İçeriğe geç

Çılgın Gibi Kitap Alıntıları – Suat Derviş

Suat Derviş kitaplarından Çılgın Gibi kitap alıntıları sizlerle…

Çılgın Gibi Kitap Alıntıları

Evden dışarı çıkarsa ve artık kendisinin bir erkek himayesinde olmadığını hissederse o ne yapacağını bilemezdi. Ona, hayatta işe yarar bir şey öğretmemişlerdi. Ona yaptıkları telkin ve öğrettikleri terbiyeyle onu hayatta tek başına bir adım atmaktan aciz bir insan olarak yetiştirmişlerdi.
Celile ıstırabını başkalarına söyleyen ve ıstırap çektikçe başkalarına da ıstırap vermesini seven kadınlardan değildi.
Hiç şüphesiz ki birbirlerini bu kadar anlamadan yaşayan bu iki insanın müşterek hayatlarına saadet denilemezdi.
Muhsin saya saya, hesap ede ede ve adeta sanki hesap etmek için yaşamış olanların soyundan geliyordu. Ve kendisi de, bütün hayatı seyrince her şeyi bilaistisna her şeyi hesap ederek yapmıştı. Hayatında ani kararlara, çılgın hamlelere ve sürprizlere ufak bir yer vermemişti.
Istıraba, gülünç olmadan tahammül etmek bir haysiyet meselesiydi. Fakat gülünçlük ve haysiyetsizliğe tahammül Muhsin için ıstırapların en müthişi ve en ağırıydı.
İçinde bir nebat gibi, bir hayvan gibi yaşama iştiyakı vardı. Güneşi, denizi, rüzgarı iliklerinde hissediyordu ve bundan iliklerine kadar işleyen bir zevk duyuyordu.
Celile bugün kalbini dolduran, bugün kalbini doldurup taşan bu bunaltıcı duyguları ne zaman hissetmeye başlamıştı? Bunu hiç bilmiyordu! Bu, tabii uyanık bir insanın uyumaya ne zaman başladığını anlamayışı gibi bir şeydi.
-Ben yaptım. Ben kazandım. Ben söyledim, gibi konuşmaların şüphesiz ki tevazuyla en ufak bir ilişiği yoktu.
Felsefe yapmaya hevesli Mardirosyan Efendi kendi kendine şöyle düşünüyordu: Tab’-ı beşer böyledir. Ondan menfaat hissini alınız. Elini kolunu kıpırdatmaz. Kimseye yardım etmez. Merhamet ve hemcinsine yardım ekmek kadayıfı ise, bundan şahsen edinilen menfaat onun kaymağıdır.
İnsana yaşamak ve ölmek arzusunu aynı anda telkin eden acayip bir beste. Basit fakat kavrayıcı
Hayatta, rolü ve fonksiyonu kalmamış olanlar için, ellerinde kalan son şeyleri feda etmek o kadar güç değildir.
”Tab-ı beşer (insan doğası) böyledir. Ondan menfaat hissini alınız. Elini kolunu kıpırdatmaz. Kimseye yardım etmez. Merhamet ve hemcinsine yardım ekmek kadayıfı ise, bundan şahsen edinilen menfaat onun kaynağıdır. ”
-Bu gece niçin böyle mahzunsunuz?
-Sana bu kadar yakın ve senden bu kadar uzak olduğum için
Ben zararsız bir kadınım, sen aşktan kork..
Bütün aşkların tehlikesi sonunda bir tarafın diğe­rinden daha çabuk usanmasıydı.
Ben seni tanımak ve anlamak değil, seni sevmek isti­yorum ..
Celile en büyük çılgınlığını bile, en makul bir işi yapar gibi, sakin sakin yapan fazla söz ve fazla jest yapmadan en büyük çılgınlıkları işleyen kadınlardandı.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Kocasını kendisiyle aldatmış ve kendisi için aile evinden uzaklaşmış ve yuvasını yıkmış bir kadına Muhsin nasıl olur da itimat eder, şeref ve haysiyetini onun eline terk eder ve ona ismini verir..
Bu imkanı olmayan bir şeydi.
Celile, senden korkuyorum.
Ben zararsız kadınım Muhsin; sen aşktan kork!
Küçük adamlar felaketlerin karşısında haysiyetli kalmak için çok güçlük çekerler.
Hayatta, rolü ve fonksiyonu kalmamış olanlar için, ellerin­de kalan son şeyleri feda etmek o kadar güç değildi.
insanların bu kadar menfaaatperst olmaları ve menfaat uğrunda bu kadar küçülmeleri onu daima bir tiksinti ile sarsardı.
Küçük adamlar felaketlerin karşısında haysiyetli kalmak için çok güçlük çekerler.
Sana alıştım.Bir afyona,bir kokaine alışır gibi sana alıştım.Sen benim,beni yaşatan zehrim oldun.
Istırabını başkalarına söyleyen ve ıstırap çektikçe başkalarına da ıstırap vermesini seven kadınlardan değildi.Azap ve ıstırabı bir suç gibi gizleyen kuvvetli ve mütekebbir kadınların cinsindendi.
Ben zararsız kadınım;sen aşktan kork !
Hep susmuş ve hep sevmişti.O kadar !
Yirmi yaşındayken bile ben bir kadına bu kadar tutulmamıştım.
Şunun bunun güzel hatırı için nefret ettiği fikirleri benimsemek,sevmediği şeyleri kabul etmek küçüklüğünde hiçbir zaman kalmamıştı.
O her zaman kudretli bir insan olarak yaşamıştı ve küçüklüğü hiçbir zaman affetmiyordu.
İnsanların bu kadar menfaatperest olmaları ve menfaat uğrunda bu kadar küçülmeleri onu daima bir tiksinti ile sarsardı.
Daha genç olsaydım âşık oldum zannedecektim diyordu.Âşık gibiydi.
Âşık mıydı ? Niçin bu kadına bu kadar kızıyordu?
Kendisine bu kadar tatlı baktığı için bu gece bu kadını niçin kıskanıyordu ? Kendi kendisinden mi ?
Yirmi beş yaşında bir delikanlı değildi.Beklemeye,üzülmeye,tereddüt etmeye vakti yoktu.
Bu adamdan niçin bu kadar hazzediyordu ? Bu adamı ne sebepten kendisine bu kadar yakın buluyordu ?
Bu bir sihir gibi,büyü gibi bir şeydi.
Şuurla hiçbir münasebeti olmayan,hatta şuuru körleştiren bir duygu.
İstanbul gibi bir şehirde güzel bir kadın herkesten ne kadar uzak ve ne kadar yalnız bir hayat geçirirse geçirsin,her zaman nazar-ı dikkati üzerine celp eder ver her zaman ayakları altında isterse çiğneyip geçebileceği,isterse eğilip toplayabileceği kalpler bulurdu.
O,kalbinde bu yaşına kadar böyle bunaltıcı,böyle çılgın duygular hissetmemişti.Benliğinin ta içinde her zaman derin bir sükunet vardı.Bu gece birdenbire bu sükuna ne olmuştu ? Birdenbire Bu kendisi miydi Bu bambaşka duygularla sarsılan kadın ?
– Bu gece niçin böyle mahzunsunuz ?
– Sana bu kadar yakın ve senden bu kadar uzak olduğum için.
Yalnız içinde hiçbir şeye malik olamamanın ve hiç kimseye ait olamamanın soğukluğunu hissediyordu.
Kendi duygularımı tahlilden acizim.
Yürürken gittiği istikamete değil, yüreğindeki ateşin alevine bakıyordu. Ve onu bir rehber gibi kullanıyordu.
Önüne geçilmez şeyler karşısında niçin kendimizi üzelim.
Istıraba, gülünç olmadan tahammül etmek bir haysiyet meselesi idi.
Seni istememek!.. Bu benim için mümkün müdür?
Bir insanın bu kadar kendi kendisini tanımamasına imkân var mıydı?
Hayatta şunun ve bunun himayesinde yaşayanların mecbur kaldıkları anda her şeyi kabul eden zilletini o da kabule mecbur mu kalacaktı?
Affetmek sevmektir.
Sen benim hayatımın kadınısın.
Seni çok sevdiğim için seni çok kıskanıyorum diye bana darılmaya hakkın yok.
Sana alıştım. Bir afyona, bir kokaine alışır gibi sana alıştım. Sen benim, beni yaşatan zehrim oldun.
Darılmak mı? Sana dargın mıyım? Bunu da hiç düşünmedim.
Seni sevmemek benim felaketim olur.
Muhsin derken içinde çok sevilmiş bir ölüden bahsederken duygulan bir sızı vardı.
Ona ne kadar kırılmışım yarabbi!..
İçinde büyük bir boşluk var gibiydi.
Bilseydi, belki de onu sevmezdi.
Onların aşkları tam bir anlaşmanın, karşılıklı bir beğenişin bir ruh ahengi, bir karakter birliği ve fikir kardeşliğinin ve ciddi neticesi değildi.
Onlar, birbirlerini sadece tenleri için seviyorlardı.
..hayatı, insanları ve insanların karakterini ölçmek, tartmak, onların kıymetlerini anlayıp tanımak için hiçbir ölçü yoktu.
Amma da kocan varmış!
Acaba bu kadın düşünmekten tamamıyla aciz olan bir budala mı?
Beni bırakıp da, beni yalnız bırakıp da, beni hasretinle ve sensizliğimle baş başa bırakıp da gitme
Seni ne kadar sevdiğimi, senin delin, divanen olduğumu Senin hastan, senin kulun, senin kölen olduğumu anlamıyor musun?
Senden uzak olduğum dakikalarda ne kadar perişanım bilir misin!
Söyle bana seni niçin bu kadar özlüyorum?
– Seni bu kadar çok sevdiğim için!
Ya ben seni nasıl seviyorum hissetmiyor musun?
-Bu gece niçin böyle mahzunsunuz?
-Sana bu kadar yakın ve senden bu kadar uzak olduğum için.
Ben zararsız bir kadınım, sen aşktan kork!
-Mademki beni affettin, demek beni seviyorsun?.. Niye o kadar mahzunsun?
-Sana bu kadar yakın ve senden bu kadar uzak olduğum için..
Ona, hayatta işe yarar bir şey öğretmemişlerdi. Ona yap­tıkları telkin ve verdikleri terbiyeyle onu hayatta tek başına bir adım atmaktan aciz bir insan olarak yetiştirmişlerdi. O, bütün ömrü seyrince hayatın, hatta kendi hayatının bile inisiyatifini eline alamamış, ya başkaları veya hadiseler onun gideceği istikameti çizmişler, o kendi hayatının bile bir temaşageri kalmıştı.
Temaşager Gülünecek şey!..
O kördü, kör bir seyirci!..
Başkalarının kendi hakkında fena şeyler düşünebileceği­ni zannetmek, bunları haksız bile bulsa, böyle düşüncelerin kendi hakkında besleneceğini kabul etmek demekti.
– Celile, senden korkuyorum.
– Ben zararsız kadınım Muhsin; sen aşktan kork!..
– Bana karşı olan sevgini hiç tahlil etmedin mi?

– Seni sevmekten buna vakit bulabildim mi?

– Seni seviyorum, diye hep tekrarlıyordu. Çılgın gibi.
Sesi ne kadar tatlı ve ne kadar yakıcıydı.
( )
Onu seviyordu.
Şimdiye kadar içinde mahpus kalmış bir ölü gibi varlığının en kuytu, en gölgeli bir yerinde boğulmuş hayatının bütün kudretiyle, bütün şiddetiyle seviyordu.
Onu severken ölü yalının ruhuna sarmış olduğu soğuk ke­fenlerden ruhunu sıyırarak bu dirilişin bütün ihtişamı ve ul­viyeti içinde ve bütün insanlar gibi hayattan nasibi olan elem ve zevk hissesi isteyen ve arayan bir hırsla onu seviyordu.
Hayatta hiçbir şahsi arzu izhar etmiyordu. Sade izhar edilmiş değil, belki de kendi kendine itiraf edilmiş tek arzusu yoktu. Bunun için hiçbir kimseyi rahatsız etmesine imkan yoktu, çünkü istek ve hareketleri hiç kimsenin istek ve hareketleriy­le çarpışmıyordu. Kimsenin hayatının içine girmiyor, kimsenin hayatını kendi hayatı olarak kabul etmiyor, her muhitte inanılmaz derecede o muhitten dışarı duruyor, hiçbir muhit ve hiçbir insanla kaynaşamıyordu. Fakat onun bu ayrı kalışı, onun bütün insanlara karşı mu­halif bir cephede durmasından ileri geldiği için değildi. O, bütün bu hayattan ayrı bir unsur gibiydi. Ekseriya ha­yatın kenarında duruyor, içine katılmıyordu; eğer içine katı­lacak olsa, tıpkı büyük deniz içinde ve onun akıntılarına göre akıp giden bir dal parçası gibi oluyordu, muhalefeti yoktu. Suların akışına tabiydi. Fakat bir umman içinde her zaman bir dal parçası, her zaman kendi kalıyordu.
Çünkü, Celile bu aşkı yaşamaya başladığı günden beri kalbinde saadetten başka bir duygu bulmamıştı.
Hayatı, en tatlı ve en güzel bir rüyaya benziyordu.
Onun için, Muhsin’le aralarındaki bu münasebet ne bir günah, ne kabahatti, bu münasebet sadece saadetti.
Fakat para kazanmaya başladıktan sonra paranın ne olduğunu, nasıl bir kuvvet olduğunu öğrenmiş bulunuyordu. Para bir vasıta değil, para bir gayeydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir