Andre Comte-Sponville kitaplarından Cinsellik, Aşk ve Ölüm kitap alıntıları sizlerle…
Cinsellik, Aşk ve Ölüm Kitap Alıntıları
Bu kadar doğal, bu kadar gerekli ve bu kadar meşru cinsel eylem, hakkında utanmadan konuşmaya cesaret edemeyecek ve ciddi ve derli toplu sohbetlerden dışlanacak kadar erkeklere ne yaptı ki?
Bir şeyi onu arzuladığımız için iyi buluyor değiliz; tersine onun iyi olduğuna hükmettiğimiz için onu arzuluyoruz
Erkek ve kadın cinsel eğilimlerini tatmin etmek istediğinde, karşılıklı arzularını tahrik edecek şekilde davranırlar..
Cinsel yaşamın hor görülmesi, kirlilik düşüncesiyle bunun lekelenmesi, yaşama karşı gerçek bir suçtur..
Haz almak, ölmektir biraz..
Yalnız olmadığımda hep kendime ‘Ah, bir özgür olsam!’ derim. Özgür olduğumda ise ‘yalnızım!’
Aynı kadınla hep farklı şeyler yapmak, farklı kadınlarla hep aynı şeyi yapmaktan daha iyidir..
Güzel vücutlardan daha güzel bir şey vardır: güzel ruhlar..
Seks Tanrı değildir ve yine de bizi daha fazla kendine çeker..
Bir kadın aşık olmadığı bir erkekle karşılaştığında, onu anası babası nasıl yapmışsa öyle görür. Aşık olduğu erkeğe baktığında, Tanrı onu nasıl yapmışsa öyle görür. Artık aşık olmadığında, bir masa, bir sandalye görür *
Aşk, doğum çığlığımı en yukarılarda tutan aşk!
Yalnızca bir insan kendi hayvanlığından ya da ötekininkinden haz alabilir.
Kuruntusuz, hatasız, bunaltısız, acısız, duygu karmaşası olmayan bir sevgi var mıdır? Bu sevgi Tanrı olurdu ve hiçbir Tanrı annenin yerini tutamaz.
Adorno şöyle yazar: ‘Sen güçsüzlüğünü gösterdiğinde, diğeri gücünü göstermek için bundan faydalanmıyorsa bil ki seviliyorsun’.
Dünyada kötülük olmasaydı, dünya kusursuz olurdu; ama dünya kusursuz olsaydı, dünya Tanrı olurdu; dünya Tanrı olsaydı, yalnızca Tanrı var olurdu, dünya değil
Eğer dünya hem her şeye kadir hem de mutlak iyi bir Tanrı tarafından yaratılmışsa , nasıl oluyor da dünya da kötülük var oluyor?
Sevgi bütünlük değil, eksikliktir; kaynaşma değil, arayıştır; tatmin olmuş mükemmellik değil, yiyip bitiren yoksulluktur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsan sevdiğinde verir; ama sevgiyle verdiğinde, bu cömertlik değil, sevgidir.
Ancak sevgi olmadığında ahlaka ihtiyaç duyarız.
Erotizm, bir hümanizmdir.
Aynı kadınla hep farklı şeyler yapmak, farklı kadınlarla hep aynı şeyi yapmaktan daha iyidir
Seks ve ölüm genellikle bize bağlı değildir: Nadiren bunları seçebiliriz, yakamızı sıyırmamız ise imkânsızdır. Daha çok, o olmadan var olamayacağımız temel bağımlılığımızı gösterirler. Yaşamak, bağımlı olmaktır: kendi bedenine, dolayısıyla dünyaya; kendine, dolayısıyla diğerlerine. Doğmayı ölmeyi, bir vücuda, özellikle vücuda sahip olmayı (ben olmayı), bir cinsel şu organa sahip olmayı ve özellikle de şu organa sahip olmayı seçmedim. Hep dendiği gibi, yapacak bir şey yok.
Çiftleşme? Bir itki bizi ona iter. Hiçbir içgüdü bize onu öğretmez. Çocukluk yıllarındaki cehalet, sonrasında kaygı, fanteziler, sorgulamalar, ardından hazırlıklar, sonra keşif, doğaçlama, el yordamıyla ilerleme, adım atma, öğrenme Belirli bir ustalığa erişinceye kadar, beceriksizlikler, başarısızlıklar, tatminsizlikler, ya da bunaltılarla birlikte böyle gitmesi bundandır. Seksin önceden kurulmuş bir ahengi yoktur. Organlar yaklaşık olarak birbirine uyar. Arzular, fantasmalar, davranışlar her zaman uymaz. Bu bakımdan her erotizm kültüreldir. Bizler hayvanız, ama akılsız değiliz.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İçgüdü ile itki arasında ne fark vardır? Bu iki kavram da birbirine yakındır: doğuştan gelen davranış eğilimi genel kavramının içine girebilir her ikisi de. Ama içgüdü, kullanım şeklini içinde barındıran bir eğilimdir. Biyolojik olarak aktarılan bir beceridir. İtki ise, tersine hiçbir kullanım şeklini, doğuştan gelen hiçbir beceriyi içinde barındırmaz. Bizi belirli bir yönde hareket etmeye iter (bir davranış eğilimidir) ama bize verdiği genetik mesaj türünde, ulaşılacak açık bir sonucu ya da onu elde etmenin bir yolunu kapsamaz. Kendilerine öğretilmesine ihtiyaç duymadan kuş yuva yapmayı, örümcek ağ örmeyi bilir. Bunlar, genlerin yeterli geldiği içgüdüsel davranışlardır. Bu bakımdan insan son derece yoksundur. Doğuştan gelen pek az içgüdüye sahiptir (emme, yakalama ) ve özellikle cinsellik bunlardan biri değildir. Beceriyi kapsamaz.
Yaşamın ölümlü olması, yaşamamak için bir neden midir? Sevginin güçsüz, kırılgan, geçici olması sevmemek için bir neden midir? Kuşkusuz hayır ve ben buna çarmıha gerilme hakikati diyorum: Sevgi, mağlup olduğunda dahi, sevgisiz bir zafere yeğdir.
Yalnızca beni sevmeyi bilen, bendeki bu mertebedir, bugün daha çok ego olarak adlandırılır ve gerçekten de tüm egolar egoisttir. Dolayısıyla hata, insanın kendi kendini sevmesi değildir; hata, insanın kendini kimseyi sevmediği kadar sevmesi, yani herkesten çok sevmesidir.
Aşık olmak bir durumdur; sevmek ise bir edim, der Denis de Rougemont. Bu, bunun en azından kısmen bize bağlı olduğu anlamına gelir ve bu nedenledir ki haklı olarak başarı ya da başarısızlıktan bahsedilmektedir. Hep âşık olacağına kim yemin edebilir? Bu hep ateşli olacağına yemin etmekle aynı şeydir! Sevmeye ya da artık sevmemeye insan karar vermez (sevgiye karar verilmez); ama sevgiyi sürdürmeye, onu beslemeye, korumaya, yaşatmaya ve geliştirmeye karar verilebilir.
Bir kadını olmadığı kişi için sever; olduğu kişi için terk ederiz. Erkekler için de aynı şey geçerli. Kadın erkeği olduğunu sandığı kişi için seviyordu, onun hakkındaki yanılsamalarını seviyordu ve sonra yavaş yavaş ortak yaşam bu serapları dağıtır, ona diğerini olduğu gibi görmeyi öğretir ve gerçekten de aşk artık eski aşk değildir: Kadın adamı terk eder. Ama aşkın hayal kırıklığına göğüs gerdiği, sevgililerden her birinin diğerinin hakikatini sevmeyi, onu olduğu gibi, değiştiği ya da değişmediği haliyle, dönüştüğü haliyle sevmeyi öğrendiği de olur ve buna mutlu çift denir.
İlişkide iki taraf da birbiri için, cilalanmış ve metal kaplanmış bir cam parçasından farklı bir şekilde nüfuz eden bir ayna gibidir. Ortak yaşam, kendimiz hakkında da bize iç gözlemden daha fazla şey öğretir; sevgi, narsisizmden daha fazla.
Eşiniz, sevgi ve güven dolu bir ilişkide, ebeveynlerinizin, kardeşlerinizin, en yakın olanları da dahil arkadaşlarınızın tanımadığı kadar iyi tanır sizi. Çünkü onunla yaşıyorsunuzdur, onlarla değil. Çünkü sevgi dolu olduğunda cinselliğin olanak verdiği ya da dayattığı bu eşsiz mahremiyeti birlikte araştırırsınız. Eşinizin, en azından bazı bakımlardan, sizi sizden iyi tanıması imkansız değildir. Zaten insan tamamen yalnız yaşasaydı, kendini nasıl tanıyabilirdi? Kendini tanımayı öğrenmek çok zordur, diyordu Aristoteles çünkü kendimizden kendimize bakamayız . Bu, arkadaşlara gereksinim duymamızın nedenlerinden biridir: Nasıl yüzümüze bakmak istediğimizde, bir aynaya bakarak bunu yapıyorsak, aynı şekilde, kendimizi daha iyi tanımak istediğimizde, kendimizi bir arkadaşımızda görerek tanıyoruz.
Ya aşkın ölmesi ya da aşktan ölünmesi gerekir.
Mutlu bir çift ilişkisi, kişilerin hiçbir zaman sıkılmadığı bir ilişki değildir, can sıkıntısının kural değil istisna olduğu, birlikteyken tek başına ya da başkalarıyla birlikte olunduğundakine göre ikisinin de çok daha az sıkıldığı ilişkidir.
Âşık olmak herkesin erişebileceği bir şeydir: Herhangi bir ergen bunu başarabilir; hiçbir zaman yan yana gelmediği bir sinema ya da ses yıldızına bile gönlünü kaptırabilir. Yoksun olunanı sevmek kolaydır. Orada olanı, hayatı paylaşılanı, artık yoksun olunmayanı sevmek çok daha zordur!
Çift olmanın zor olması şaşırtıcı değildir! Tek bir kişiyi özlersiniz ve her yer ıssız gelir, diyordu Lamartine. Şunu da ekleyebilirdi: Sonra özlemezsiniz ve her yer kalabalık gelir. Tutkunun yakıcı çölü. Tozlu ya da buzlu çiftler yığını.
Can sıkıntısı nedir? Beklenen mutluluğun yerine mutluluğun olmamasıdır. Mutlulukla randevunuz vardı. Kendinize diyordunuz ki: Şu diplomaya, şu mesleğe, şu erkeğe ya da kadına, şu işe ya da eve sahip olunca ne kadar mutlu olacağım! Ama sonra o diplomaya, o işe, o erkeğe ya da kadına, o işe ve eve sahip oldunuz ama o kadar da mutlu değilsiniz. Mutlulukla kesilmiş randevunuz vardı. Siz gittiniz. Ama mutluluk orada yok: Sizi ekti. Mutsuz musunuz? Hayır. Artık acı çekmiyorsunuz, arzuladığınız diplomaya, arzuladığınız işe, erkeğe, kadına, eve gerçekten sahip oldunuz. Mutsuz değilsiniz. Mutlu da değilsiniz. Sıkılıyorsunuz.
Eğer aranızda tümüyle mutlu olanlar varsa kusura bakmasınlar. Haksız olan ben değilim, Platon. Peki var mı böyle olanlar? Kimse ya da neredeyse kimse hiçbir zaman tümüyle mutlu değildir ya da hiçbir zaman çok uzun süre boyunca öyle değildir. Felaket dışında mutluluğun tamamen eksik olması da neredeyse bir o kadar nadirdir. Hakikat şu ki bazen Platon ya da Schopenhauer’dayızdır bazen Aristoteles ya da Spinoza’da, ileride değineceğiz buna, bazen mutluluğun peşindeyizdir, bazen onu yaşamakla meşgulüzdür ve genellikle de bunları birbirinden ayıran ya da birbirine bağlayan ara dönemdeyizdir. Ama inişleri ve çıkışlarıyla gerçek yaşamımız olan bu ara dönemin işleyişini anlamak için, Proust buna kalbin düzensizlikleri derdi, onun alanını oluşturan bu iki kutbun her birinin mantığını düşünmek gerekir öncelikle. Platon’un kutbu, yoksunluk kutbudur. Ancak sahip olmadığımı arzuladığımdan, arzuladığıma asla sahip değilimdir. Nasıl mutlu olabilirim?
Sevmek, sevilmek hiçbir zaman mutlu olmaya yetmemiştir.
Sevgi neden? Ayrılığı, ikiliği, yalnızlığı aşmak için. Yitirilen başlangıçtaki güzel birliği birlikte yeniden oluşturmak için. Biz, aslında bir bütündük. Sevgi dediğimiz şey, yaradılışımızdaki bütünlüğü arzulamak, aramaktır Bu, kadın olsun erkek olsun, homoseksüel olsun heteroseksüel olsun herkes için geçerlidir. İnsanların karşısına demin sözünü ettiğim kendi yarısı çıktı mı, ister erkek çocuklara, ister başkasına düşkün olsun, derin bir dostluk, akrabalık, sevgi duygusu ile vurulmuşa döner, bir an için bile ondan ayrılmak istemez.
Çok klasik bir erdem örneğini ele alalım: cömertlik. Bu, bağışlama erdemidir. İnsan sevdiğinde verir. Sevginin cömertlik olduğu söylenir. Peki. Ama sevgiyle verildiğinde, bu cömertlik değil, sevgidir. Noel’de çocuklarımızı hediyelere boğduğumuzda, hiçbirimiz Ne kadar da cömertim! demeyiz. Onları ne çok seviyorum! deriz, muhtemelen Ne kadar aptalım! deriz ama kesinlikle Ne kadar cömertim! demeyiz. İnsan sevdiğinde verir; ama sevgiyle verdiğinde, bu cömertlik değil, sevgidir. Bu, cömertliğin çok aydınlatıcı ve çok şey isteyen bir tanımına varır: Cömertlik, insanın sevmediklerine vermesinden ibaret olan erdemdir.
Sanat ve güzellik ihtiyacı, cinsel bir esrime ihtiyacıdır.
Bu kadar doğal, bu kadar gerekli ve bu kadar meşru bir cinsel eylem, hakkında utanmadan konuşmaya cesaret edemeyecek, ciddi ve derli toplu sohbetlerden dışlanacak kadar erkeklere ne yaptı ki ? Korkusuzca söylüyoruz; öldürmek, çalmak, ihanet etmek sözlerini söylüyoruz ve bu eylemden fısıltıyla bile söz edemiyoruz.
Montaigne
Sevgi; ne her şeye kadirdir ne mutlaktır ne de ölümsüzdür.
Size aşık olmayan birine aşık olabilirsiniz, ancak sizinle arkadaş olmayan biriyle arkadaşlık yapamazsınız.
Insan, kendine aşık mıdır?
Olabilir mi?
Olmalı mıdır?
Olabilir mi?
Olmalı mıdır?
Aşık olmak bir durumdur, sevmek ise bir edim.
Bir kadını olmadığı kişi için sever, olduğu kişi için terk ederiz.
Hiç kimse bilemez beni
Senin bildiğin kadar.
Senin bildiğin kadar.
Guzel bir yaz günü kırlarda geziyorsunuz. Hava çok sıcak.
Susamışsınızdır.
Kendinize Buz gibi bir bira içmek ne kadar harika olurdu. diyorsunuz. Platon’dasınız.
Susamışsınızdır.
Kendinize Buz gibi bir bira içmek ne kadar harika olurdu. diyorsunuz. Platon’dasınız.
Sonra bir yolun dönemecinde bir han çıkıyor karşınıza ve orada soğuk bir bira içiyorsunuz. Siz birayı içerken, arkanıza saklanmış olan Schopenhauer’ın gölgesi alaycı bir şekilde kulağınıza fısıldıyor;
Evet, çok iyi biliyorum, hep aynı: sıkılıyorsun yine. Buz gibi bira olsa ne harika olurdu diyordun, evet çünkü biran yoktu, yoksundun; şimdi var, artık yoksun değilsin, onu arzulamiyorsun, sıkılmaya başladın bile.
“Korkusuzca söylüyoruz; öldürmek, çalmak, ihanet etmek sözlerini söylüyoruz ve bu eylemden fısıltıyla bile söz etmeye cesaret edemiyoruz.”
“Hiçbir şeyi ya da kimseyi sevmemek daha mı kolay olurdu? Belki. Ama ölü olurduk. Zorluğu da sevmeseydik, yaşamı nasıl sevebilirdik?”
“Bir kadını olmadığı kişi için sever; olduğu kişi için terk ederiz.”
“Yoksun olunanı sevmek kolaydır. Orada olanı, hayatı paylaşılanı, artık yoksun olunmayanı sevmek çok daha zordur!”
“Sahip olmadığımı arzuladığımda acı çekerim, çünkü bu yoksunluktan üzüntü duyarım; sahip olduğum için artık arzulamadığımdan can sıkıntısı duyarım.”
Sevgi arzudur; arzu yoksunluktur. İşte bu nedenle mutluluk genelde yakalanamaz. İşte bu nedenle şairin de dediği gibi “mutlu aşk yoktur.”
Gerçekte tutku yıllar, belki on yıllar boyunca sürebilir ama kati bir şartla: mutsuz olması şartıyla.
Yalnızca erkeklerden oluşan bir insanlık (böyle olabilirdi: Doğa, seksüel üremeden başka üreme biçimleri de sunmaktadır) aşkı hiçbir zaman bulamazdı. Seks ve savaş her zaman yeterli olurdu – daha eksiksiz olması için şöyle diyelim: Seks, savaş, para ve futbol her zaman yeterli olurdu. Ne mutlu ki kadınlar için bunlar yeterli değil!
Sevgi arzudur; arzu yoksunluktur. Sadece şunu ekleyeceğim: İşte bu nedenle mutluluk genelde yakalanamaz. İşte bu nedenle şairin de dediği gibi mutlu aşk yoktur *.
Tek gecelik ilişki sonrası kadına kendini kötü hissettiren cinselliğin kendisinden ziyade erkek partnerin sabahki ilgisiz tutumu, git artık bakışlarıdır!
Sevmekten ya da sevilmekten daha heyecan verici ne vardır?
Haz, arzunun ölümü ve yenilgisidir,
Dünyada kötülük olmasaydı, dünya kusursuz olurdu; ama dünya kusursuz olsaydı, dünya tanrı olurdu, dünya tanrı olsaydı yalnızca tanrı var olurdu dünya değil
Bir çölde olmalıyız. Çünkü sevilmesi gereken, yok.
Bir yerde olduğumda, göğün ve toprağın sessizliğini soluk alıp verişimle ve kalbimin atışıyla lekeliyorum.
Bende enerji olmasının, yetenekler olmasının, vs. ne önemi var. Her zaman yok olacak kadarına sahibim.
Yaşamını, hiçbir şekilde dokunulamayana koymak. Bu imkansızdır. Bu ölümdür. Artık yaşamamaktır. Gereken budur.
Tanrı’nın bu feragatini, bu gönüllü mesafesini, gönüllü silinişini, bariz yokluğunu ve bu dünyadaki gizli mevcudiyetini tasavvur etmiş olan dinler, hakiki dindir, büyük Vahyin farklı dillere çevirisidir. Tanrısallığı yapabildiği her yerde buyuran olarak betimleyen dinler yanlıştır. Tek tanrılı olsalar da putlaştırıcıdırlar.
Dünyada kötülük var olmasaydı, yalnızca iyi var olacaktı; ama yalnızca iyi var olsaydı, yalnızca Tanrı var olacaktı (çünkü O olanaklı tüm iyidir) ve dünya var olmayacaktı. Güçlük artık neden kötülüğün var olduğunu anlamak değil, dünyanın neden var olduğunu anlamaktır. Tanrı’nın O’ndan daha az iyiyi yaratabildiği (bu durumda zorunlu olarak kötülüğü kapsayan, kusurlu bir varlık) kavranabilir. Ama bu durumda, öyle görünüyor ki hiçbir şey yaratmaması daha iyi olurdu. Tanrı ve yaratılan tek başına Tanrı’nın gerisinde ise, eğer dünya ancak içerdiği ve (Tanrı’dan başka olarak) kendisini tanımlayan kötülük ile var oluyorsa, dünyanın var olmaması daha iyi olacaktır. Ama bu durumda Tanrı onu neden yaratmıştır?
Tanrı iyiyi yaratamaz (bu kendini yaratmak, öyleyse hiçbir şey yaratmamak olacaktır). Ancak kötüyü ya da daha az iyi olanı yaratabilir. Ama nasıl? Geri çekilerek, diye açıklar Simone Weil. Tanrı’nın geri çekildiği yerde geriye ne kalır? Tanrı’nın yokluğu: dünya. Öyleyse Tanrı’dan azı; öyleyse İyi’den daha az iyi; öyleyse kötülük. Denizin çekildiği kumsal gibi. Yaratma, Tanrı’nın geri çekilmesidir; dünya, Tanrı’nın çekildiğı alandır.
Tanrı mümkün olan en iyi dünyayı değil, iyiliğin ve kötülüğün tüm derecelerini kapsayan bir dünya yarattı. Biz dünyanın mümkün olan en kötüde olduğu noktadayız. Çünkü bunun ötesi (bitkilerde ve hayvanlarda) kötülüğün masumiyet haline geldiği derecedir.
Eğer Tanrı var olmak dışında bir şey yapmasaydı, öyle görünüyor ki her şey iyi olacaktı; yalnızca Tanrı olacaktı; yalnızca sonsuz, mutlak ve kusursuz iyi olacaktı.
Dünya bir problem, bir acı, bir hapistir. Yalnızca Tanrı olsaydı çok daha kolay olacaktı! Biz olmasaydık çok daha iyi olacaktı, diye düşünür sanki, Simone Weil.
Ne yapmalıyım? Her yerde ancak karanlığı görüyorum. Hiç olduğuma mı inanacağım? Tanrı olduğuma mı inanacağım?