İçeriğe geç

Cuma Günü Uçmayan Kuş Kitap Alıntıları – Samet Doğan

Samet Doğan kitaplarından Cuma Günü Uçmayan Kuş kitap alıntıları sizlerle…

Cuma Günü Uçmayan Kuş Kitap Alıntıları

Samet Doğan kitaplarından Cuma Günü Uçmayan Kuş kitap alıntıları sizlerle

Cuma Günü Uçmayan Kuş Kitap Alıntıları

Ölmek dedi ,Ölmek sorun değil, yeryüzünde ki herkes ölecek, önemli olan cennete gitmek.
Savaş hiç beklenilmeyen bir anda çıkıp geliyor ve hayatları mahvediyordu.
İnsan kaderi için kesin şeyler söylemek yanlıştı. Neyin nereden geleceği belli olur muydu hic?
Bir ceset arabasıyla ölümden kaçıyordum.
Yeni ve hayat dolu bir dokunuş istiyordum üzerimde. Biraz da canlı renkler.
Günahları neydi? Özgürlük istemek mi? Belki de dünyanın en büyük günahı buydu ve bu suçun cezası bombalarla kavrulmaktı.
Her şeyi basite indirgemek için elimden geleni yapıyordum. İnsan doğar, yeteri kadar üzülür ve ölür.
Şadırvana oturdum, yüzüme su çarpıp kendime geldim. Avludaki banklarda oturan ihtiyarlar namaz vaktini bekliyor olmalıydı. Şadırvanın ilerisindeki limon ağaçlarından gelen koku ve serçelerin cıvıltısı keyfimi biraz olsun yerine getirmişti. Nedenini anlayamadığım bir mutluluk doldu sonra içime yine.
Dini hassasiyetleri yüzünden erkek masör arayanların eşcinsel zannedildiği bir dünyada, insan gibi yaşamak isteyen Suriyelilerin isyanı da terör olarak görülebiliyordu. Bu kadar ironi fazla değil miydi?
“İnsan zıddına hayran olur: Korkaklar cesurlara, sakinler delidolulara, aptallar zekilere, çirkinler güzellere.
Acizdim. Dünyayla ilgilenecek durumda değildim.
Ölmek sorun değil, yeryüzündeki herkes ölecek. Önemli olan cennete gitmek!
Son bir çay dedim artık göze dönüşmüş O da odunların yanına çökerek. çayın sıcaklığı içimdeki derin Özlem’i biraz daha derinlere itiyor, yalnızlığın dayanılmaz sancısını bir süreliğine erteliyordu.
Ölmek dedi, ölmek sorun değil, yeryüzündeki herkes ölecek. Önemli olan cennete gitmek!
Bu kentin insanları, üzerlerine kara bir bulut gibi çöken ölümün, bir böceğin ölümü gibi sıradanlaşmasına alışmışlardı.
Şu anda dünyanın dört bir yanında kimileri ağlıyor, kimileri kahkahalar atıyor olmalıydı. Ne tuhaf şey! Burada silah sesleri arasında yükselen feryatlar, ölüm çığlıkları kimin umrundaydı? Dünyada bildiğim tek gerçek, kimsenin bir başkasının acısını hissetmediği ve umursamadığıydı. Şairin de dediği gibi, İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır dı.
Bir parça kan bulaştı elime. Elimden makineme, cebime, pantolonuma, yüzüme, saçlarıma, tırnaklarıma, aklıma, yüreğime Her yerim kan oldu bu ülkede.
İnsan doğar, yeteri kadar üzülür ve ölür
Bir adamın koltuğunu bırakmamasının bedeli bu kadar ağırdı işte.Tarihin derinliklerinde iz bile bırakılmadan unutulup gidecek yüzlerce ceset.
Beter bir şeydi bu. Insan ölüyordu, insan öldürüyordu.
Insan zıddına hayran olur. Korkaklar cesurlara, sakinler delidolulara, aptallar zekilere ,çirkinler güzellere.
Ölmek, dedi. Ölmek sorun değil, yeryüzündeki herkes ölecek. Önemli olan cennete gitmek!
Başka amaçlar, başka kaygılar, başka korkularla yaşamın aynı karesinden geçip gidiyorduk. Baş döndüren bu ahengin kimse farkında değildi. Yaşam, küçük ayrıntılarda gizliydi.
İnsan doğar, yeteri kadar üzülür ve ölür.
-Sen savaş ne demek biliyor musun?
+Savaş bombadır.
-Bomba mıdır?
+Rana bombayı görmüş ama ben sadece sesini duydum..
“İstikrarlı bir psikoloji tutturabilmiş değildim. Ani iniş çıkışları olmayan insanlara her zaman hayret etmişimdir. Sanki yağmur etkilemez onları, hatta bir ayrılık ya da bir savaş görüntüsünde ölü çocuklar; kaldıkları yerden devam ederler yaşamlarına benzer duygularla. Garip ”
Zaman değildi geçip giden, şu halde bizler geçip gidiyorduk bu hayattan..
Son bir yılda yaşadıklarımın bana çok şey öğrettiği şüphe götürmez bir gerçekti.
Benim için hayat, tıpkı bir objeye odaklanamayan arızalı fotoğraf makinesinin vizöründen göründüğü gibi olmuştu hep.
Renkler belirgin olmasına rağmen objeler net değildi. Bulanıktı. Çerçevenin içerisindeki insanlardan ve şeylerden hangisini net görmem gerektiğini bir türlü seçemiyor ve böylelikle sürekli bocalıyordum..
“Nasıl bir dünya lan burası? Neredeyiz, ne yapıyoruz, kafayı mı yedik?”
Şu yaşadıklarımız, bu çılgın adamların devrim çabası unutulup gidecekti şüphesiz. Tarih kitaplarında bu küçük ayrıntılar anlatılmayacaktı, belki savaşın sonuçları veya orta Doğu’ya etkisi işlenip geçilecekti. Şu kadar insan öldü, şu kadarı sakat kaldı ve şu kadarı da ülkesini terk etti. Ebu Ali’nin küçük dünyasını ve büyük mücadelesini kimseler bilmeyecekti.
İyi görüntü yakalayıp belki bir ödül almak,
tanınmak ya da çok para kazanmak gibi mesleki hırsları taşımıyordum.
Aslında yaptığım çılgınca bir şeydi.
Zaten hayatı bu kadar umursamış olsaydım burada ne işim olurdu?
Umursamadım.
Savaşmak ne garip bir gerçek diye düşündüm. Savaşıyor olmak yorulmak nedir bilmeyen bir ruh ve beden
gerektiriyor olmalıydı. Taşradaki insanların ruhları ve bedenleri nasıl da ölüme meydan okuyacak kadar diriydi.
“Zalim Esed’e ölüm!”
“Yaşasın Özgür Ordu!”
İstikrarlı bir psikoloji tutturabilmiş değildim. Ani iniş çıkışları olmayan insanlara her zaman hayret etmişimdir. Sanki yağmur etkilemez onları hatta bir ayrılık ya da bir savaş görüntüsünde ölü çocuklar; kaldıkları yerden devam ederler yaşamlarına benzer duygularla. Garip.
Yazgımız mı bizi bulur yoksa biz mi tercihlerimizle yazgımızı buluruz?
Yazgımızla birbirimize kavuştuktan
sonra mı başlar hayat?
Korku duvarlarını yıkmak için namluların önüne atlayacak kadar korkusuz hale gelmişti insanlar. Bunu anlamak mümkün değildi,ancak hissedilebilirdi. Kimse için değildi savaşları,kendileri içindi. Ne kadar bilinçliydiler bunu yaparken,bilmiyorum ama ölümün farkındaydılar.
yarım kalan bu hikaye konuşmaya devam edecek içimizde. Bir son arayacak kendine, tüm ilklerden çalarak
Zehir oldu yediğimiz şekerler
Duygular bir yerden bir yere giderken daha bir depreşir nedense
Yazgımız mı bizi bulur yoksa biz mi tercihlerimizle yazgımızı buluruz?
Yazgımızla birbirimize kavuştuktan sonra mı başlar hayat?
Bunun ayrımına hiç varamadım..
Şu anda dünyanın dört bir yanında kimileri ağlıyor, kimileri kahkaha atıyor olmalıydı. Ne tuhaf şey! Burada silah sesleri arasında yükselen feryatlar, ölüm çığlıkları kimin umurundaydı? Dünyada bildiğim tek gerçek, kimsenin bir başkasının acısını hissetmediği ve hatta umursamadığıydı. Şairin dediği gibi, İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır dı.
Dünyada sözü geçen tek insan olsaydım eğer dedim kendi kendime ilk işim bu telleri ve dünyanın diğer tüm tellerini sökmek olurdu.
Güneş her geçen gün bu şehri daha fazla kavuruyordu. Sanki bu coğrafyanın insanları lanetlenmiş ve güneş tarafından kavrulmaya terk edilmişti. Günahları neydi? Özgürlük istemek mi? Belki de dünyanın en büyük günahı buydu ve bu suçun cezası bombalarla kavrulmaktı.
Bu kentin insanları, üzerlerine kara bir bulut gibi çöken ölümün, bir böceğin ölümü gibi sıradanlaşmasına alışmışlardı.
“Ölmek” dedi, “ölmek sorun değil, yeryüzündeki herkes ölecek. Önemli olan cennete gitmek!”
Güneş her geçen gün bu şehri daha fazla kavuruyordu. Sanki bu coğrafyanın insanları lanetlenmiş ve güneş tarafından kavrulmaya terk edilmişti. Günahları neydi? Özgürlük istemek mi? Belki de dünyanın en büyük günahı buydu ve bu suçun cezası bombalarla kavrulmaktı.
Dünyanın çok uzağındaydık. Bütün sınırların ötesinde. Kendiyle baş başa kalmış bir dünyada. Doğru ve yanlışın çoktan anlamını yitirdiği koyu karanlıkta..
Yazgımız mı bizi bulur yoksa biz mi tercihlerimizle yazgımızı buluruz? Yazgımızla birbirimize kavuştuktan sonra mı başlar hayat?
Sen savaş ne demek biliyor musun?

Savaş bombadır.

Bomba mıdır?

Rana bombayı görmüş ama ben sadece sesini duydum.

Peki amca cevabı söylemedin, hangi kuş Cuma günleri uçmaz ki?

Perşembe günü ölen serçe.

Kafasını içeri çekip yüzüme bakıp güldü ve Ben de çok günahkârım ama ölümün bunu umursadığından emin değilim dedi aşağılar bir ifadeyle.
Ben feci bir kış yaşıyordum zaten, baharlar çok uzak görünüyordu.
Dalgalanmaların yaşandığı ülkelerdeki insanların kenetlendiği tek bir nokta vardı: özgürlük.
Gazete haberleri böyledir, sadece okur ve anlık bir hüznün ardından diğer sayfaya geçer insanlar.
“Peki amca cevabı söylemedin, hangi kuş cuma günleri uçmaz ki?”
“Perşembe günü ölen serçe.”
Zamanın donup kaldığı bir anda uzandığım şu yerde, uçsuz bucaksız bir boşluğun içinde süzülüp gitseydim keşke, dedim. Geçmişe dair tüm düşüncelerimi ve geleceğe dair umutlarımı boşa çıkarabilecek şeyle yüzdeşmiş olmamdı belki, böyle hissetmeme sebep. Ölüme bu denli yaklaşmak. Bir anda küçük bir metal parçası bedenini delip geçtiğinde ruhunun ne kadar derin olduğunun ya da gelecekte ne işler başarabileceğinin ne anlamı olacaktı ki.
Burada(Suriye) insanlara dokunmak yeterliydi; hemen hikayelerini anlatmaya koyuluyorlardı.
Şöförümüzün bir hatası, yanlış bir yol seçmesi hayatımıza mal olabilirdi. Uzayıp giden bu tehlikeli yollarda ne hikayeler çıkacaktı karşımıza, hiç bilmiyorduk. İçimde dönüp duracak, yalnız gecelerim de düşünüp iç geçireceğim, belki çocuklarıma anlatacağım, belki de gizleyip saklayacağım hikayeler.
“Yarım kalan bu hikaye konuşmaya devam edecek içimizde. Bir son arayacak kendine, tüm ilklerden çalarak.” demişti. Öyle olmuştu, susmuyordu hikaye. Ama susmalıydı artık. Duymam gereken sesler için susmalıydı belkide.
Bazı aksiyon filmlerinde, ‘’ son duanı et ” diye bir replik vardır. Üzerime henüz bir silah doğrultmadı ama içime bir kurt düştü; eğer ölüme çok yakınsak, sahi benim “ “son duam” neydi?
Bir ceset arabasıyla ölümden kaçıyordum.
Yarım kalan bu hikaye konuşmaya devam edecek içimizde. Bir son arayacak kendine, tüm ilklerden çalarak. demişti.
Günahları neydi? Özgürlük istemek mi? Belki de dünyanın en büyük günahı buydu ve bu suçun cezası bombalarla kavrulmaktı.
Üzerime henüz bir silah doğrultulmadı ama içime bir kurt düştü ; eğer ölüme çok yakınsak , sahi benim son duam neydi?
Hayvanların çaresizliğinin, insanların çaresizliğinden daha etkileyici olduğunu o an anlamıştım. Hayvanları çaresizliğe sürükleyen de bizlerdik çünkü.
Ne güzel ismin varmış senin diyordum ki Samira yüksek sesle Biliyor musun biz savaştan kaçtık dedi. Sanki bana, Ben senin bildiğin çocuklardan değilim demek istiyordu.
Hem belki yardım etsem bile, dışarıda nasıl geçineceksiniz?
Ben ressamım, yağlıboya tablolar yapıyorum, belki onları satıp bir süre idare edebiliriz.
Mülteci kampında bir ressam.
Kim olduğuma, orada ne işim olduğuna, Arapça nereden bildiğime dair hiçbir şey sormamıştı. Gerçi merak denen şey, hele bu topraklarda ne belalar getirir, benden iyi biliyor olmalıydı çoban.
Dünyada sözü geçen tek insan olsaydım eğer dedim kendi kendime ilk işim bu telleri ve dünyanın diğer tüm tellerini sökmek olurdu.
Yarım kalan bu hikaye konuşmaya devam edecek içimizde. Bir son arayacak kendine, tüm ilklerden çalarak.
Sokaklarda gösteri yapan gençler, onları gerçek silahlarla bastıran askerler Kırk yıllık diktatörlük çöküyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir