İçeriğe geç

Çöküş Kitap Alıntıları – Steve Taylor

Steve Taylor kitaplarından Çöküş kitap alıntıları sizlerle…

Çöküş Kitap Alıntıları

&“&”

Günümüzde Afrika’nın güneyinde yaşayan pek çok insan hala Bantu dillerini konuşuyor.
Amerikan yerlilerinin kısmen Fransız Devrimi’ nden de sorumlu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Fransız devrimciler Amerika’nın demokratik ilkelerinden ilham almıştı. Örneğin Jean Jacques Rousseau -Fransız devrimcileri büyük oranda etkileyen- Toplumsal Sözleşme adlı kitabını Amerika ve güney Pasifik yerlileri hakkında yazılan raporlardan isimlere kaleme almıştı
İnsan ırkının tarihi bu… Yani, yüzyıllar boyunca süregelen bir şiddet, baskı ve sefalet. Tarihin genelde “ileri” doğru gittiğini düşünür, onun zamana yayılmış bir iyileşme ve gelişme hikayesi olduğuna inanırız. Bazı açılardan özellikle -teknoloji, tıp ve bilim tarihi söz konusu olduğunda- bunun doğru olduğu ve insanoğlunun müthiş bir ilerleme kaydettiği şüphesiz.
Piskoposlar tehlikeli -yani çoğu zaman zeki, bağımsız, refah seviyesi yüksek ve aşırı güzel kadınların- kökünün kazınmasını, tanrının onlara verdiği ilahi bir görev olarak görüyordu. Bu nedenle öldürdükleri kadın sayısıyla böbürleniyorlardı.
Antik Yunanda -ki burası demokrasinin doğduğu yer olarak bilinir- kadınların mülkiyet ya da siyasi hakları yoktur. Karanlık bastıktan sonra evden çıkmaları yasaktır.
Orta Doğu, Hindistan ve Çin’deki kadınlar özellikle de üst sınıfa mensup olanlar toplumdan kopuk bir şekilde yaşamaya zorlanıyor, aile bireyleri dışında herhangi bir erkekle konuşmalarına ya da yanlarında bir erkek refakatçi olmadan dışarı çıkmalarına izin verilmiyordu.
Asurlular kadınlara karşı en az düşmanlarına olduğu kadar gaddardılar. Bir kadın kocasından kaçan bir kadına yardım eder ve onu saklarsa her ikisinin de kulakları kesiliyordu. Bir kadın başını örtmeden sokağa çıkarsa fıçı tahtasıyla dövüyordu.
İbraniler kız ve erkek çocuklarının birlikte oynamasını yasakladı. Mastürbasyon yapmak ölümle cezalandırılan bir suç olarak tanımlandı. Bir erkeğin yalnız bir kadınla konuşması, hatta ona bakması bile suç sayıldı.
MÖ 1200 ile 600 yılları arasında hüküm süren Asurlular, belki de dünyanın görüp göreceği an kana susamış halktı.
Tunç devri ilerledikçe savaşların ve kayıpların sayısı hesabı tutulamayacak derecede artmaya başladı, ta ki Asurluların barbarlığı Mezopotamya uygarlığından geriye kalan son izleri tamamen siline dek.
İnanılmaz paralar harcanarak ölü kralların naaşlarına ev sahipliği yapmak üzere devasa büyüklükte muhteşem yapılar inşa edildi. Onları inşa eden sıradan insanların ve kölelerin cesetleri ise toplu mezarlara atılıyordu.
Köylüler muhtemelen her yıl birkaç hafta boyunca topraklarından alınarak inşaata çalışmaya zorlanıyordu. Elbetteki piramitlerin kendisi de toplumsal tabakalaşmanın başlı başına bir göstergesiydi.
Sümer, hepsi de birbirinden 15-52 km uzaklıkta ve Fırat ile Dicle nehirleri arasına yayılmış pek çok kentten oluşuyordu
“Medeniyet” olarak sınıflandırılmak için bir toplumun metal aletlere, toplumsal tabakalaşmaya, üretim fazlasına, güçlü merkezi yönetime, askeri güce sahip olması gerekiyor.
… tunç devrinin başında yazı, matematik ve astronomi keşfedildikçe müthiş bir bilgi patlaması yaşandı. Sanki insan zihni yeni bir boyuta geçmişti.
Sanatta artık savaş tabiattan, ölüm yaşamdan önce geliyordu. Her yerde silahlar vardı ve yerleşim yerleri korunaklı, her an savunmaya hazırlıklı ve surlarla çevriliydi.
Hint-Avrupalılar ataerkildiler.
MÖ 6. binyılın sonlarına doğru, -Çatalhöyük’ün de aralarında bulunduğu- Anadolu’daki bazı yerler savaşlarda zarar görmüş, geriye sadece katledilmiş kurbanların cesetleri kalmıştı. (Çatalhöyük MÖ 4800 civarında tamamen yıkıldı).
Nicolas Platon’un da belirttiği gibi, antik dönemde Giritlilerin sanat eserleri “güzellikten, zarafetten ve devingenlikten keyif aldıklarını” ve “hayattan ve doğaya yakın olmaktan zevk duyduklarını” gösteriyor.
Jomon toplumu daha sonraki medeniyetlerin unuttuğu harika bir ilkeye sahipti: doğaya saygı ve onunla bir arada var olma, doğanın döngüsü içinde yaşayış ve toplumsal eşitliği koruma…
Bazı Neolitik kültürler o kadar gelişmiş ki arkeologlar medeniyetin MÖ 3000 yılında Mısır ve Sümer‘de başladığını iddia eden klasik görüşün artık gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor.
Çatalhöyük‘te pek çok farklı etnik kökenden insan yaşıyordu. Buna rağmen insanlar arasında birlikte yaşamak ve çalışmaktan kaynaklanan en ufak bir sorun doğmadı.
Geleneksel arkeolojik kanıtlar, aborjinlerin Avustralya’da 60.000 yıldır var olduğunu gösteriyor; ancak yeni kanıtlar bu rakamı 120.000, hatta 150.000’e çıkardı. Aborjinlerin törensel adetleri, inançları ve kozmolojisi insan türünün en derin toplumsal hafızasını temsil ediyor olabilir.
İlk insanlarla ilgili en yanlış varsayım, onların ağzı öfkeden köpüren ve ellerinde sopalarla ortalıkta dolaşıp sürekli birbirlerine saldıran vahşi yaratıklar oldukları efsanesi. Gerçek, bundan daha farklı olamaz diye düşünülüyordu.
Bugün yakalandığımız hastalıkların çoğu, hayvanları evcilleştirdiğimizde ve dolayısıyla onlarla daha yakın temasa geçtiğimizde ortaya çıktı. Hayvanlardan bize birçok hastalık geçti: domuz ve ördekten grip, attan soğuk algınlığı, inekten çiçek hastalığı ve köpekten kızamık. Süt ürünleri tüketmeye başladığımızda ise en azından otuz yeni hastalıkla daha tanıştık
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
“Bir düşman başka bir düşmana zarar verebilir, nefret duyan bir insan başka bir insanın canını yakabilir; ama yanlış yönlendirilmiş akıl, insana çok daha büyük bir zarar verir.”
Örneğin içimizde hiç kaybolmayan sürekli bir huzursuzluk var. Bu hal bizim bir şeyler yapmamızı inanılmaz derecede zorlaştırıyor ya da sürekli dikkatimizi bir şeyler üzerinde toplamak zorunda kalıyoruz.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Hayat gerçekten bu kadar korkunç olmak zorunda mı? Böyle bakınca Buda’nın “hayat acı çekmektir” demesi şaşırtıcı gelmiyor. Bu korkunç şartlar altında yaşayan insanların ölümden sonraki görkemli hayatı inanarak kendilerini avutması da öyle.
Orta çağ İngiltere’sinden geriye kalan hukuki belgeler, köylülerin çocukları hakkında “damızlık” ya da “kuluçka” diye bahsediyor. Avrupa, Asya ve Amerika’ya ait toprak kayıtları ise köylüleri çiftlik hayvanları ile aynı grupta listeliyor.
Ayrıca köylüler önemsiz suçlar işleseler bile acımasızca cezalandırılıyorlardı; örneğin bir adet yumurta ya da bir somun ekmek çalmanın cezası, çoğu zaman ölümdür.
Asurlularda tecavüzün cezası, tecavüzcünün karısını kurbanın kocasına vermekti ve adam ona istediği gibi davranma özgürlüğüne sahipti.
Paleolitik ve Neolitik dönemlere ait sanat eserleri, ölü gömme adetleri Ve kültürel alışkanlıklar erkek egemenliğinin bu toplumlarda kesinlikle var olmadığını gösteriyor. Kadınlar bu toplumlarda en az erkekler kadar önemli görevlere ve onlara aynı hak ve özgürlüklere sahipti.
Son birkaç binyılın tarihi, bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşlar dizisi olduğu kadar, erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddetin ve baskının da hikayesi.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Savaşlar 19. ve 20. yüzyıllarda sanki azalmış gibi gözüküyor ama bunun tek nedeni savaşların daha hızlı bitmesine neden olan devletlerin elindeki korkunç teknolojik güç.
Psikolog Erich Fromm’un da dediği gibi, “Eğer insan türünün içkin saldırganlığı doğal ortamlarında yaşayan şempanzenlerinki kadar olsaydı barış dolu bir dünyada yaşıyor olurduk.”
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Birçok tarihçi tarihin başlangıcı olarak yaklaşık MÖ 3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıklarını kabul eder.
Üstün kabiliyetli olmanın bedelini akıl sağlıklarını yitirerek, depresyon ve asosyallikle ödemek zorunda kalan van Gogh ya da Beethoven gibi yaratıcı sanatçıları düşünün. Dehanın her zaman bir bedeli varmış gibi gözüküyor
Tüm bunların nedeni, nasıl ki erkekler kadınları gerçek insan olarak görmediyse, yönetici sınıfların da tebaalarını empati ve eşitliği hak etmeyen barbar yaratıklar olarak görmesidir. Orta Çağ İngiltere’sinden geriye kalan hukuki belgeler, köylülerin çocukları hakkında “damızlık” ya da “kuluçka” diye bahsediyor. Avrupa, Asya ve Amerika’ya ait toprak kayıtları ise köylüleri çiftlik hayvanlarıyla aynı grupta listeliyor.
Birçok toprak sahibi, tarihçilerin üstü kapalı bir şekilde le droit du seigneur -bir serfin geliniyle düğün gecesinde cinsel ilişkiye girme “hakkı”- dediği gelenekten sonuna kadar faydalandı.
MÖ 4000 yılından itibaren tarih, küçük ve ayrıcalıklı bir azınlığın insanlığın geri kalanına uyguladığı baskının hikâyesi oldu.
Mesele sadece erkeklerin kadınlara hükmetmesi ve baskı uygulaması değil. Erkekler tarih boyunca birbirlerine de hükmetmeye çalışıp baskı uyguladılar. Son birkaç bin yıldır insanlığın üçüncü en belirgin özelliği de toplumsal eşitsizlik oldu. Toplumlar farklı refah seviyesi ve toplumsal mevkiye sahip sınıf ve kastlara, katı bir biçimde bölündü.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
… erkeklerin kadınlara duyduğu düşmanlık ve güvensizliğin en açık örneklerinden bir tanesi de son binyılın ortalarında Avrupalı kadınların “cadı” oldukları gerekçesiyle devlet eliyle kitlesel şekilde katledilmesiydi.
… savaşlar yaklaşık MÖ 4000 yılında başladı. Ancak insanlar bu tarihten itibaren, adeta kaybedilen zamanı telafi etmek istermişcesine, gezegenimizin büyük bir kısmını daimi bir savaş alanına dönüştürdü.
… savaş “insanlık kadar eski” değil, aksine -en azından türümüz söz konusu olduğunda- nispeten yakın zamanda ortaya çıkan tarihi bir gelişme. İlk insanların modern insandan çok daha saldırgan, savaşçı ve ilkel “vahşiler” olduğuna dair varsayım hâlâ söz konusu – ancak son birkaç on yıldır yapılan arkeolojik ve etnografik çalışmalar bunun doğru olmadığını kanıtladı.
Birçok tarihçi, tarihin başlangıcı olarak yaklaşık MÖ 3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıklarını kabul eder. Tarih, o günden bugüne aralıksız bir şekilde devam etmiş bitip tükenmeyen bir savaşlar kataloğundan başka şeye benzemiyor: sınır mücadeleleri, köle ya da kurban olarak insan toplamak amacıyla yapılan akınlar, yeni toprak elde etmek ya da devletin gücünü arttırmak için yapılan işgaller.
Aslında hepimiz Van Gogh ya da Friedrich Nietzche gibi rahatsız ruhlara sahibiz. Yeteneklerimizin bedelini psikolojik dengesizlik ve karmaşalarla ödüyoruz.
M.Ö 8000’e kadar arkeolojik ve etnografik kanıtlar bu zaman boyunca insanların savaşmadığını,diğer cinse baskı uygulamadığını ve birbirini sömürmediğini gösteriyor.
Son altı bin yıl, yavaş yavaş uyanmakta olduğumuz şizofrenik bir kabusla geçti…
Çöküş yaklaşık 6000 yıl önce bazı insan topluluklarının ruhsal dünyasında gerçekleşen bir dönüşümdü. Bu insanlar artık güçlü bir egoya sahipti. Çöküş, “ben”in ya da bireyselliğin kuvvetlenmesiydi ve hala da öyle olmaya devam ediyor…
Birçok tarihçi, tarihin başlangıcı olarak yaklaşık MÖ 3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıklarını kabul eder. Tarih, o günden bugüne aralıksız bir şekilde devam etmiş bitip tükenmeyen bir savaşlar kataloğundan başka şeye benzemiyor…
Shelley’nin dediği gibi,
Uzaklara, insanlar ve kasabalarda çok uzaklara
Balta girmemiş ormanlara ve ormansız tepelere
Ruhun, müziğin sesini bastırmak zorunda kalmadığı o yere.
Bedensel süreçlere yönelik çökmüş" tavrın tam aksine, Jnanarvana Tantra adlı metin regl kanamasına yönelik Aborjin ve Mbutilerin olumlu görüşlerine geri dönüş niteliği taşıyor:
Kadınların regl olması
Bedenden kaynaklanır.
O halde nasıl kirli olabilir?
O, (bağnazı) yüceliğe
Eriştiren maddedir.
Dışkı, idrar, kan, tırnaklar ve
Kemikler-tüm bunlar
Sevgilim, duaların Ustası tarafından
Saf olarak nitelendirilen.
Blaise Pascal’ın dediği gibi O kadar akılsızız ki bize ait olmayan zamanları düşünerek sahip olduğumuz tek anı ihmal ediyoruz;aslında var olmayan zamanların hayalini kurmak o kadar beyhude ki bizi körleştirip gerçek olan tek anın elimizden kaçıp gitmesine neden oluyor… Dolayısıyla biz aslında yaşamıyoruz, sadece bir gün yaşayacağımızı umut ediyoruz. "
Varlığımızın farkında olmak olası hiç-liğimizin de farkına varmamızı sağladı."
Bir kız, çocukluğunun erken dönemlerinden itibaren bekaretini kaybetme korkusuyla yetiştiriliyor… Bu kültürde yaşayan bir erkek, doğru karar verdiğinden ancak gelin gerdek gecesine beraberinde hiç dokunulmamış bir kızlık zarı getirdiğinde emin olabiliyor;bunu sadece ona ait olan bir malın kanıtı, ürünün yepyeni olduğunun delili olarak görüyor… Bekaret bir kızın, daha da önemlisi ailesinin &‘onuru’ anlamına geliyor. "
İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.
Tanrı sanki gündelik hayattan elini ayağını çekmiş, ulaşılamaz ve ayrıcalıklı ünlü Bi yıldız gibiydi.
Doğuştan gelmeyen mutluluğu bulma, psikolojik huzursuzluğu yenme ve huzura kavuşup kendimizi eksiksiz hisettme ya da en azından tam anlamıyla tatmin ve olmasak bile ıstırsptan kurtulup tarafsız bölgeye çekilme arzusu hayatımıza yön vermeye devam ediyor.
Kadınların ne kadar değersiz varlıklar olarak algılandığının ve erkek egemenliğinin en açık örneği belki de kız çocuklarının öldürülmesi.
Tek tanrılı din mevhumu-yani bizi sürekli gözetleyen, her şeyi kontrol eden, iyilik yaptığımızda bizi ödüllendiren ve bunun karşılığında mutlak itaat ve adanmışlık bekleyen her şeye kadir bir baba figürü-," &‘çökmüş’ insanların derin bir psikolojik ihtiyacını karşılıyordu;üstelik bu işlevini yerine getirmeye hala devam ediyor."
Erkekler cinselliği günahkar, cinsel arzuları ise adi bulduğu için bu tür arzuları tetikleyen kadını da düşman olarak görmeye başladılar. Ayrıca kadınların erkekleri cinsel açıdan etkileme gücü, erkeğin denetim yetisini kısıtlıyordu. Bu durum arzuladıkları kadınlar-ve kendi bedenleri-üzerinde mutlak tahakküm kuramadıkları anlamına geliyordu.
Erkekler güçlü egoları yüzünden-yani yüksek oranda testosteron salgıladıkları için değil-toplumsal mevki elde etmeye kadınlara kıyasla daha açtılar. Bu nedenle yüksek mevki gerektiren toplumsal rolleri kapmaları" kaçınılmazdı.
Başkasının acısını duyumsama eksikliği, insanın acı verme eğilimini arttırdı."
Avrupalı sömürgeciler Yerlilere rekabetçi spor oyunlarını öğretmeye çalıştığında işler pek de yolunda gitmemişti. Yeni Gine’deki misyoner okullarında, erkek çocuklar futbol oynamaya zorlanmış;fakat onlar mümkün olduğu kadar çok gol atıp kazanmak yerine beraberlik elde ettiklerinde maçı bırakmıştı.
Psikolojik uyumsuzluğumuzu yenmeye çalışmanın bir başka yolu ego merkezci mutluluk" peşinden koşmak. Hatta kültürümüzün mutluluk paradigmasının bir diğer parçası da bu anlayış: "belli bir kimse olduğumuzda" mutluluğu elde edebileceğimizi zannediyoruz, yani başarılı ya da ünlü olarak veya başkalarının saygı ve hayranlığını kazanarak.
Maddiyatçılık modern dünyanın dini haline geldi."
Alfa düşünce tarzı" nın – yani bilime giden yolu açan mantık ve aklın- ortaya çıkmasıyla birlikte insan zihni doğadan "ayrı düştü." Barfield’in de ifade ettiği gibi "herhangi bir şey &‘hakkında’ düşündüğümüzde, (düşünme eyleminde bulunan) kendimizi &‘hakkında’ düşündüğümüz şeyden soyutlamış oluruz…
Gelişmiş egomuz,öyle ya da böyle, bizi dünyadan soyutlayan bir" duvar çekmemize" ve arzu ve ihtiyaçlarımızla yanıp tutuşan kendi içimize hapsolmamıza neden oldu. Bu nedenle, "kendimizi başkasının yerine koyamıyor" ve "onun hissettiklerini hissedemiyoruz.""
En büyük sorun, doğanın bizim tüketimimiz için yaratıldığını ve dolayısıyla onu istismar edip sömürmeye hakkımız olduğunu sanmamız. Fakat daha kesin konuşmak gerekirse bu tavrın çok daha temel bir soruna dayandığına inanıyorum, o da doğanın canlı olduğunun farkına varmamamız. "
Antik Yunan’da – ki burası demokrosinin doğduğu yer olarak bilinir- kadınların mülkiyet ya da siyasi hakları yoktu. Karanlık bastıktan sonra evden çıkmaları yasaktı. Antik Roma’da dışlanarak(" eskort kızlar" olarak istihdam edilmedikleri sürece) sosyal faaliyetlere katılmalarına izin verilmiyordu. Bir kadın kız çocuğu doğurduğunda babanın bebeği öldürme hakkı vardı. "
Eşitsizlik, işbölümü ve farklı refah ve toplumsal mevki düzeylerinin ortaya çıkmasına sebep olan üretim fazlasında doğdu. Savaşlara ise güçlenen ve merkezileşen – bu sayede büyük insan gruplarını denetim altında tutan ve organize edebilen-şehir hükümetleri sebep oldu. "
Utkular’ın – aynen diğer Eskimo kabileleri gibi- yetkileri tek tek bireylerinkini aşan resmi liderleri yok. Ayrıca düşünce ve eylem özgürlüğünü doğal hak olarak gördükleri için, onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen her kim olursa olsun ona şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar. "
“İnsanlar neden sürekli bir şeyler yapmak zorundalar ve neden sadece var olamıyorlar?Neden haftada ortalama 25 saatlerini bir odanın içinde,hareket eden bir takım imgeler gösteren bir kutuya bakarak geçiriyorlar?Ve neden geri kalan vakitlerinde sürekli meşgul olmak için ellerinden geleni yapıyorlar?”
“İnsanlar neden yeni giysiler,mücevherler,arabalar,antika eşyalar,süs eşyaları,mobilyalar satın almak konusunda bu kadar takıntılılar? Üstelik bunlardan ellerinde zaten yeterince varken ve hatta çoğunu aslında kullanmıyorken.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir