uç belirsizliktir. Belirsizliğin kendisi başlıbaşına bütün düşlere açık, upuzun bir serüvendir . Her yeni günü ötekinin aynı olmaya yazgıh ileri yaştakiler de, özellikle onlar, bugünün başka bir gün olacağım düşleyebilirler . Gecelerin uykuları değil, asıl sabahların uyanıklığı onlar için düşlerin en bereketli hazinesidir.
İntihar etmeyeceksek içelim bari!.. Daha düğünün ta başında böyle söylemişti. Şimdi daha kısa kesiyor. Salt “Bir kadeh içki olsa” diyor. İçtikçe ayılmak zorunda kalacak, ayıldıkça içecek. İçimde yakaladığım yepyeni bir şey. Bu, o bungun düğünden de, Aysel’in götürülüşünden de, Ayşen’den de, evime dönemeyişimden de, dahası o tek kurşundan da öne geçiyor. Her şeyi kavrayıp içine alıyor: Tezel bile yaşamak istiyor!

Şuramda, en sahici sevinçle en sahici üzünç arası bir yerde, en sahici acısıyla bir yara açılıyor. Gözlüklerimin ardında gözlerim her yanı tarayarak görebildiği kadarıyla bu düğün gecesinden bende kalan bu düğüne tanıklığım değil, yaram. Bu bir canlılık belirtisidir . Taşın kanadığını kim görmüş?
Rezil bir geceydi” diyor Tezel.
Pek değil
Çünkü bunu derken sesim, yüzüm, her yanım hiç olmadığı kadar sıcaktır. Kendimi bile şaşırtan bir sıcaklık. Demek yaram kanıyor? Beni o isitiyor. Bir düğün gecesinde en azından bir Tuncer, ilk kez kendi kendisiyle kavgaya girdiyse; bir Ahmet, ilk kez kendi içinde bocaladıysa; Tezel, o silah patladığı ân vurulduğunu duyumsadıysa ve artık ölüm lafi edemeyecekse, bir kurşun kendisine ilk kez bu kadar yakın geldiyse ve şuramda açılan en sahici yaram beni ısıtıyorsa, usul usul kanayarak ısıtıyorsa, içine kayıplar karışsa da, bu düğün eksiltmeyen bir düğündür.

Eski yapıları gece saatlerinde yıkıyorlar. Anacaddede de zaten daha kurulurken yıkılmaya yazgılı eski yapılar gümbürtüyle yıkılıyor. Bir süre sonra sıra arka caddelerdeki, yan sokaklardaki yapılara da gelecek. Kentin ortasında, adı hem Anadolu, hem Kulüp olan yapı da yıkılacak. Bir süre sonra ise, ordaki düğünleri bile artık kimseler anımsamayacak. Bu düğünlerden geriye birtakım fotoğraflar kalacak. İçlerinden birinde damat annesinin tümgeneral kocasının gülüşüne şaşkınlıkla baktığı. Bir başkasında gelinin, o resimlerde görünmeyen birine imdatla sevda karışımı bir çığlıkla baktığı O yapılar, o yapılardaki düğünler unutulabilir, ama o fotoğraflar kaldıkça, o fotoğraflardaki bakışlar da kalacak.
Evet. Çıldıran benim. Çıldırıyorum. Yaşanmamış, yaşamak için kendime izin vermediğim gençlik salaklıklarımı şimdi yaşıyorum. Demek hiçbir şey atlanamıyor. Atlanan her şey gelip bir yerden uç veriyor.
Ali Usta paltosunu omzuna atıp geldi: “Kaş çatmanın, insanlığı geri itmenin gereği yok. Ne yaparsan yap, insan gibi yap. Ne yaparsan yap, kendinden kaçmadan yap. Yalnız başka güçlüklerden değil, kendi güçlüklerinden de kaçmadan yap. Devrimse de, sevdaysa da. Birini iyi yapan, ötekini de iyi yapar zaten

Kapıdan sızan yarı aydınlıkta gözlerimin yaşlandığını seçmişti. En çok da o zaman utandım hocam. Artık utanmamı da, ağlamamaya çalışmamı da beğenmeyecekti Ali Usta.

“Ağla be ulan! Ağla hergele! Ağlamayandan insan mi olurmuş?

Sonra sarıldı bana. Yutkundu o da. Öksürdü. Leblebiler boğazında gıcık yapmıştı sanki. Oysa, gözpınarlarında yaşlar.

Nasıl anlatamadım ona ki, bir insan nerde olursa olur, yine kendisi olabilir; kendi kafasının okulu neyse yine o okulun diplomasıyla çıkabilir kolunun altında, diye?
Aysel, uygarlığı da, aşkınlığı da, denetimsiz bir doğallık, içgüdülerine tutsak başıboş bir özgürlük olarak almadığımı da bilir. Tıpkı kendisi gibi. Yine de Aysel’in sözünü kesişimde ne öfke, ne kırgınlık, ne yıkkınlık vardı. Çünkü Aysel anlatırken korkunç bir şey algılamıştım o gece: Bir insan narkoz almadan, kesilip biçilecek yerini uyuşturmadan kendini kendi eliyle ameliyat eder, bunu da ölmeden başarırsa, insanoğlu için yaşamın en güç yanini, yapayalnız olmak denen şeyi de başarır. Kendinden gayrı kimseye verecek hesabı bulunmayan bir Aysel vardı karşımda. İçinde tek kaçamak nokta barındırmayan apaçık bakışları. Gelecek günlerin yeni yüklerini yüklenmeye iyice hazır. Hep yanlış yapmaktan korkardı. Şimdi yanlışa da hazır bir Aysel. Ama yeni yanlışa. Eskitilmiş olana değil. adı

Yüreğini oyup önüne koymuş. Beynini çıkarıp eline almış. Görebildiği bütün kötü urları, kılçıkları, tozları, geçmişin biriktirdiği, tarihinin yığdığı nice hastalıklı hücre varsa hepsini, elbet bir gözün görebildiği, bir mikroskobun seçebildiği oranda tek tek cımbızla ayıklamış. Buna dayanan, yalnızlığa en iyi dayanır. Kesip biçtikleri, ayıklayıp attıkları arasında değilsem, birlikteliğimizin sürmesinden onur duyacağımı söylemiştim ona. Bunu ben istemiştim. Onur, evet. Birlikteliğimizi pamuklara sarıp, ancak böyle korumuş olacağını sanan ben, onu pamuklardan çıkarıp ovan, üstüne çaba harcayan, yalnız bu birlikteliğin değil, varoluşumuzun da, bulunduğumuz yerin de üstüne çaba harcayan ben değilim. Aysel. Kanayarak, acı çekerek, ödeyerek. Yarayı deşmekten kaçınmayarak. Oysa ben, Doğululuk’la Batılılık arasında bir savaş vermekten bile kaçındım. Ne diye yoracakmışım kendimi? Bizim kendimizi yoracağımız nice yerler, nice konular var daha? Ben Batılı’yım, bitti.

Unuttum dediklerimiz değil mi, en unutulmaz olanı?
Sen de, biliyorum, sevgiyi tam zamanında istersin. Ne daha erken, ne daha geç. Sen benden daha hepçi ya da hiççisin. Ya da öyleydin. Nasıl oluyor da bunca sevgisizlik, güvensizlik, bunca hıyarlık ve en iyisinden çocuksu enayilikler ortasında hiçte değilsin? Sorarım elbet. Çünkü benden iyi bilirsin ki, “hep” diye bir şey zaten yok. O zaman nasıl oluyor da hep in peşindesin Sürekli olarak o bütün sevginin, o bütün insanın peşindesin ha? Beni inançsızlığımdan kuşkuya düşüren sensin. Kendi kendime yalanlar söylemek zorunda bırakan, yeniden inançlara sivanmak zorunda bırakan sensin. Senden kurtulmak tümüyle her şeyden kurtulmak olurdu. O mektupta ne dediğimi çok iyi biliyorum: “Kop artık yakamdan! Sanki o yakaya ikide bir yapışıp, “Aysel imdaat!..” diyen ben değilim. Boğulurken boynuna sarılıp, seni de karanlık sulara çeken sanki ben değilim! Beni sevme! Göz ucuyla, için titreyerek bakıp durma bana! “Yakamdan kop!” Sana olan sevgim de, katır gibi ayaklarının üstünde dikilip duruşuna duyduğum hayranlık da bana yük. Sırtıma koca bir yük sevgin.
Demek, kimse yoktur, herhalde yoktur, demek başka, kimsenin olmaması başka. Demek, “Artık kimse yok, “the end’, yalnızım” dediğim zamanlardaki yalnızlığım geçici bir yoksulluk gibiymiş. Doğduğum kenti ve oradakileri hemen hemen hiç düşünmez olduğum, Oktay’ı başımdan defettiğim, Maçka’daki galeride küfrü basıp ardından tokadı yediğim, -ardından yüzümdeki tükürüğü silemediğim- cezaevi kapılarında dayanışmaya koşmaktan caydığım -yani caydırıldığım-, sonra benden kutsal bir görevi yerine getirmem istendi diye, yeniden paçaları sıvadığım -paçaları yeniden sıvadığım için kendime lanetler ettiğim-, “the end”i kondurmak için de kalkıp bir mektupla bezginliğimin bütün yükünü Aysel’in üstüne yükleyerek her şeyden elimi yüzümü yıkadığım zaman; “the end”in altına koskoca bir tura gibi “Her şey hiç. Tek gerçek yalnızlık” imzasını atışım, üç gün sonra, üç ay sonra, ama önünde sonunda biteceği bilinen bir yoksullukmuş.
Yaşayan en iyi bilir dememişler mi? Demişler. Bakın, bu barut rengini her yerde barut kokusu duyduğum için böyle boyuyorum. İçine kan kırmızısı sızmış bu barut rengini, bakın bu şafak rengi, şafak rengi nasıl önü açık, önü açık engin bir turunculukla, bir morlukla örtüyor bakın Ve şu çiçek, bakın, bakın, nasıl şafak rengi. Uzaktan uzağa büyüyüp geliyor, çok uzakta daha, yine de ayırdedilebiliyor, yine de o renkle canlandığını, dirildiğini, o renge kendi renginden de renk kattığını nasıl söylüyor, söylüyor değil mi ve hepsini hep dirençli olmak, yaşamak için ayakta durmak, hep güçlü kalmak zorundaki insanın hüznü, o güzel, saygın hüznü nasıl sarıp sarmalıyor, çünkü hüzün
Engin gidince ağzına dek dolu kül tablalarına baktım. Fikirlerin, öfkelerin, kıvançların, yarım yamalak boşalımların birer kül tablasına sığınıp kendilerini orada özetlemeleri canımı sıkardı hep.
Bütün bir gece kendime hiçbir şeyi çok görmedim. O kadar da değil. Bazı sahtekârlıklarım oldu. Bana nasıl baktığının farkındaydım. Ama farkında değilmişim gibi durdum. Kadınca şartlanmalar nedeniyle değil. Bir doçent oluşumun şartlanmalarindan henüz sıyrılamadığım için.

Yeniden diri, dolu bir kızdım. Bütün aklım, bilgim, saçlarım, dudaklarım, göğsüm, belim, dünyaya bakışım, gülüşüm, söyleyişim bir bütün halinde ortaya dökülüyordu. Bir arada hem saygıdeğer, hem saygıdeğmez; hem kusursuz, hem kusurlu; hem giyinik, hem çıplak. Hem kadın, hem insan.

Havaya değip de bozulmasın diye salamura tenekelerinin üstüne taş koyarlar. O zaman düşünmemiştim sanıyorum. Ama galiba taşı kaldırılmış bir peynir tenekesiydim.

Bizim cahil kızlar hep korkak olurlar zaten!” dedim. “Biz de böyle erkek erkeğe dans edip gezeriz artık.” Bu ânda beni şaşırtan bir şey oldu. Ben, onun yeniden kızacağını sanırken Aysel bana doğru bir adım attı. Sütlü kahverengi gözleri parıldayarak, “Yok yok. Ben korkmam. Sizler de korkmayın. Babalarımız gibi yalnız kalmayacaksınız. Sizi yalnız koymayacağız, korkmayın!..” dedi. Aslında ne demek istediğini anlamama firsat kalmadan koşarak uzaklaştı. Çevik koşuyordu. Avrupai bir genç kız gibiydi. Saçlarını da çok güzel bir şekilde omuzlarına bırakmıştı.
Kendimi bu kadar da önemsemiş olamam. Ağzına dek dolu bir havuz oluşumu nerden çıkarıyorum? Belki de ölüm geldi, kapıya dayandı. Kişi böyle parlak imgeleri olsa olsa ancak ölümün eşiğinde yakalar. Böyle, romanlara özgü tanımları en acınası durumlarında yakıştırır kendine. Herhalde yine aynı korkudan: Önemsiz bir toz parçası gibi üflenip gitmekten. Ama ben bu duyguyu daha önce yaşamış olmalıyım. Son haftalarda. Son haftalar boyunca hemen bütün boş saatlerim genç öğrencimle dolu. Sanki dünyanın sonu gelmiş de, sanki iki dakika sonra tümümüz küller altında kalacakmışız da İşte bu yüzden bütün sevecenliğimi, bütün sıcaklığımı, hoşgörümü engelsiz boşaltıveriyordum. Bir yatağa yeniden girmeden, daha önce yapılmış olanı aşarak, daha önce yapılmış olan her şeyi başkalarına bırakarak, birlikte olunan zamanın her saniyesini yoğunlaşabilecek denli yoğunlaşmış bir özle doldurarak Hemen nerdeyse sonu gelecek bir dünyanın seyri içinde
İşte o anda içimde bir şeyler oldu. Gizli gizli uyuyan bir yaraya parmak basılmıştı da, o yara birden kanamaya başlamıştı sanki.
Öğretmen misiniz efendim?
Genç adam Ali’ ye donuk donuk bakıyor:
Biraz
Biraz öğretmen nasıl olunur ki? Yani, öğretmenin birazı nasıl olur?
Hiçbir şeyle ilgilenmiyorsanız neden okudunuz peki? Neden okumak istiyorsunuz?
Kızlar bile okuyor.
Bu da yeni moda işte! Kızlar okuyormuş Öyle. Bizimki de okuyor. Hakim olacakmış. Vay, vay Kadının en kutsal görevi, analıktır, analık!.. 🙁 🙁
Bir kısmı memur. Bir kısmı işsiz. Memur olanlar, işsiz olanlara şarap ısmarlıyorlar. Ama ister memur olsunlar, ister bir memur olabilecek bilgiye sahipken işsiz gezinsinler; ne önemi var? Ömründe hiç rastlamadığı ölçüde yürekliydi bu insanlar. Savaş üstüne, eğitim üstüne, sanat üstüne, ülkemiz ve yöneticilerimiz üstüne çok değişik, çok da haklıya benzer düşünceler söylüyorlardı. Her şeye rahatça dil uzatabiliyorlardı. Ağızlarından bal damlıyor. Her dakika gülünçlü bir söz fırlatıyorlar ortalığa. Kimse kimsenin altında kalmıyor. Biri ötekine küfürler yağdırıyor. Sonra gidip omzunda ağlıyor onun. Biz böyle mi olacaktık? diyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir