İçeriğe geç

Dağı Delen Irmak Kitap Alıntıları – Kemal H. Karpat

Kemal H. Karpat kitaplarından Dağı Delen Irmak kitap alıntıları sizlerle…

Dağı Delen Irmak Kitap Alıntıları

İslam modernleşmeye engel değildir.
Korkum şuydu, bir darbe başlarsa sonu gelmez, çeşitli bahanelerle yeni bir darbe olacaktır
Rus tarihi ile Osmanlı tarihi arasında, zıt dursa da paralellikler, benzerlikler vardı. Yani ortaya çıkış ve organize olma açısından. Çarlık ve padişahlık arasında benzerlik var.
Avrupa fikre, Amerika uygulamaya önem verir.
Biz neyiz? Batılı mıyız Doğulu mu? Nereden geliyoruz, nasıl oluştuk?
İki çeşit cennet ve cehennem vardır. Birincisi kitapların yazdığı cennet ve cehennem ki onları Allah yaratmıştır, ikincisi ise insanların yer üzerinde yaşarken yarattıkları cennetler ve cehennemlerdir. Müslüman’ın vazifesi bu dünyada cennetler yaratmaktır.
Bazı insanlar da, kalbinde, zihninde ne yattığını bilmeden ama onların gücüne boyun eğerek yeni yollar arar. Bulamazsa yolunu kendisi yaparak yürür. Denizler, kıtalar, kurak çöller aşar, hep yürür; ömürler yaşar, kısa bir hayat boyunca. Engellere çarpar, sendeler, yıkılır ama sonra tekrar toparlanarak yoluna koyulur.
Taa denize ulaşıncaya kadar. Tıpkı dağı delen ırmak gibi
Eğer İslam’da bir mucize istiyorsanız gidiniz şu Hac ve Umre’deki insan topluluğunun hareketini görünüz. Kendiliğinden oluşan, açıklaması imkansız bir gücün emrinde gibi hareket eden bir insan kütlesi. Görmeden anlaşılamaz. Öyle uzaktan oturup laf söyleyen zavallıların, uzaktan yorum yapan sosyologların bu hadiseyi görmeden konuşmaları abestir. Ben Kudüs’te Hz. İsa’nın gömülü bulunduğu kiliseyi de ziyaret ettim. Yahudilerin Mukaddes Duvar dedikleri yeri de ziyaret ettim. Oradaki sahneler de ilginçti. Fakat hiç birinde Mekke’de, o Umre zamanı gördüğüm hayatı, canlılığı, başkalığı, o kendine has kimliğin tezahürünü görmedim. Ve bu beni etkiledi. İslam’ı çok daha ciddi olarak ele almaya, daha iyi tanımaya itti. Bu gördüğümü anlatmak bir insanlık borcudur, entelektüel bir borçtur s. 417-418.
Kişinin hayatını, kişiliğini, benliğini, kimliğini bir dereceye kadar ortamı ve ailesi tayin eder.
Türk Olmak Koskoca Bir Tarihi Sırtında Taşımak Demek.Ağır Bir Yük Ama Şerefli.
Bir dost söylemişti,”Biz Türklere tatlı dille istediğimizi yaptırırız “,haklı imiş
Ne olduğunu bilmeyen ve ona göre hareket etmeyen kimse başarı sağlayamaz.
Türk olmak koskoca bir tarihi sırtında taşımak demek.Ağır bir yük ama şerefli!
Komünist dönemde din, gelenek vesaire inkar edildiği için bu kadar sene dayanabilmiş olan bu kitle, o dönemde çökmeye başlamıştır. Rumenler ve Hıristiyanlar kadar olmasa da Müslüman kitle de çökmüştür.
Biz Türklerin üç çeşit tarihi vardır.Bir resmî tarih;iki,Avrupalıların yazdığı tarih ki bu ikiside şüphelidir.Bir de halkın zihninde kalmış tarih vardır.İşte hakiki tarih odur.
Bilir misimiz,Yaşar Kemal ‘Mutluluk çocukluğumuzda gördüğümüz,o düşü bir daha görmek için de hayat boyu çırpındığımız bir düştür.der diye sormuştum.
Dobruca’nın iki yüz küsür köyü bulunmaktaydı. Aşağı yukarı 1890lara kadar bu köyler Çukurova, Çukurköy, Topalova, Başpınar, Hasanfaki, Bayramdede gibi en halis Türk isimlerini almıştı ve Türk köyleriydi. Ancak bugün Türk olarak kalmış çok az köy vardır. Çünkü oradan geçen göçler, sürgünler vb. burayı tamamen Türk izlerini silmiştir. Bir diğer etken Dobruca, İstanbul’a gelen yolun en kısasıdır. İstanbul, yani eski Konstantinopol, buradan geçip giden kitlelerin baş hedefi olduğu için İstanbul’a gidenler Dobrucadan geçmiş, bir kısmı mahvetmiş, hepsi bir iz bırakmıştır. Osmanlı tam anlamıyla bu bölgeye hakimken Karpat’ın kasabası Babadağ ve bu bölge refah ve huzur doluydu.
Kişinin hayatını, kişiliğini, benliğini, kimliğini bir dereceye kadar ortamı ve ailesi tayin eder.
Bir de hep kendimizi avuturuz ya yarın yaparım diye, bir de bakarsınız ki yarın kalmamış
Üç tane ablam vardı. Üçü birbirinden güzel, parlak, zeki, cıvıl cıvıl insanlardı. Akraba kızları da öyle. Şarkılar söylenir coşkuyla eğlenilirdi. Müzik sevgisi de bende o zaman doğdu. Bütün bu güzel şeyleri o kızlardan, kadınlardan öğrendim. Ve bütün güzel şeyleri kadına bağladım. Böylece kafamda kadın, Allah’ın yaratmış olduğu en mükemmel varlık olarak belirdi. Ruhuyla, sesiyle, gülüşüyle, bakışıyla dünyalar açan, İnsanı yeni yeni dünyalara götüren bir mahluk olarak gördüm kadını. Yani onu sadece bir seks vasıtası olarak görmedim. Bir azize, yüksek duygulara sahip, güzeller güzeli bir yaratık olarak gördüm.
Bugün de aynısı oluyor. Bugün hür düşünmek isteyen ulema devlet aleyhtarı diye yok ediliyor. Onlara baskı yapılınca onlar da ifrata gidiyor ve siyasileşiyor bu sefer.
Devlet kendi gücünü savunmak için dinin savunucusu gibi hareket etti, görünürde dini savundu. Kendine mutlak itaati din sayesinde sağladı fakat bu sayede de gerçek hürriyeti yok etti. Devlet kendi menfaati ve varlığı için dini kullandı.
Türkiye dahil her devlet, yirmi-otuz hatta yüz yıl sonrasını düşünerek tedbir almalı. Günlük etkilere reaksiyon göstermekle yetinen bir devlet ayakta kalamaz.
Bir dost söylemişti, Biz Türklere tatlı dille istediğimizi yaptırırız , haklı imiş
Yahu inanılacak bir şey değil, bizim memlekette hevesimizi kıracak devamlı bir şeyler yaratıyorlar.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Benimle çalışmaya başladıkları zaman onlara daima şunu söylerdim, Eğer beni geçmezsen, eğer benden daha iyi bir şeyler yaratmazsan, ben ödevimi tam manasıyla yerine getirmiş sayılmam. Çünkü amaç hocanın altında kalarak ona Allah gibi bakmak değil, onu geçmek. Başkaları da sizi geçerse, daha iyi eserler meydana gelir.
Bir insan kendi toplumunu ne kadar iyi anlarsa, onu ne kadar benimserse o zaman diğer kültürleri de o derece anlar, benimser ve ancak o zaman kendi benliğini ve kimliğini çok daha fazla kuvvetlendirir.
Elit kesim, daima halkı kendi çıkarları için kullanmıştır. Yani kendi halkı için çalışan o halkla beraber yükselmeyi, ilerlemeyi hedef etmiş bir elitimiz yoktur.
Bu milletin kendine mahsus, muazzam bir kabiliyeti var, yaratıcı bir kabiliyeti var. Eksik olan nedir? Bu kabiliyeti devam ettirecek, kaydedecek, yaşatacak entelektüel bir güç, istek, arzu. Olmayan bu. Dönüp dolaşıp entelektüelliğe geliyorum. Bir toplumu idare eden elitleridir ama elitle toplum arasında çok sıkı, derin bağların bulunması lazım. Bu bağlar mevcut olursa, elit de halkının yarattığı her şeyi muhafaza eder, saklar, geliştirir, daha yüksek seviyeye çıkarır.
Yarattığımız birçok şeyi, gelecek nesillere intikal ettirmek için hiçbir şey yapmıyoruz.
İki çeşit cennet ve cehennem vardır. Birincisi kitapların yazdığı cennet ve cehennem ki onları Allah yaratmıştır, ikincisi ise insanların yer üzerinde yaşarken yarattıkları cennetler ve cehennemlerdir. Müslüman’ın vazifesi bu dünyada cennetler yaratmaktır.
bir insanı yalnızca ortamını çözmekle anlayamazsınız.
“Denizler, kıtalar, kurak çöller aşar, hep yürür; ömürler yaşar, kısa bir hayat boyunca. Engellere çarpar, sendeler, yıkılır ama sonra tekrar toparlanarak yoluna koyulur.
Taa denize ulaşıncaya kadar.
Tıpkı dağı delen ırmak gibi ”
Bir İslami Devlet Modeli olabilir mi?
On-on beş ülkede, bilhassa Müslüman ülkelerinde koltuğa oturan gitmiyor. Ne yaparsanız yapın gitmiyor.
Devlet zaten bir sınıf diktatörlüğü değil midir?
Her gün yazmak bir marifettir.
Hâlâ içimde her şeye, hayata, insanlara güzel şeylere karşı sıcaaak, deriiin bir sevgi vardır. Bu sevgi o kadar büyük ki beni boğuyor, dışarı çıkıp kainatı seviyorum insanları seviyorum diye bağırasım geliyor. Sanki edebiyat, içimdeki bu derin sevgiyi daha iyi ifade etmeme yarayacaktı. Bu sayede insanlara iyi bir şeyler vererek katkıda bulunmayı isterdim. İlmî çalışmalar soğuk eserlerdir, bunun yerini tutamaz. Yapmadım, yapamadım. Çeşitli sorumluluklar, öğrenciler, araştırmalar, akademik zorunluluklar, hayatın pratik yönleri, para kazanma ihtiyacı gibi nedenlerle olmadı. Bir de hep kendimizi avuturuz ya yarın yaparım diye, bir de bakarsınız ki yarın kalmamış
Ben böylelikle bu iki dünya arasında kendimi buldum. Ama birini terk edip öbürünü benimsemedim.
Türkiye ne İslamiyet’ten ne Türklükten ve ne de Batı biçimi modernleşmeden vazgeçebilir.
Çünkü öyle insanlar gördüm ki 16-18 yaşlarında tüm enerjilerini ,tüm zamanlarını kadın meselesinde harcıyor, adam olmayı okumayı yazmayı bırakıp geceli gündüzlü bunu düşünüyorlar
Devlet kendi gücünü savunmak için dinin savunucusu gibi hareket etti, görünürde dini savundu. Kendine mutlak itaati din sayesinde sağladı fakat bu sayede de gerçek hürriyeti yok etti. Devlet kendi menfaati ve varlığı için dini kullandı.
Bazı şeyleri tepeden inme yaratabilirsiniz ama birçok duygu, davranış, görüş, beklenti gibi şeyler toplum içinde yoğrularak, zamanla yaratılmıştır. Bunlar siyasî rejimler gibi bir anda değiştirilemez.
Millileşmekten kasıt Türk siyasî bilinci.
Türkiye dahil her devlet, yirmi-otuz hatta yüz yıl sonrasını düşünerek tedbir almalı. Günlük etkilere reaksiyon göstermekle yetinen bir devlet ayakta kalamaz.
Bazı şeyler vardır ki Türk kamuoyu rahat rahat kabul etmez, milli gurur denen bir şey vardır ki güzel bir şeydir.
Hayır, halk yok, devlet var. Her şey devletin yaşamasına, ihtiyacına menfaatlerine göre düzenlenecektir.
Eğer Türk devrimcileri, Cumhuriyeti halkçı, demokratik bir rejim olarak öngördüklerini ve Osmanlı devletinde ahiret ve dünya, din ve devlet ilişkilerinin öteden beri karşılıklı kabule dayandığını anlatabilmiş olsalardı, İslam dünyası Türkiye’de olup bitenleri daha iyi anlayabilirdi.
Öteden beri din, yani İslam, devletin hakim sosyal sınıfların gücünü meşrulaştırmak için kullanıldığından Cumhuriyetin kabul ettiği laiklik birçok İslam ülkesinde din aleyhtarlığı olarak gösterilmiştir.
Her büyük siyasî devrimin mitolojik, efsanevi ve idealize edilmiş bir yönü vardır.
Normal olmayan, gecekonduya sıkışıp kalan adamın, sonuna kadar gecekondu statüsünü kabul edip, fakirlik ve eşitsizlik içinde yaşamasıdır.
halkı kontrol etmek için devlet dini kontrol etme ihtiyacını duymuş ve burada şeyhülislamla işbirliği yapmıştır. Bu şekilde yavaş yavaş şeyhülislâm devlet emrine girmiş, karşılık olarak da o pastadan payını almaya başlamıştı.
Japonya nasıl modernleşti bugünkü haline nasıl geldi? Türkiye nasıl modernleşti ve bir türlü doğru dürüst ilerleyemedi?
Bilhassa Amerika gibi dünyaya demokrasi götürmeyi vaat eden ve her yerde demokrasiden söz eden bir ülkenin, demokrasi ile ilgisi olmayan hareket tarzlarını benimsemesini kabul edemiyoruz.
Siyasetin ruhunda ahlaksızlık var.
Şimdi size çok açık seçik bir şey söylemek istiyorum. Türkiye’de olup bitenleri illa dışarıdan bir gücün idare ettiği, ona göre Türkiye’de darbe yapıldığı vesaire gibi bir düşünce var. Bence bu alabildiğine sakat ve Türkiye’de olup bitenlerin doğru dürüst görülmesine, anlaşılmasına ve ona göre çare bulunmasına engel olan bir düşünce tarzıdır.
Toplumun ihtiyacı olan, meydanlara çıkıp nutuk atan kimseler değil, bu nümayişleri, gösterileri gerektiren sebepleri bulan, onların amaçlarını tayin eden, soğukkanlı, tarafsız düşünen kimselerdi.
Şimdi eğer ben participant (katılımcı) olursam, tarafsız olamam, katıldığım grubu tutmam gerekiyor. Observer (gözlemci) olarak kalırsam tarafsız olabilirim, ona göre ele alıp inceleyebilirim.
sukutuhayale uğramış kalbimle, insan olmaya devam edeceğim.
O halde dedim burada asıl mücadele edilmesi gereken mesele, bu devlet adına hareket eden, ruhsuz, kalpsiz, insanları hiçe sayan bu ejderhanın maskesini indirmek, bunun yerine daha insana yakın bir yüz, bir varlık için çalışmak.
Sen solcu musun? dedi.
Valla dedim ben kendimi şu veya bu kategoriye sokmam
Kurallar vardır fakat bir yerde güç sahibi adamlar, söz sahibi adamlar da vardır, onlara danışılması lazımdır.
Devlet ilahi bir varlık gibi gösterilerek insanların tapınağı haline getirildi.
İşçiye sendika kur, serbestsin diyecek fakat ondan sonra sendikanın ne yapıp yapmayacağını gene üst makamlar kontrol edeceklerdi.
Halkına bu kadar eziyet çektiren bir devlet!
Hadi bir kısım güçlüklerin nedeni savaştı ama bir kısmı düpedüz devletin vatandaşını adeta kendi varlığı için bir vasıta gibi görmesindendi.
Devlet niçin vardır?
Vatandaşına bir mekanizma olarak hizmet etmek için mi, yoksa elindeki gücünü kullanarak tebaasını kendi gayeleri uğruna harcamak için mi vardır?
İşçiler arasında komünist fikirler yayılmasın, propaganda olmasın.
Biz nereye gitsek yabancı muamelesi gördük.
Her şeyden evvel doğruyu söyleyeceğim, doğruluktan şaşmayacağım, düşündüğümü ifade etmekten çekinmeyeceğim, yanlış, hatalı, haksız gördüğüm her şeyle mücadele edeceğim.
Nereye baksanız tutunacak bir yeriniz yok.
Kime hizmet edeceğim, ne yapacağım ben ?
Anladım ki ben henüz tamamlanmış bir kimse değilim.
İçimde yarı bilinçli bir tepki belirmiş: Sen beni yenmişsin, nasıl yenersin?
Onlar Doğu’ya arkalarını dönmüştür, Biz Batılıyız derler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir