Kolektif kitaplarından Dante’den McLuhan’a 24 Başyapıt Üzerine Konuşmalar kitap alıntıları sizlerle…
Dante’den McLuhan’a 24 Başyapıt Üzerine Konuşmalar Kitap Alıntıları
ilk defa içinden okuyan insan Aziz Augustinus’muş. Bir metin eline aldığında sessizce içinden okurmuş ve sonra çevresindekiler de dehşetle karşılamışlar bunu. O güne kadar hiç görmedikleri bir durum çünkü herkes okuduğu metni yüksek sesle okurmuş. Yüksek sesle okumanın nedensiz bir alışkanlık olmadığını biliyoruz, çünkü çok uzun süre noktalama işaretleri bizim bugün bildiğimiz anlamda gelişkin değildi ve kullanılmıyordu. Özellikle bu kopistlerin tembel olmaları nedeniyle, bir elyazmasını çoğaltma durumunda olan kopistlerin tembellikleri nedeniyle de gelişmediği söyleniyor ama bazı noktalama işaretleri zaten çok geç sirkülasyona giriyor. Dolayısıyla yüksek sesle okunma ve duyulma esasına dayalı olarak yazı kâğıdın üzerine geçiriliyordu. Bu da belli bir okuma biçiminin egemen olmasına yol açmıştır. Bu okuma biçiminden bizim bildiğimiz anlamda okuma biçimine geçilmesi bir hayli zaman istemiş bir iştir, artı hem okuma eyleminin köklü bir değişimden geçmesine, hem de bunun bir sonucu olarak yazma biçiminin değişmesine yol açmıştır. Yani Proust’un “Yitik Zamanın Peşinde”sinde kurduğu bazı cümlelerin 16. yüzyılda yazılabileceğini düşünmek biraz zordur, onlar ancak deli saçması olarak yorumlanacaktı, çünkü bütün o trafik işaretleri olmaksızın onun strüktüre edilmesi, kafada bile strüktüre edilmesi mümkün değil. Oysa Proust, zihinsel hızıyla yazma hızı arasında bir paralellik kurmanın yolunu bulduğu için o kadar uzun cümleler kurmuş bir yazar
Ben hâlâ kalemle yazmayı sürdüren yazarlardan biriyim. Ama sayımız azalıyor, bunu görüyorum
Biz bugün dönüp baktığımız zaman “Matbaaya kim neden itiraz etsin ki?” diye düşünebiliriz. Matbaa çok yararlı bir şey, ondan önce 300-400’ü aşmayan manüskri sayısı, daha doğrusu çoğaltılma sayısı birdenbire açılabildiğince açılmış. Yani kim buna itiraz edebilirdi? Öyle değil. Yakma girip bakıldığı zaman, pek çok yazarın bu dolaşım miktarını ölçü saydığı görülüyor çünkü sadece çok okumuş etmiş insanlara hitap etmek istiyor adam. Kendi yazdığı yapıtın 300 insan tarafından okunmasının doğru bir şey olduğunu düşünüyor. 3000 insan için yazmıyorum, dolayısıyla onlara gitmemesi gerekir diyor. Oysa birdenbire matbaa ile birlikte bu sayı katlanınca endişe duymaya başlıyor. Şimdiki çoğaltım araçları sonsuz katsayısına gidiyor. Kişinin kendi donanımına bağlı bir şey bu; altı yabancı dil biliyorsa örneğin, hesaplayamayacağı ölçüde metinle karşı karşıya gelme ihtimali, internet aracılığıyla var. Yazan kişi, yazıyı kullanan kişi için bu yeni bir endişe kaynağı dolayısıyla.
Kant, basitçe eleştirinin ve yargının filozofu gibi algılanıyor ama, Kant aynı zamanda kural olmadığı yerde kural varmış gibi, son derece uçurumsal bir şey yani sahtekârlığa girmiyor bu. İnsan birçok durumda, yani öyle vakalar var, kural yok, varsayaraktan, sonuçlara çıkmak durumundasınız.
Felsefe herhangi bir objeyi düşünmekten çok, düşünme üzerine düşünme, düşünme teknikleri üzerine düşünme anlamında bir şey. O anlamda, kendi işlem kuralları, yeniden eğilip buradan başka işlem kuralları çıkarmaya yetenekli bir şey. Hep başka şey çıkarmaya yetenekli. Bunun için de Beckett de mümkün, Kant da mümkün, ondan sonra Russell da mümkün. Birbirleri ile ortak hiç paydası olmayan yazarlar ve zihinler mümkün oluyor. Bunun anlamı şu: bunların hepsini aynı sepete doldurup, uzaya yollamanın ne kadar güç olabileceğini aslında vurgulamaya çalışsak yavaş yavaş.
Dilerim sabrınız uzun ömürlü olur.
Acının, yalnızlığın, bekleyişin, umudun, bir gelecek ufkunun belirsizliğinin ama tam da bu belirsizliğin zamanı Batı metafiziğinin, tabii bu arada diğer düşünce sistemlerinin de sorunu olmuş, derdi olmuş, konuların geleceği. İnsanlığın geleceğinde, insanların hâlâ derdi olup olmayacağı problemini açıyor.
Bir miktar belirsizliğe tahammül etmeyi öğrenmeliyiz
Faulknetida da rastlanan, -bunlar kendi iç dünyalarını anlatan, son derece dar bir çerçeveyi bir evren haline getiren yazarlardır; Faulkner da Amerika’da uyduruk bir bölgeyi anlatır sadece- özelliklerin görülmesi lazım. Joyce da sadece kendine dair daracık bir çerçeveyi anlatıyor ama ondan evrenler doğuruyor. Bunu doğurabilmek için müthiş bir dil üstadı. O dil üstadının Türkiye’de Türkçenin varyasyonlarıyla ifade edilebilmesi için ya bir Joyce bulmak lazım, Türk Joyce, bu oyunları tek başına yapsın ya da bir heyet kurmak lazım.
Joyce bir dil üstadı. Bunu benim söylemem gerekmiyor, herkesin bildiği bir şey. İngilizceye, örneğin Shakespeare’in yaklaşık 3500 kelime eklediği söylenir, o dönemin İngilizcesine Joyce da bir bu kadar kelime eklemiş olabilir. Ama bunlar tabii İngilizce Shakespeare döneminde henüz olgunlaşmış bir dil olmadığı için, o kelime ilavesi Shakespeare’in çok daha güçlü olmuştur.
Joyce böyle bir haletiruhiye içinde öğretmenlik yaptığı okulda, çok genç bir kıza âşık oluyor. Giacommo Joyce bu aşkın ifadesi. Son derece platonik bir aşk. Utanç içinde çünkü.
Einstein’a gidiyorlar. “Kimse bizim sözümüzü dinlemez” diyorlar. Bu arada Einstein 1932’de Amerika’ya yerleşmiş. “Ama senin sözünü dinlerler”. Hatta bir mektup da yazıyorlar onlar Başkan Roosevelt’e, “Almanlar bunu buldular. Bohemya’da uranyum yatakları var. Bunu geliştirip bomba yapabilirler. Sonucu çok kötü olabilir” diye yazıyorlar. “Siz onlardan önce yapın, korkutun Almanları” diyorlar. Einstein imzalıyor bu mektubu ve gönderiyor Roosevelt’e. Bir süre ses çıkmıyor. Politikası sürüyor uzun süre. Born araya girip Churchill’le konuşuyor. Churchill anlamıyor. Neyse, sonunda Manhattan Projesi başlıyor. Bomba yapılıyor ve bu ekibin amacı korkutmak, kullanılması değil. İstedikleri bu denemenin herkese gösterilmesi, ürkütülmesi, teslim olun denmesi. Ama politikacılara laf anlatmak, malum. Bu arada Einstein bir mektup daha yazıyor Roosevelt’e, daha çok vurgulayarak bu durumu.
“Silahı yaptınız, kullanmayın, korkutmak için bir gösteri yapın” diyor. Fakat Roosevelt mektubu okuyamıyor çünkü ölüyor. O sırada Truman epeyce acemi bir politikacı ve Roosevelt’le kıyaslanırsa, pek de benim izlenimim, aynı çapta bir insan olmadığı yolunda. Mektubu masaya koyuyor Roosevelt ama ne yazık ki okuyamamış. Gördüğünüz gibi Einstein atom bombasının babası değil. Einstein o kadar mütevazı ve barışa o kadar duyarlı bir insan ki, bu konuda görüştüğü bir hanım gazetecinin ona “ama yine de düğmeye siz bastınız” sözüne karşı en sonunda, başım eğerek “evet, bastım” deyivermiş.
“Silahı yaptınız, kullanmayın, korkutmak için bir gösteri yapın” diyor. Fakat Roosevelt mektubu okuyamıyor çünkü ölüyor. O sırada Truman epeyce acemi bir politikacı ve Roosevelt’le kıyaslanırsa, pek de benim izlenimim, aynı çapta bir insan olmadığı yolunda. Mektubu masaya koyuyor Roosevelt ama ne yazık ki okuyamamış. Gördüğünüz gibi Einstein atom bombasının babası değil. Einstein o kadar mütevazı ve barışa o kadar duyarlı bir insan ki, bu konuda görüştüğü bir hanım gazetecinin ona “ama yine de düğmeye siz bastınız” sözüne karşı en sonunda, başım eğerek “evet, bastım” deyivermiş.
Einstein’ın atom bombasıyla ne gibi bir ilgisi olabilir? Bir, tabii ki, atom ya da hidrojen bombası, enerji çıkan her olayda bir kütle azalması söz konusu, bunu bize ilk öğreten Einstein. Kömür de yakarsanız bu oluyor, kütle azalıyor. Karbonu tartsanız, oksijeni tartsanız, sonra karbondioksiti tartsanız karbonla oksijenin kütleleri toplamı karbondioksitin kütlesinden azıcık daha fazla çıkar.
Derslere pek gitmiyor, kendisi evde çalışıyor. Dilediği kitaplarda, dilediği kadar düşünerek çalışıyor ve ders notlarını da Marcel Grossman’dan alıyor. Grossman’ın onun hayatında 3 önemli rolü var. Bir, ders notlarını vermesi, sınavlara hazırlanmada yardımcı olması. İki, daha sonra Grossman’ın babası Einstein’a bir ufak iş buluyor; çünkü iş bulamıyor hocalarıyla olan ilişkisinden dolayı. Üçüncüsü de, genel görelilik kuramını formüle ederken, birtakım daha ileri matematik bilgilerine ihtiyacı var. Grossman matematikçi olarak Einstein’a yardım ediyor, işbirliği içinde öğretiyor bunları. Einstein Enstitü’yü 6 üzerinden 4,6 not ortalamasıyla bitiriyor. Hiç fena değil ders devamı ile kıyaslandığında, ancak hocalarıyla ilişkisi yüzünden asistanlık bulamıyor. Geçici işlerde çalışırken Grossman’ın babası ona Bern’de bir patent dairesinde, “ikinci dereceden patent inceleyici” olarak iş buluyor.
Einstein aslında iki insan. Biri bilim adamı, öbürü de insan. Şimdi, bilim adamları insan değil mi? Bilim adamlığı geçmişten bugüne dek, 4-5 tane fen bilimi adamı, ben bilim dediğimde fen bilimlerini kastediyorum. İngilizcesi ve Fransızcasında bu farklılık var, Türkçede yok.
tarih; öznesi ve sonu olmayan bir süreçtir
Dostoyevski sevenler bilmiyorum bu bilgilere sahipler mi? Ben bile şaşırdım. Şiirle başlıyor bu işe Dostoyevski, şiir sevgisiyle filan. Evet Rus edebiyatındaki yeri dedik, dünya edebiyatıyla bağıntısı ne olabilir dedik. Kişisel mizaca biraz çabuk geldim.
Roman alanında, şiir alanında, oyun alanında, drama alanında Rus gerçekliğinin temellerini atıyor Puşkin. Gogol diye bir başka dev var. Bu da bir başka mucize. Ukrayna’dan böyle bir adam çıkıyor ve iki büyük yazar, Puşkin ve Gogol çağdaş Rus edebiyatı diyebileceğimiz edebiyatın temellerini atıyorlar. Dostoyevski bu anlamda gökten düşmüş değil. Dostoyevski’yi severken bu yazarlarla olan bağını göz ardı etmemek lazım Şimdi ne gibi bir bağlantısı var onlarla? Bunu kısaca söyleyeyim. Tabii pek çok yön var ama, edebiyat tarihlerinde pek sık tekrar edilen cümle şudur: Puşkin ‘küçük adam’ tipini, toplumsal koşulların ezdiği küçük insanı ilk kez Rus edebiyatında yaratmış bir yazar. Nerede yaratmış? 1830 yılında, belki 1831 olabilir Byelkin’in Öykülerinde Ya da Menzil Bekçisinde Puşkin, bir insan tipi çiziyor. İşte bir fukara adam, menzil bekçisi, menzil deniyor, atlarla geçilen yerler, filmlerde filan var. Bir subay geliyor, yakışıklı bir adam, menzil bekçisi fukara bir insan, güzel bir kızı var, Dünya. Yani kızı alıp gidiyor. Esası bu işin. Adamcağız bir zaman sonra kızın peşinden büyük kente gidiyor ve orada büyük kentle o küçük insan karşıtlığı çok çarpıcı biçimde yazılmıştır, üç beş sayfalık bir öyküde. Gerçekten de, gerçekçi bir şekilde küçük insan tipinin yaratıldığı Rus edebiyatında ilk yapıt diyebiliriz buna. Tabii, Puşkin’de bir lirik yaklaşım var, o gerçekliğin yanı sıra sevecen bir yanı var Puşkin’in. Gogol ise tam tersine küçük insanı bir bakıma yerden yere vuruyor; ironi var Gogol’de; Belinski’nin, ağır bir ironi, “kamçılayan bir humor” dediği İşte “Palto” öyküsü, bildiğimiz. Dostoyevski, bu iki yazardan çok etkilenmiş, bu küçük insan tipinden. Bir söz var, Dostoyevski’ye atfedilir: “Hepimiz Gogol’ün Paltosu’ndan çıktık” diye. Şimdi ben Puşkin’le ilgili tezimi yazarken, Dostoyevski’nin tabii yazılarını okuyorum, hiçbir yerde buna rastlamadım. Sonra arkadaşlara da sordum. Onlar da bilmiyor Sonra araştırmalar sonunda şuna ulaştım: Dostoyevski’nin söylediği bir laf değil, kimin söylediği de belli değil.
Bana göre bir yazarı o yazar kılan, yahut bir sanatçıyı o sanatçı kılan, hatta bunu belki bilim alanına bile projekte edebiliriz, o kişiyi o kişi kılan kişisellik.
Althusser Kapital’in Fransızcaya yapılan bir başka çevirisine yazdığı önsözde, Kapital’in işçi sınıfı veya emekçiler açısından okunabilir olması için bazı bölümlerinin okunmaması gerektiğini, bazı bölümlerinde Hegelci izler olduğunu, bazı bölümlerinde de Marx’ın gerçekten gününün geçtiğini iddia etmişti. Böyle ciddi bir “Kapital hangi bölümlerinde bilimseldir; hangi bölümlerinde bilimsel değildir?” gibi bir iddiayla işe girmiştir.
Marx’ınki. Ve sadece bir iktisat kitabı değil, aynı zamanda bir felsefe kitabı olmamakla birlikte, siyaset felsefesi bağlamında bir okuma yapmanın mümkün olduğu bir kitap.
Birçok karakterin farklı romanlarında tekrar karşımıza çıkması Balzac’ın 2500 kişilik bir kasabayı idare etmesinin, çeşitli dönemlerde tekrar o kişileri başka yönleriyle ele almasının Balzac açısından büyüklük olduğunu düşünüyorum.
Okumayı seviyorum, ama hayatımda hiçbir romancıyı, hiçbir insanı tanrı olarak almam ve bunu son derece sağlıksız bir şey olarak görüyorum.
Balzac 1840’larda bütün romanlarına İnsanlık Komedyası genel adını veriyor. Yaza yaza bu 91 roman da İnsanlık Komedyası’nın içerisinde birikiyor.
Balzac 1850 yılında öldüğünde Victor Hugo cenazesinde çok güzel bir konuşma yapmıştır, aynı zamanda evde onu ölü olarak görmüştür. Choses vues (Görülen Şeyler) adlı eserinde “Tamamiyle Napolyon’u görmüş gibi oldum, imparator orada yatıyordu” der Balzac’ı anlatırken. Dolayısıyla Balzac’taki bu Napolyon hayranlığı neredeyse fizik olarak Napolyon’a benzemeye kadar gitmiştir.
Hakikat varlığın bilgisidir; ama hakikatin içeriğini belirlemeden önce kendisi yoluyla ona ulaştığımız bilgiyi eleştirmemiz lazım.
İçinde oluşu, olumsuzlamayı barındırmayan bir düşünce aslında insani bir düşünce olamaz
İtalya’da, İngiltere’de farklı farklı okumalarıyla Hegel var. Ama 1930’lardan sonra Fransızlar geç ile olsa çok farklı ve ilginç Hegel okuması yapıyorlar. 1945’ten sonra hemen hemen herkes Hegelci; 1968’de herkes Hegel’le uğraşmaya başlıyor yeniden; 1970’te mesela Foucault “Zamanımızın bütün entelektüelleri mantıkla, epistemolojiyle, Nietzsche’yle, Marx’la hepimiz Hegel’den kurtulmaya çalışıyoruz” der.
Hegel’i idealist olarak okumak mümkün; materyalist olarak okumak mümkün; teolojik okuması mümkün; hümanist okuması mümkün. Bunların hepsi yapılmış.
Hegel’i heyecanlandıran şeyler; mesela bir Descartes’ı, modernitenin ilk filozofu Descartes’ı heyecanlandıran şeylerden çok farklı. Buradan başlayabiliriz diye düşünüyorum. Hegel’in karşısındaki sorular ve heyecan konulan farklı. Descartes’ınki neydi? Descartes, Hegel’in de dediği gibi modernitenin ilk filozofu. Orada ilk defa uzun bir yolculuktan sonra kendimizi yurdumuzda, evimizde hissederiz der; modernitenin içerisinde, oraya adım atmış olarak hissederiz der Hegel ve böyle selamlar Descartes’ı. Ama aradaki farkı yine de görebiliyoruz. Descartes, Galilei’yi anlamaya çalışıyor; zamanın doğa bilimini anlamaya çalışıyor; maddeyi anlamak istiyor. Karşısında madde var, maddeyi anlamak istiyor. Bilim var, maddenin bilimi var Descartes’ın derdi bunlar. Niye derdi? Çünkü filozof ve kültürün bütün bölümlerini bir arada anlayan, anlamayı dert edinen kişi. Bunu sonuna kadar meşrulaştırılmış bir söylemle, yani felsefi bir söylemle anlatmak isteyen biri. Hegel’in karşısında ise çok farklı şeyler var. Aslında ona geçmeden Kant’tın da derdinin ne olduğuna bakabiliriz. Kant’ın da karşısında Newton bilimi var. Bilgiyi düşünmek var. Çünkü bilgi konusundaki sorgulama Descartes’takinden farklı bir noktaya gelmiş. Hegel’in karşısında ise Bastille’in alınışı var; terör var; Robespierre var; Napolyon var. Yani filozofun derdi değişmiş. Derdinin konusu, heyecan konusu değişmiş. Bu sadece Hegel’e özgü bir durum değil. Zamanın bütün entelektüelleri, filozof olsun ya da olmasın, Avrupa’yı kasıp kavuran Ren’in öte yakasındaki olaylara gözlerini çevirmiş durumdadır. Onları anlamaya çalışıyorlar. Ren’in bu yanında, Almanya’da işlerin niye öyle gitmediğini anlamaya çalışıyorlar. Fransa’da olan olaylar özellikle başlangıçta hepsini çok heyecanlandırmış ve bir ilerleme kokusu buluyorlar havada. Başlangıçta iyimserler. Daha sonra bir kısmı terörle ve Napolyon’la birlikte terör konusunda daha kuşkucu bir yaklaşıma geçiyorlar, ama; Kant gibi bir kısmı devrime sadık, olumlu bakışlarını koruyorlar. Hegel de böyle. Bu her şeyden önce felsefe için köklü bir değişiklik demek, çünkü; felsefenin genel olarak tarihsellikle ve zamanla ilişkisi pek olumlu olmamış. Çünkü felsefe bilgiyi, hakikati ezeli, ebedi, zaman ötesi bir şey olarak algılamış. Zamansal olanı genellikle, ampirik olanı gelip geçici, rasyonaliteden, akılsallıktan yoksun, ihmal edilir ya da bazen de irrasyonel olarak algılamış. HegelTe birlikte ise, ilk defa felsefenin sahnesinin başkahramanı olarak zaman’ın rol aldığını görüyoruz. Felsefi söylemin sahnesinin merkezine yerleştiğini görüyoruz. Bu gerçekten büyük bir değişiklik. Ve bu, çağının tabii ki genel entelektüel ortamının yaşadığı değişiklikle, allak-bullak oluşla da yakından ilişkili. Ama felsefede böyle bir değişikliği gerçekleştirmek tabii ki felsefenin, bilginin, hakikatin tanımına kadar uzanarak bir yeniden sorgulamayı da beraberinde getiriyor. Belki bunlara kısaca değinmek lazım. Ama ondan da önce genel olarak Hegel üzerine birkaç şey daha söylemek istiyorum. Hegel belki en farklı okumalara uygun bir filozof.
Aklınızı, sezginizi, duygunuzu, başka ne varsa bütün hepsini birden kullanın. Tek yönden yaklaşmayın.
Goethe’nin Doğu’yla ilişkisini aktarayım. Biliyorsunuz çok önemli bir yapıtı var onun. Batı-Doğu Divanı. Şimdi ben bunun, sadece isimden yola çıkarak ne kadar kültürlerarası bir yapıt olduğunu söyleyeyim. Divan, Almanca değil Farsça bir sözcük. Batı ve Doğu derken arada çizgiyle söylüyor, yani eşit değerde söylüyor bunu. Goethe’nin, yapıtı okursanız eğer, adamakıllı Doğu’ya yaklaşması var. Ve çok klasik bir lafı var. Doğu ve Batı birbirinden ayrı düşünülemez diyor. Önemli olan bunu Fransız Devrimi’nden önce söylüyor olması. Goethe tam anlamıyla kültürlerarası düşünen biri. Disiplinlerarası düşünen biri.
Sembolik anlamda, Faust’un içinde şeytan her zaman var zaten. Şeytan zaten içselleştirilmiş. İnsanın içinde zaten var o.
Neden Goethe denince hemen aklımıza Faust geliyor? Goethe’nin o kadar çok şiirleri, dram yazıları, epik yazıları var ki; o aynı zamanda resim yapıyor Neden Faust? Nedenlerden biri Faust yapıtının neredeyse Goethe’nin bütün hayatını, yani yaklaşık 60 yılını kapsayan bir yapıt olması. Burada o dönemlerdeki Avrupa kültürünün tarihini izliyoruz. Daha önemlisi ise birçok yapıtta da karşılaştığımız gibi yapıtın yanlış yorumlanması söz konusu. Mesela Nasyonel Sosyalizm zamanında Faust dramını Almanlar kendileriyle özdeşleştiriveriyorlar birdenbire. Artık Faust estetik bir yapıt olmaktan çıkıp, sosyolojik bir söylem haline dönüşüyor. Eylemde bulunan insan her zaman yanılabilir, ü zaman her şey mübahtır. Önemli olan sondaki Kantvari amacınız, isteğiniz. Gayet tabii bu tehlikeli. Ama bu uzun yıllar Almanların kahraman Faust’la özdeşleşmelerinin sloganı oluyor. Daha sonra Faust el değiştirip komünizmle özdeşleştirilmesini yaşıyor. 2. Faust’un sonunda bataklıkları kurutup orada mutlu insanların yaşamasını sağlayacak koşulları hazırlar. Orada özgür bir halk yaşar. Bu Faust’un son sözleridir. Estetik bir yapıttan kahramanın çıkarılarak bir ideolojiyle özdeşleştirilmesi her zaman olan bir şey ve çok tehlikeli. Ama bu sefer de Faust’u çöküşün simgesi olarak gösteriyor. Aslında bir yerde doğru tabii. O kadar yükselmenin sonunda nitekim böyle bir şey oldu. Görüyorsunuz ne kadar farklı ideolojik yorumlara neden olan bir yapıt. Savaştan sonra bu yorumlar değişiyor. Bu sefer daha çok estetik bir yapıt olarak ele almıyor. Hatta kabarelerde Faust ile eğlenmeye bile başlıyor insanlar Çünkü Faust o kadar da önemli bir kahraman değil. Çok da kötülükler yapabilen biri. Ve Alman halkı nasıl olur da böyle bir kahramanla özdeşleştirilir diye başlanıyor eleştirilmeye Daha sonra da bazı tiyatro yapıtlarında çok farklı ele alınmaya başlanıyor. Daha da çağdaşlaştırılıyor. 18. yüzyıldan alınıp 20. yüzyıla taşınarak 20. yüzyılın sorunsallarıyla özdeşleştiriliyor.
Rousseau’nun felsefesi bir özgürlük felsefesidir.
Toplumsal eşitsizliğin giderildiği, biricik kamusal kimliğin yurttaşlık olduğu, toplumla politik yapının özdeşleştiği bir sistem olarak Rousseau’cu cumhuriyet. Burada Rousseau’cu anlayışın liberalizmden olan farkı bir kez daha ortaya çıkıyor. Liberalizm toplumsal eşitsizliği sivil topluma veya sosyal alana mahkûm ederek sorunu yasa önünde eşit, yani hukuk ile çözmeye çalışırken burada yurttaşlık bağının devreye girdiğini görüyoruz. Bunun nedenini ele alalım. Rousseau’ya göre bireylerin yasa karşısında eşit kılınmaları aslında sorunu çözmemiştir.
Modern politik düşünce, bugün de aynı şekilde, gerek liberaller olsun gerekse Rousseau, politikanın temel işlevinin toplumsal sorunu çözmek olduğu konusunda hem fikirdir. Yalnız problem bundan sonra başlar. Örneğin Hobbes’un toplumsal sorun diye güvenliği getirdiğini, Locke’un refah, güvenlik ve demokrasiyi ön plana çıkardığını, Rousseau’nun ise toplumsal eşitsizliği toplumsal sorun olarak değil, aynı zamanda politik sorun olarak gündeme getirdiğini görüyoruz. Yani sosyal sorunun analizinde de bir fark var. Liberaller sivil toplumu temel alan bir demokrasi anlayışına ulaşıyorlar. Rousseau ise yurttaşlığı temel alan bir Cumhuriyet Demokrasisi anlayışına çalışıyor.
Temelde insan çok yalnız bir yaratık. Adada da Robinson Crusoe çok yalnız bir yaşam sürüyor. Karşılaştığı dış etkenler de çoğunlukla kendi içinde bulunan ve bastırılmış birtakım güdülerinin yansımaları, eğretilemeleri oluyor
Aydınlanma’nın hiçbir şekilde Ortaçağı karanlıkta bırakmak veya karanlığa mahkûm etmek gibi bir hakkının olmadığını düşünüyorum. Aydınlanmacılara izafi ettiği nominalizm 13. yüzyıldan geliyor. Ortaçağ fevkalade aydınlık bir çağdır. Ortaçağ, evet, bir yandan kilise bağnazlığı vardır, engizisyon vardır ama, onun yanında, bu bağnazlığa, bu yaptırımcılığa, insanı hiçe sayan yaklaşıma karşı çıkan muhteşem bireyler yaratmıştır. Dostum Mehmet Ali Kılıçbay’a bir atıfta bulunmama izin verirseniz, Ortaçağın entelektüelleri vardır. Ortaçağ, entelektüelleri yaratan çağdır. Onun için, en azından kendi hesabıma, Ortaçağ’a asla bir haksızlık etmeyi düşünmem.
Ansiklopedi gözleme ve deneye dayanan bilim ve sanatların, ucu geleceğin kazananlarına açık bir derlemesi olarak toplumun bütün kesimleri için olmazsa olmaz bir koşul saydığı eğitimin yolunu aydınlatmaktadır. Ansiklopedinin programı, iyimserliğini, uygarlığın gösterdiği gelişmeden devşirir.
‘Art’ yani ‘Sanat’ sözcüğünün, 18. yüzyılda bugün kullandığımız anlamından daha çok bilimlerin uygulanma tarzını ifade ettiğini belirtmem lazım. Bilim, incelenen nesneye ilişkin gözlemler bütünüdür.
Aydınlanmacılar determinizme iman etmiş kişilerdir. Aydınlanma’nın nominalizmi bana öyle geliyor ki onca yücelttikleri aklın bilme istencinde devreye soktuğu yeni araçlarla yol açtığı zihinsel yer değiştirmeler içinde, aynı zamanda da bir haddini bilme aklı olmasından kaynaklanıyor. Çünkü Aydınlanma’nın epistemolojisi aklın mutlaklığından uzaklaşır, insan aklının tarih içinde kazandığı görecelikte, tarih içindeki gelişiminde şekillenir. Çünkü yine, Aydınlanma için akıl, Lessing’in tanımıyla söylersek, “öncelikle sahip olduğumuz bir şey değil, kullanırken edindiğimiz bir şeydir”.
Doğayı bulanık ve keyfi varsayımlara dayanarak bilip tanımayı umut edemeyiz. Doğanın bilgisine; fenomenlerin düşünmeye dayanan incelenmesiyle, bunları birbiriyle karşılaştırmak suretiyle çok sayıda fenomeni, elden geldiğince bunları ilkesel olarak görebileceğimiz tek bir fenomene indirgemenizi sağlayacak sanat yoluyla ulaşabiliriz. Bu ilkelerin daha kolay kavranmalarını sağlayan bu indirgeme işlemi, gerçek, sistemli düşünüştür ve çoğunlukla uyuşmadığı sistem düşüncesiyle karıştırılmamalıdır. Öyleyse tek çare elden geldiğince çok sayıda olguyu toplamak, bunları en doğal bir düzen içine sokup düzenlemek ve öteki olguları doğuran belli sayıda temel olgulara indirgemek olmalıdır
Aydınlanma dendiğinde genellikle 18. yüzyılın Fransız düşünürleri akla gelir. Bu çağın “filozoflar yüzyılı” diye ikinci bir şekilde adlandırılmasına yol veren şey de budur. Ne var ki, o dönemin, filozof diye anılan Fransız düşünür ve yazarlarından hiçbiri, benim kişisel kanımca, eğer Rousseau’yu bir kenara bırakacak olursak, gerçek anlamıyla filozof değillerdi. Voltaire bile Ansiklopedi’nin Fransızca maddesinde, gotik bir yönetimin on iki yüzyıl her türlü bilgiyi karanlığa boğmasına rağmen Paris’te bugün dünyanın bütün kentlerinde olduğundan daha fazla filozof bulunduğunu yazarken, Londra’yı o kentlerin dışında bırakıyordu ve Fransız ruhunun felsefede İngilizlerinkine belki de eşit olduğu yolunda, aslında Voltaire’in hiç de alışık olmadığı bir alçakgönüllülük sergiliyordu.
Akıl, giriştiği zihinsel işlemlerdeki analitik vasfın ya da ileri sürdüğü savlardaki yargı, açıklık ve besbelliliğin dikkate alınışına göre, bazen kanıtlamadan geliştiren gidimli yargı gücünün yetişidir, bazen de bilmek, kesin olan şeyi olumlamak, varlığı varlık olarak yakalayıp ilkeleri ortaya koymak, düşünce ve yaşam için zorunlu ve yeterli olan hakikatlere ulaşmak yetişidir.
Daniel Defoe, romanın yazarı, 1660’ta doğmuş 1731’e kadar yaşamış; o da toplumun yeni dinamizmini ortaya çıkaran sınıfa bağlı bir kişi. Babası bir kasap; Püriten bir geçmişi var; Püriten bir eğitim sürecinden geçiyor. O sıralarda çok moda olduğu gibi o da bir Avrupa seyahati yapıyor. 16. yüzyılda, 17.yüzyılda, bütün genç erkeklerin yaptığı gibi Avrupa’da sanatı tanımak ve Avrupa yaşamını tanımak sürecinden o da geçiyor. Durmuyor; tüccarlık yapıyor, batıyor çıkıyor, bir kitapçık yazıyor, çünkü politik görüşleri çok kuvvetli bir insan Daniel Defoe ve Hollanda’dan gelen kralı ve karısını tutuyor. Hollandalı olmanın İngiliz olmaya engel olmayacağını ileri sürdüğü bir kitapçık yazıyor. Bu kitapçığı yazdığı için hapse atılıyor, hapisten de casus olmayı kabul ettiği için çıkarılıyor ve özellikle İskoçya’da casusluk yapmaya başlıyor, çünkü o sırada da İskoçya’nın İngiltere’yle birleştirilmesi çalışmaları var. O arada da Robinson Crusoe’yu yazıyor. Robinson Crusoe aslında üç kitaptan oluşan bir yapıt. Genelde okunan ve popüler olan birinci kitap, Robinson Crusoe’nun maceraları bunun bir de ikinci bölümü var; 2. bölümde Robinson Crusoe romanın sonunda İngiltere’ye gidiyor İkinci kitapta tekrar seyahate çıkıyor ama ikinci kitapta anlatılan hikâye, bir tüccarın başka bir tüccarla birlikte yaşadığı birtakım serüvenler. Üçüncü kitapsa Robinson Crusoe’nun ahlak dünyasını ve içdünyasını çözümleyen, çözümlediğini söyleyen bir devam. Daniel Defoe, bu romanı yazarken gerçek bir hikâyeden esinleniyor
Dünya’nın ortada olduğu, dünya merkezli zomki bakış açısı değişiyor ve Dünya’nın aslında, Güneş etrafında dönen birçok gezegenden biri olduğu ortaya çıkıyor. Bu da Tanrı’nın insana bakış açısını, insanın Tanrı’nın bakış açısını nasıl gördüğünü değiştiriyor.
Kralı öldürmekle 1649’da İngilizler sadece politik lideri değil aynı zamanda Tanrı’nın temsilcisi olan kişiyi de öldürmüş oldular.
İnsanın insanın kurdu olduğunu değil, insanın insanın dostu olduğunu söyleyen düşünürler, Locke gibi mesela, ortaya çıkacaktır.
Plautus’un bir oyunundan alınan bir cümle: “İnsan, insanın kurdudur.” Bakın Hobbes’la özdeşleştirilen bir başka cümle. Hobbes’un değildir bu söz. Yanlış hatırlamıyorsam İÖ 300’üncü yıl olması lazım. Romalı oyun yazarının oyununda kullandığı bir sözdür ve yalnızca Hobbes değil başkaları da kullanmıştır. Yalnız Hobbes geldiği zaman o kullanım bambaşka bir anlama gelecektir, dolayısıyla ondan önceki kullanımlar pek önemli değildir. Mesela 16. yüzyılın başında Victoria adlı bir düşünür çıkıp “ben insanın insanın kurdu olduğunu düşünmüyorum” demiştir. Ama kimse çıkıp Victoria’ya sen insan insanın kurdudur düşüncesini keşfeden düşünürsün demedi. Neden demedi? Çünkü Victoria çok yeni bir şey söylemiyordu. Tabii Hobbes’un zamanında da birçok düşünür var. Hobbes kendinden önceki düşünceleri, parça parça düşünceleri çok iyi sentezleyen bir düşünür. Dolayısıyla Hobbes da döneminin ortak kaygılarını taşıyor.
Leviathan Hobbes’tan başka şeyleri de hatırlatıyor. Dolayısıyla Leviathan’ın, Hobbes’a göre daha geniş bir ad olduğunu düşünmek mümkün. Eski Ahit’te buluyoruz Leviathan’ı. Bilirsiniz, belki bildiğiniz şeyleri tekrarlıyorum burada kusura bakmayın! Ama Eski Ahit’te bir deniz yılanı Leviathan diye adlandırılıyor. Ayrıca bir deniz canavarı Leviathan diye adlandırılıyor. O deniz canavarı tanrısal güçle de özdeşleşir Eski Ahit’te. Bazı bölümlerde deniz yılanı, bazı bölümlerde deniz canavarı. Hobbes da bir deniz canavarı olarak kullanır bunu, biraz sonra geleceğiz oraya, daha doğrusu bir canavar olarak kullanır. O canavar da devletle özdeşleşir. Biz Leviathan’ı deniz canavarı olarak bir başka çok ünlü kitapta buluruz. Hepinizin tanıdığı Herman Melville’in Moby Dick adlı kitabında. Kaptan Ahab’ın savaştığı beyaz balinaya aynı zamanda Leviathan der, Melville. Ahab da zaten Tanrı’yla savaşmaktadır. Sembolik olarak. Ya da tanrısal güçle savaşmaktadır. Tanrı’ya karşı çıkan bir insandır. Dolayısıyla Hobbes’la Melville’in Leviathan adını birbirine çok yakın anlamlarda kullandıklarını söylemek mümkün. Ben birkaç yerde daha Leviathan’a rastladım. En azından iki roman biliyorum adı Leviathan olan. Bir tanesi Türkiye’de yayımlanmış olan Paul Auster’in Leviathan adlı kitabı. Niye Leviathan? Bunu anlamış değilim kitabı okuduğum halde. Okumayı, bitirmeyi başaramadığım Julien Green’in yine çok eski bir kitabı. Muhtemelen başka yerlerde de bu Leviathan adına rastlamak mümkün. Hobbes’un Leviathan’ı ise, deyim yerindeyse, Hobbes’un bir çelişkiyle karşı karşıya olduğunu gösteren bir ad. Çünkü Hobbes biliyorsunuz bir devlet teorisyeni. Yani biz modern devlet tasarımının Hobbes’la yetkinleştiğini 1651’de yayımlanır Leviathan; işte biraz ukalalık ederiz, devlet Leviathan’la birlikte ortaya çıkar. 1651 yayın tarihi bizim için bu yüzden çok önemlidir. Ama Hobbes sanki, biraz sonra bunun başka uzantılarını da göreceğiz, kendi yarattığı canavardan korkuyormuşçasına ona Leviathan demekle yetinmez. Yani biz onun kutsal kitaba gönderme yaparak bir canavar olduğunu biliriz. Ama bazı yerlerde doğrudan doğruya soğuk canavar diye adlandırır. Bazı yerlerde ölümlü tanrı diye adlandırır. Yani aynı zamanda o dünyevi düzende yeni bir tanrı yarattığının, ama bunun son derece korkutucu bir güç olduğunun da farkındadır. Ama bu korkutucu güç de Hobbes’un vazgeçemediği bir güç olacaktır. Dolayısıyla Leviathan adının kullanılması Hobbes’ta bence son derce anlamlı.
İslam bilginlerinin yaptığı çalışmalar var. Çok önemli. Batı bunları referans vermeden kullanıyor. Tabii üzücü bir şey. Ama referans verebilir miydi o zaman? O da tartışmalı. Örneğin Descartes’ın Gazali’den birkaç sayfa alıntı yaptığını biliyoruz. Ama Descartes Metafizik Düşünceler’i bastırırken bir İslam âliminden, bir imamdan alıntı yaptığını söyleyebilir miydi? Çünkü Descartes o kitabı kilise otoritelerine onaylattı. Bunu yapabilir miydi? O da tartışmalı.
Sancho Panza, çağının tam bir makine-insanıdır. Hobbes’yen bir karakterdir. Bütün istediği uyumak için sıcak bir köşe, karnının doyması, canının acımamasıdır
Sancho Panza da şövalyelik dilinde, ufak tefek gafları da olsa ustalık kazanıyor. Pekâlâ aşk mektupları yazabiliyor. Bir yandan sanat yapıtının, kendine yeterli, kendi içine kapanan bir bütün; bir yandan da tarihine gönderme yapan bir metin olduğunu söylerken, bir taraftan da Sancho ve Don Quijote ikilisinde, Cervantes bize her yapıtın aslında eski ile yeninin karışımından dönüşümünden oluştuğunu söylüyor
Cervantes 15471616 yılları arasında yaşamış bir yazar. Çok fakir bir aileden. Babası gezici bir doktor, eczacı. Yedi çocuktan biri. Doğru dürüst eğitimi yok. Ama hayatının bir devresinde, Madrid’de çok şanslı çünkü Hoye de Hoyos diye Erasmus’un öğrencisi olan birinin öğrencisi oluyor. Hatta sonradan Lopez de Hoyos’un asistanı olarak, lisede zannediyorum, ders veriyor. 1569’da İtalya’ya, Roma’ya gidiyor: Rönesans’ın beşiği, sanatın beşiği Roma’ya. Fakat orada, 1570’te II. Selim Kıbrıs’ı ele geçirince Papa bir haçlı seferi çağrısı yapıyor ve Cervantes de bu çağrıya kapılıp İnebahtı Savaşı’na katılıyor, 1571’de. Orada sol elinden sakatlanıyor. Hayatı boyunca sol eli sakat, sol elini kullanamadığını söyler. Köle olarak Cezayir’e satılıyor ve 1575’ten 1580’e kadar tutsak oluyor. İnebahtı Savaşı’ndan sonra. En son tutsaklığı da Hasan Paşa’nın elinde. Tam o, Cervantes’i, bu köleyi İstanbul’a getirecekken fidye parası yetişip, kurtuluyor. Hep şey diye düşünmüşümdür, “acaba Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’si, eğer Hasan Paşa Cervantes’i İstanbul’a getirseydi ne olurdu?” diye. Bir küçük devam mıdır bu tarihi epizoda. 1582-87 arasında yazarlığı deniyor. Oyunlar yazıyor. Çok oyun yazıyor fakat bunlar kayıp, elimizde değil. Yalnız iki tanesi var. Pek de başarılı olmuyor galiba. Arkadan pastoral roman yazıyor, La Galatea (1585) diye. O da çok ses getirmiyor ve büyük bir yazar olmaktan ümidini kestiği için memuriyete giriyor. Oldukça da para sıkıntısı var ve bazı yolsuzluklar yüzünden üç kere hapse giriyor ama yolsuzluk da şöyle bir şey: Mesela bir arkadaşı geliyor, kasadan para istiyor, “bunu işleteceğim, sonra iade edeceğim, 15 gün içinde, faizini de paylaşırız” falan diye. Tam o sırada da yakalanıyor. Ve 1600’de memuriyet hayatı bitiyor. Belki de isabet oluyor çünkü Don Quijote’nin birinci cildi 1605’te çıkıyor. 1600-1605 arasında hep Don Quijote üzerinde çalıştığını zannediyoruz ve 58 yaşında o zaman. Ve düşünün ki o zamana kadar yazar olmayı kafasına koymuş ve pek de adını duyuramamış bir yazar bir gecede meşhur oluyor ve Don Quijote önce İspanya’da ondan sonra bütün Avrupa’da en çok okunan, en çok dile çevrilen kitap. 1615’te Don Quijote’nin ikinci cildini yazıyor. Aslında pek niyeti yok da, ikinci cildi yazmaya, o kadar çok taklitleri dolaşıyor ki ortalıkta, Don Quijote’nin devamı diye. Bir tanesi de onu çok sinirlendiriyor. Avelenada diye birisi, tam kim olduğunu bilmiyor, Avelenada diye birisi, takma isim midir? Sahiden böyle biri var mıydı, bilinmiyor. Fakat oldukça yetenekli bir yazar. Don Quijote’nin devamı budur ve okuyunca göreceksiniz ki o ahlaken düşük, yaşlı, sakat adamın yaptığından da daha iyi bir şey yaptım, diye de bir önsöz yazınca sinirlenip, Don Quijote’nin ikinci kısmını yazıyor. Ama biz ikisini bir kitap olarak okuyoruz.
Konuşmalar, Meditasyon olmazsa da Konuşmalar. Dolayısıyla popüler bir yazar olmuş Descartes. Ama bugün okuduğumuzda, bilmiyorum denediniz mi, elinizden düşen bir kitap.
A. Güzel- Bir şekilde biz de skolastik bir yapı içindeyiz şu anda.
C. Bâli Akal- Hayır. Biz modern bir yapılanma içindeyiz ama premodern talepler de olabilir bir toplumda. Kaldı ki bu sorun aslında bizim modernite ve postmodernite arasındaki ilişkiler tartışması var ya, bu da doğrudan doğruya bu sorunla ilgili. Eğer postmodern diye bir yapılanma oluşacaksa bundan sonra ya da postmodernizm diye bir şey varsa onun meşruiyet anlayışı farklı olacaktır.
Deneme yazmak, ben diye konuşmaktır
İkdam gazetesinin sanat köşesinin edebiyat sütununu ben yöneticem ama bu işten çok utanıyorum. Hayır edebiyattan değil, karşısında şimdiden aczini duyduğum okuyucudan utanıyorum. Gazetecilik ticaret mahiyetini aldıktan sonra, kendisine müşteri ismi verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek gayreti ile gazeteler yavaş yavaş sütunlarından düşüncenin bütün şekillerini sürüp attılar. Hareket etmeyen güzel bir vücudu nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de bir taraftan yiyecek ve içecek ilanları, diğer taraftan metni kovan resimlerin istilası altında kaldı. Dünya basınına göz atılınca hükmedilir ki, mide ve bağırsak dimağdan çok daha şerefli birer uzuv derecesine yükselmiştir. Hatta iri göbekli insanların etrafımızda çoğaldığına bakılırsa birçoklarını şimdi dimağlarını kemik muhafazasından çıkarıp karınlarında taşıdıklarına hükmetmek lazım geliyor. Dimağ, haysiyetinden bu kadar kaybettikten sonra, hayati faaliyette insanın filden, karıncadan, leylek veya zürafadan hiçbir farkı kalmıyor. Rabbim, her zevki tatmin edecek ve ismi yine sanat ve edebiyat olacak olan felsefe taşını nasıl bulmalı?
Melali anlamayan nesle aşina değiliz
Ahmet Haşim
Ahmet Haşim
Vatanım dünya, bütün insanlık kardeşlerim
Sokrates söylemiş diye değil, kendi tabiatıma uyarak hatta aşırılığa bile kaçarak, bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalı’yı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı, kendi milletim ile akrabalığımın üstünde tutuyorum. Doğduğum yerin pek o kadar düşkünü değilim
Deneme Batı ya da Batıcı toplum düzeninin bir ürünü değildir ve Modernlikten önce de deneme olduğunu söylüyor ve bizi uzak uygarlıklara götürüyor. Çin, Çin’de çok büyük bir deneme geleneği var. Tao var, Konfüçyüs var
Türk aydını tercüme odasında doğmuştur
Aksiyon kötüdür. İnsan suçlanır. İnsanlar eşit değildir, muhafazakârlığın temel kavramında; bunun boyutu da faşizme kadar varır. Allaha şükürler olsun bilim adamlarına artık baktılar ki zencilerle beyazlar arasında bir üstünlük yok. Maymunlarla da aramızda fark yok. Ama bunlar yüzyıllar boyu bir sürü savaşlara neden oldu. En azından bahane oldu. Beyaz adamın yükü. Yani demek istediğim insan kavramına değer verilmez değil, tersine insan için ne güzel şeyler söylenmiştir.
Bir Bektaşi edebiyatını, bir Yunus’u düşünün. İnsan, hakir olduğu zaman mutlu olunmaz. Yaratığı severim yaradandan dolayı diyen insanlar hakir değil ama siyaset açısından bu adamların lafına fazla bakma
Folkways: Önce âdetler vardır, töreler vardır. Daha sonra bunlar daha da düzenlilik içerisinde belirli yaptırımlar, toplumsal onay ve sosyalleşme sürecine paralel olarak birtakım yasalara dönüşürler. Tepkileri bellidir.
Üretim olmazsa, iş olmaz. Yaratım ve üretim. Onu beceremiyorsa. İşte birinin bir sözüyle batarız.
Ben Türkiye’ye, Türklere her an, Türkiye’de yaşayan herkesin yaratıcılığına inanıyorum ama bazı şeyleri çözemiyoruz.
1688’deki tablo aynı. Türkler tembel. Türkiye’yi seven birisi Dowson. “Türkler dış dünyayla ilişkili değil. Türkler küçük şeyler peşinde”
Hobbes’un dediğiyle Machiavelli’nin dediği aynıdır: Bütün insanlar kötüdür. Güvenilmez onlara. Ne yapacaksın? Korkut! Ne yapacaksın? Besle! Bilge Han da aynı şeyleri söylemiş. Göreceğiz. Halkımı doyurdum diyor Bilge Kağan. Bu bakımdan bir geçiş dönemi. İtalya’nın genel kültürel yapısı, zenginliklerinin yanında siyasal cüce olmasını engellemediği gibi, yasaklanan yazarlardan bir tanesi de o dönemde olmuş. Bu ulusal birlik ifadesini fazla hatırlatmaya gerek yok.
Machiavelli devlete bir şirket gibi bakıyor. Çok hoş. Bugün Amerika devlete şirket gibi bakar. Son makalelere baktığınız zaman, devlet, yönetim üzerinde, özellikle oyun teorisinde kazanılacaklarla kaybedilecekler. Mesela General Motors’un menfaatleri, Amerika’nın menfaatidir der.