Hüseyin Kaytan kitaplarından Dağ Divanı kitap alıntıları sizlerle…
Dağ Divanı Kitap Alıntıları
düşerek bir gözyaşı gibi
geçmişin gözlerinden
Miras bıraktığım büyük sessizlik
paylaşılsın isterim eşitçe
aşıklar arasında.
olmadığın her yerde bulurken seni
olduğun her yerde yitirdim
Aptallık bu diyeceksin
evet öyle
Ancak bir aptal böyle kendi eliyle
toprak bir tepside verir kesilmiş başını vefa bilmez sevgiliye
Varsın böyle olsun
Varsın bütün bir hayat dönsün sonsuz güz mevsimine
Sararmış yapraklar gibi korusun seni sevmiş olduğum günler
Bir ateş kuyusuna eğilmişim de ışık içeyim
anıların açık tuttuğu bir yaradan parlayan Ne gezer!
Bu ateş
koca gözlerimdeki feri doyurmaya ancak yeter
Bir de şu var
Nasılsa karşılaşacağız mahşerde
Ve yargılayınca bizi yukarıdaki ihtiyar sesizliğindeki gizli kelimeleri anlayacak
Haykıracak evrenin tepesinde en uzak yıldızları titreterek
Olur mu böyle sevda? diyecek
Bu ışık ayyaşlarını bir güzel ayıltmak gerek!
Ve emir verecek meleklerine
Beni eski bir ayrılık şarkısının çarmıhına yeniden gererek zebaniler
sevinç çığlıkları atacaklar
Ve seni kendine eğilen bir nergis gibi
asla durmayan bir yağmura baş aşağı aşacaklar
Meyger ışıktan bir sefil, başka yok sunacak kendi kanından
Gül katilidir aşıklar, kefenleri kızılca, mezarları nerdedir
Diger bir bahçedir açıldığın, ey çiy damlasından mücevher
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir
( )
Beklemiyordu Usta yıkıcı ne soruyu, ne devrimin dineceğini ve umudu yoktu hiç, solgun bu sessizlikten
Yine de dedi: Üç keçi almak ve bir kaya yaslanmak isterdim.
sonra dehşetle kapadı gözlerini. Bunun için miydi onca uzun savaşlar, kahraman ölümleri, ağıtlar ve marşlar?
Şimdi her şeyini yitirmişti, özgürlük denen o ele geçmezin ardında solgun bir duruş kalmıştı onca savrulmadan
Yenilmemiş, yenmemişti; her savaş böyledi belki de ruhum ağır demirler ve büyük düzenlemeler istemiyor dedi öğrencinin omzu üzerinden sevinçli bir gülüş gibi eğrilen
ufka baktı
bu dünya mıdır , dedi içinden şaşkınlıkla, nasıl görüyorum?
Başını eğdi. Hiçbir şey düşünmeden boyasız, sağlam meşeden bir kapı pervazı hatırladı
Çocukluğu bir eliyle ona tutunmuştu, küçük ellerine
bulanmış tozlu nemleniyordu
( )
Kürtlerin evleri gerçeğin dışında kurulmuştur. Bir mimarileri yoktur. Bir ideolojileri yok. Belki de en iyi yanları bu. Taşları yontmuyorlar, saman ve topraktan başka harçları yok. Ateşi sembol biliyorlar ama, onu hiç kullanmadılar, ne toprak pişirmekte, ne cam yapmakta.
Topraklarındaki cevherleri ötekilere satıyorlar, giysillerini Araplardan, Farslardan ve Türklerden alıyorlar. Silahlarını düşmanlarından alıyorlar. Kürtler, gerçeğin dışında yaşıyorlar.
Demirci Kawa’yı sembol bilen Kürtler, demiri bilmiyorlar.
sessizliğin tam kalbinde olup biteni
ama anlayamaz kimse ne yıkımın ne yeniden oluşmanın dilini
o kadar dehşet dolu.
Çünkü Işık geçer ve hepsi sen olan Gece kalır
– Gül bir birliktir ki, ayrılık olmazsa ondan içre,
o hakikat değildir. – Soru: Ya Levni nedir?
– Bir sihirbaz seyyahtır ki, sultanı güle eğmiş,
taç yapraklarında kardeş kanı gizlemiştir
– Soru: Tanrı bir soru olsaydı güle, ne söylerdi sure?
– O söylenen mavi bir kitabedir, bin kapının önünde okunur; ama hakikat, körleştiren bir zehirle yazılmış,
bir göz kapağının içindedir.
– Ya ilk siyah gül nerde ve nerden bitmiştir?
– Ilk ayrılık vaktinde, ayrılanların elinden düşen acı şiirden.
– Ve evrenin her yöndeki tek kapısının eşeğinde, büyük bir çiy büyümesi halinde.
hangi zindandan gelirse
benim yüreğim olan o eski yere, o karanlık hafızaya
kilitlenip kalır
Parıldayan kara kanla dolu mekanına uykusuzluğun
Işığın bir evi yok. O gelir ve gider
Benim büyük umutsuzluğum kalır, acı söyleyişim
kayanın siyahına yaslanan yüzüm kalır
Birçok kuş dolu zamanla çevrilen, isteğimin acı haykırışı kalır sonbaharın bozkırında
( )
Eğer fanus yanıyorsa kör pencere içinde ve sen de ordaysan eğer sarhoşsam dirim ve uykusuzluk dolu kokundan
tanrı gizlice meyhaneye iner o gece, -o kaplan, o sis
belki benim suretimde, belki çıldırmış bir küheylan
Anla ki bunlar çocuk ve gül ilişkileridir, kadın ve zaman
ve riya ve tutku ve hainlik ve gül ve Kürdistan
Kökleri göğsümde Arzele, açıl benim yalnızlığımdan
Kökleri göğsümde Arzele, tanı toprağını
Çok genç vurulmuşların boyunlarıdır sustuğum,
o çılgın kuşakta isyan
ve bıçak ve mermi ve rüya ve serab ve leylan
ben uçurumların yüzünde yaşadım, öyle solunca da eşkıya kaldım genç ölmüş arkadaşların sessizliğinde dolaşan
Tanı bu toprağı, ben kendi çölüme sürgünüm, durmadan
uzağa gidişim bundan
Çünkü çöl sürüyor, Cudi’deki o sarnıca kan damlıyor
kayıp bu kavmin umutsuzluğundan
Kalbinin toprak kâsesini Zagros kayalarına çalan ben mahkumum. Efsanede bir düşkün Arzele,
kanun kitaplarında idam
Bir günahkarın gövdesinden ayrılmış kesilmiş bir baş gibi Harran kapılarında aşağılanan
Açıl Arzele ve hiç bir şey umma, umulmaz bu gerçekten
çünkü şarab içiyorum, mısra söylüyorum
isyan ediyorum, meyhanede ayet dinliyorum
Son bir kadeh gibi yalnızlığa kaldırıyorum seni bu dağdan
Ağı ve coşkunluk dolu bu çanaktan
Çünkü kalp, umutsuzluk dolu bir kadehtir, sensin Arzele cam dudaklarıyla tanrıya açılan, şarap dolu,
bütün zehir ve süt dolu
kıyım ve tarımdan doymuş bir kuşağı baştan çıkaran
( )
Yürek! Fırtına kuşlarının öğüdünü tut. Onlar fırtınanın öğüdüyle-
Şimdi bedenin yeraltına inib
kendi ölümüm boyunca yürümek istiyorum
Derin taş yollar boyunca çıplak
kadın, sen sonsuz olmak isterdin
kendi duygusu olmak
kendi ıssızlığı
kesilmeyen zaman olmak isterdin
Dünyanın buğusundan kendi izlerini sil benim dağlarımda acı kök ye, toprak tükür
Bırak kırılsın, tanrının
akşam dağ gölüne çaldığı
kendine tutsak fanus
Fanus ki sensin Kahire, ışığın tutsak edildiği
İşte artık yoksun, artık soğuk, artık karanlık, artık
güzel uykusu çığ bekleyen bir ormanın
Uçurum çöktü devrildi, dağ yıkıldı, Kürdistan yanıyor
Yağmurun yüzü, sisin gölgesi, bir hayal hükmediyor herkese
Kış bitiyor gül açmak için, amma gülistan yanıyor
Aleve keser dağlar, senin bakışlarınla yanmış
Gül, demek yazılmışsın toprağa, o gül kayıtlı divan yanıyor
Bir kitap kalır yıkıntıda, Kahire’nin kör gülü
Adını alıp gider rüzgar, adını konuşan yanıyor, susan yanıyor
Her insan en temiz ölümünde yıkanır
Çünkü bizim yalnızlığımızdan başka nedir ki tanrı?
ve ad verdiğim zaman sana, sende bir hakikat öldü: O ilk hakikat
Öldü ve hakikatten zamana dönüştün
Suçlu olan benim ağıdıma düştün
Artık bir tutsaktın ve yoksul, gözyaşıydın. Ve yastın
Suçtur ve yastır sınırlı zamanda hayat
Hakikat yoktur. Bu bizim suçumuz ve körlerin ağlayışıdır
İşte bu alem senin çehrendir
kartaldan uçuruma bir bakış, onun ölümüne sadakati
İşte bu alem, bu bilgisiz derinlikte açan Sarya çiçeğidir
kayalıkta bir sararma ve kaybolma
Bu acıda açan Baran çiçeğidir
acı mavi ve kara yanık gül
Bu dağ senin çehrendir. Henüz yitirilmiş bir geçmişin
ve bütün ölülerimizin peçesi
Kan ve gözyaşıyla kararmış acı maske
kendi bedeninin direğine bağlı
bir recm meydanındasın
Ne zaman ulaşsam, öldürülüyorsun
ona kurban olsun muradsız çocuk, delirmiş mümin
Kendi kurduğum o siyah kayadan toteme
yalnızken tanrı, ibadet edildiğinde hayvan
Yüzümü işte böyle göreceğim, sende görmeyi dilediğim maskemin altındaki binyıllık cüzzam
Orada kendi dokunmamı göreceğim
Aşk diyeceğim işte, bir ejder sarılması
Diyeceğim ki, her menzilde bir dağ yükselttim bulut çağırdım
her savaşta bir inanç yıktım
Güneşli göğüsten bir yürek çıkardım
ve onu güneşe doğru kaldırdım:
-Aşk işte!
Zagros geçitlerinin fırtınalı sarılmasında kör uçurumların kırılmasında sürüyor
O aşk, taşların kendi dilinde sürüyor
Tacir, İpekli Köle ve Seyyah orada ateşe bakıyorlardı. Bir dilenci! diye haykırdı köle beni görünce. Kürdistan’da kimi arıyorsun? diye sordu Tacir. Beni anlamaları tehlikeliydi.
Onun için, dileniyorum, ayrıca Kürdistan diye bir yer bilmiyorum” dedim. Esfahan’a gidebilmek için, yoksulluğunuzu dileniyorum. Dilenmeye ihtiyacın yok dedi
Tacir, satacak bir bedenin var. Satabilmeyi öğren,
Kürdistan gibi bir düşün var. Neden dileniyorsun ki?
Kürdistan nedir? diye sordum. İpekli Köle güldü
Kürdistan, hayatlar ile takas edebileceğim ipektir dedi. Tacir dedi: “Kürdistan benim yoksulluğumdur. Seyyah kibirliydi: Kürdistan benim niteliklerimden yalnızca biridir dedi.
Ve orada savaşa girdim. Yani gerçekten dilenciliğe başladım. Bir insan kurmak için üç buğday dileniyorum dedim. Bugday üç tohumdur, ve üç insan olacaktır. Sevgili olan ihanet edecektir, cesur olan öldürülecektir ve Katil,
-işte o benim olacaktır. Ve onunla bir soy kuracağım.
Seyyah dedi: Üç oğul, üç bağlanma, üç oluştan sana kalan, Katildir. İşte buna Uygarlık dersiniz. Katil, sevmeyi Hainden ve cesareti kurbanından öğrenmiştir. Erdem, iki yolla insandan insana geçebilir: Ya öldüreceksin, ya ihanet ettireceksin!
Öldürdüğün adamın ruhunu alırsın ve o senindir.
Hainlik eden erdemlerini sana bırakmıştır, ve onun iyi oluşu senindir. Tacir dedi: Öldürmek, bir gül yetiştirme işidir. Tarla katliam sonrasında yeşillenir. Ve işte o kutsal kitaplarda, cennetin Aden bahçesinden geçen irmaklar, kan irmaklarıdır. Ve onlar içinde Dicle ve Fırat, Aras ve Kura vardır. Insan orada
tarım yapar.
kurtulamaz linç edilmekten, tanrı adına öldürülür tanrı
Tek başımıza kaldığımızda günahkarız, ama birleştiğimizde
yargılayıcı, taşla öldürücü, kıyıcı oluruz.
‘Paylaşacak o kadar çok açımız var ki’ dedi
‘Elbet sana da düşer sızılardan,
utançlardan ve gururlu açlıktan bir parça’
Kars ve Mardin
ve bil cümle sürgün evlerinin
namlı sakalların gibi sayılmaz Kürdistan köylerinde ve bahusus Dersim’in bütün memnu mintikalarında gizlenen toprak kaçaklarını çıkardık, Huseyn’i çağırdık başını bir mızrak ucunda Kayseri caddelerinde karşıladık
Tören, kemal ve alevi bilgisi
Ve sonradan kızıl ve küçüksün diyordu Erivan radyosunda
bir sarkı
tu sor î û biçûk î
Ağıda elverişli kan, dudakda kuruyub kalmış bir sevda vaadiydi
Dokunduk katı damlasına, kızıl ve kara Huseyn’in asi kellesi ibret oldu bize, artık dönmeyenler gibi
bilindik, lakin geldik
acıyla öğreniriz. Unutmayacaksın, acıyla öğrenmek, uzun nesiller boyu toprak edinmek demekdir. Ekmek yemesini, sarab içmesini bilhassa öldürmesini öğrenmeli. Ekmeğe bizden eklenen ateşdir. Bak küllerimizle, toprağımızla soy sürüyor ateş.
Meşe deyip de bakma, bu yanan bizim ellerimizdir.
Ekdiğimiz buğday değil, sadece kendisi değil, amma kahredilmiş genç bakirelerimizin, kolları kırılarak
paramparça edilmiş gelinlerimizin gözleridir.
Unutmayacaksın. Burada kahreden kollar yetişecekdir. Yaa çocuk, töre gereği kan içen delikanlılar yetişecekdir. Ya kahir vermesini bil düşmanına, ya da kahhar bir nesle toprak ol. bunlar gerekdir. Sevgiyle öldürmek arasında bir ilişki var, bil!
Ya da, öldürmekle sevmek esasda birdir. Simya çingenenin işidir amma,
çingene en kayıb erkek ve en onurlu dişidir.
uykusu yok
Tabii. Bütün ölüler ve bütün şehirler uykusuzdur.
Sızlayan kemikler gibi sızlıyor geçmiş çünkü sızlıyor Bağlar mahallesinin romatizmalı şakaklarında
Özleyecek bir ülke yok
beyaz sis atları yok, tarihin aşındırdığı sokaklar, diz
hizasında pencereler yok
Hasankeyf kasırlarının labirentleri yok
O taş yollarda, güneş dolu odalarda devlet olmanın
mukaddes zulmü şimdi nerede?
Toprak saksılarda akşam sefaları, kuyularda şarap yok.
Ne de yoksulların ayışığı var
– o zaten yoktu.
Gölgesini kovalayan bir çocuk gibi ardımızdan geliyor
ölüm. Nereye gidersek
geçmiş ardımızdan geliyor. Karanlık sızmasın diye pencerelerini kapatacağımız evler yok. Yüreğimizi isıtacak
bir kelime yok. Yüreğimiz
yok. Yüzümüz yok. Yüzümüzde kararıp duran Hacer-ul Eswed giderek kararıyor.
Belki de, artik özleyecek bir ülke bile yok. Neden kimse anlatmıyor Diyarbakır’ı?
Zamanı kayada bir çentikle durdurabilecek kim var?
Kırıldı. Neden kimse anlatmıyor Diyarbakır’ı?
anlatmıyor Diyarbakır’ı?
yalnızlığımız yükseliyor. Bir soy olarak yalnızız kuşatılmışız.
Demek ki bin yıllık testi kırıldıktan sonra yollarda ve kapılarda mukim ejderden başka kimselerin olmadığı bu yerdeyiz, gerçekte evimiz olmayan bu evdeyiz
Yer yok, diger yok, meyger yok
Özleyecek bir ülke yok
Yine de vazgeçmeyen hattatın duygusu bin zülfikar çizmekte çocukların kollarına
Levha. Ceylanların kaçışını yazdığımız senin derindir Siya karnının gerilmiş gergefinde ferman, geçmiş mavisi bir tuğra Gövdene asılmış aşkın, o ölüm bildiriminin altında Siya, senin derine kinan bir neslin soyağacı yazıldı şehidler çetelesi tutulmuş bütün kollarında
ey bir elinin kafesinde tartan ömrümüzü
bir elinin kafesinde ihanet dara
Açıkla! Anlat! Çöz kilitlenmiş yüreğin sihrini
gül neden kızıldır, güzellik demek anlatılabiliyor kanla?
Senin yazgın Siya
rüzgara yazılan ve günlere ve yağmura
Anla yüreğim! Cevabını bilmediğin tek soru ölüm mü?
Dene?
elin neden eziyor bizi
neden gözlerin eziyor, ve kanayan yüzümüz ekberin
seccadesi güya?
mesele, efendiyi köleden kurtarmakta
Ya da, öldürmekle sevmek esasta birdir.
solgun zamanı..”
Göğüslerimizin toprağıyla yeni bir bahçe kuruluyor Aden’de
Cahilim, aç gözlerini süsende, uzat göğe kollarını,
o cennet ağacını
bu bir kavuşma gülüdür dalındaki, hepimizin kanları renginde
Bir Kuşak sürecekse bizden geleceğe, işte sadece böyle
bir hayata sarılır gibi sarılarak kurumuş ağaçlara
yeşertmek için gerekli miktarda kanımız kaldı
Ana südü gibi helal, su gibi aziz olsun şahadetimiz deyip söz verdik, yine veririz
geleceğin mavi göklü çocuklarına armağan diye
bakırdan Mittani tepsileri içinde kalbimiz
Eğilmiş ölü başlar üstünde dağınık,
kara ve ıslaktır bugün gece. Onlar gittiler
Evlerin ocakları önünde derin
ve yaşlı adamların kimsesizliği hala duruyor
Izler var hala, ancak hiç bir geçmişe gitmiyorlar
izler hiç bir yere götürmüyorlar. Çünkü şimdiki zamanda gerçek hayat bir zındandır kendini tutuklamış geçmişi hapsetmiş içinde, nereye gidebilirsin ki?
Mem’se hikayenin zemherisinde üstü betonlanmış bir ceset
Onlar gittiler 
Evlerin ocakları önünde derin ve yaşlı adamların kimsesizliği hala duruyor…
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir
gecenin kanatları çarpıp dururken rüzgârda
neden gece eziyor yüreklerimizi siya
elin neden eziyor bizi
ihanet,mademki doğurabileceğimiz bir cansa
hançeri bugüne kadar neden taşıdık karnımızda?
madem ki hakim mahkumdur gerçekte
neden bu yargılama?..cevap ver!
madem ki tek hüküm kılıçtır hükümdarda cevap ver!
madem ki ölenle ölünmüyor gerçekte ip kimin boynunda?
Sende olanı sana bütün uzaklardan getirmek istiyorum
Ve bazen mezar, dönüp bir çocuklukta öldüğüm sürekli.
Neden gerçekte sende olanı hep uzaklarda arıyorum
Sende olanı sana bütün uzaklardan getirmek istiyorum.
karanlık başka bir şeydir
gözlerini kapadığında.
Nefes alamazsın ölürsün
büyük bir gökyüzü yoksa ruhunda.
Işıksız,uykusuz bir çılgın orman.
Yarın gelecek
Içinde yitirdiklerim olacak, sevdiklerim olacak düşmanlarım.
Demek ki bu yarın aslında kendisinden geldiğimiz bir zaman .
sonra yol başlar, acı ve katlanma dolu günler boyunca solup giden
Herkes seninledir
görkemli davetinde, yaşanan her zamana ağlayanların
Ama sadece sen bilirsin yolu..
Diğer bir bahçedir açıldığın, ey çiğ damlasından mücevher,
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir.
Belirsizliğin sihri çekiyor ruhumuzu bizden uzağa
Hangi uzaklıktan geçersek ona benziyoruz.
Terk edilmiş bir konağa benziyor bu zaman
Binbir kapısında bir çıkışı olmayan
Tek başımıza kaldığımızda günahkarız, ama birleştiğimizde yargılayıcı, taşla öldürücü, kıyıcı oluruz.
Sızlayan kemikler gibi, sızlıyor geçmiş çünkü
Madem ki bildim, öyleyse eyleyeceğim.
Izler hiçbir yere götürmüyorlar.
Çünkü şimdiki zamanda gerçek hayat bir zindandir kendini tutuklamış, geçmişi hapsetmiş içinde, nereye gidebilirsin ki?
Nereye gitsen aynı ıssızlık dönüp durur kalbinin çevresinde.
nefes almaya gerek duymadan
olsaydı öyle eğer,ne gök kalırdı senin üstünde ne benim başımda bu anlaşılmaz sevda.
büyük bir gökyüzü yoksa ruhunda.
olduğun her yerde yitirdim
Uzaklığı sana verdim,bende bir Yer kalmadı