İçeriğe geç

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde Kitap Alıntıları – Marcel Proust

Marcel Proust kitaplarından Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde kitap alıntıları sizlerle…

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde Kitap Alıntıları

Sevdigimiz insanin yaninda olunca, konusmak, hic konusmamak hepsi birdir.
İsteklerimiz hep iç içe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek enderdir.
Eninde sonunda mümkün olan hemen hemen bütün sonuçları, dolayısıyla en imkânsız sandığımız sonuçları da doğuran nedensellik bazen ağır bir işleyiştir; onu hızlandırmak isterken engelleyen arzumuz, hatta varlığımız tarafından daha da yavaşlatılan bu işleyiş, ancak arzumuz, bazen de hayatımız tükendiğinde tamamlanır.
Benim yaşadığım dünyadan daha gerçek bir dünyaya ait gerçekleri göstermesini bekliyordum; bu gerçeklere bir kez ulaştıktan sonra, benim boş hayatımın önemsiz olayları, bedenime acı verseler bile, onları elimden alamazdı.
Erdemlerimiz, özgür, değişken, kullanımı daimi şekilde bize ait şeyler değildirler; zihnimizde erdemlerimiz, karşılaştığımızda kendilerini harekete geçirmeyi görev bildiğimiz olaylara öyle sımsıkı bağlanmıştır ki, karşımıza farklı nitelikte bir olay çıktığında gafil avlanır ve bu erdemlerimizi kullanabileceğimizi aklımıza bile getirmeyiz.
Bir insanı tam olarak tanımak mümkün olsaydı, ancak başlangıçtaki optik yanılgılar (çeşitli denemeler sonucunda) anlaşıldıktan sonra o noktaya gelinebilirdi. Ama mümkün değildir; çünkü bizim o insanı görüşümüz düzelirken, kıpırtısız bir hedef olmayan o insanın kendisi de bir yandan değişir; biz onu yakaladığımızı zannederken yer değiştirir ve nihayet onu daha net gördüğümüzü düşündüğümüzde, aslında netleştirmeyi başardığımız şey, onun eskiden yakaladığımız, artık onu temsil etmeyen görüntüleridir.
Zevk de fotoğraf gibidir. Sevdiğimiz insanın yanında alınan, negatif bir klişedir sadece; bunu daha sonra, evimize döndüğümüzde, insanlarla görüştüğümüz sürece kapısı kapalı olan içimizdeki karanlık odaya girebildiğimizde banyo ederiz.
.. aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.
Bir insanı tam anlamıyla tanımak mümkün olsaydı, ancak başlangıçtaki optik yanılgılar (çeşitli denemeler sonucunda) anlaşıldıktan sonra o noktaya gelinebilirdi. Ama mümkün değildir; çünkü bizim o insanı görüşümüz düzelirken, kıpırtısız bir hedef olmayan o insanın kendisi de bir yandan değişir; biz onu yakaladığımızı zannederken yer değiştirir ve nihayet onu daha net gördüğümüzü düşündüğümüzde, aslında netleştirmeyi başardığımız şey, onun eskiden yakaladığımız, artık onu temsil etmeyen görüntüleridir.
Zihnin, düşüncenin ve kalbin, en ufak bir
değişikliği gerçekleştiremeyen, sonradan hayatın, biz nasıl
olduğunu bile anlayamadan, kolayca hallediverdiği meselelerin
bir tekini bile çözemeyen güçsüzlüğüne şaşırıyordum.
şimdiki zamanı
fark etme yeteneğine bir an için kavuştuğumu farzetsek bile, bu,
geçmişi hatırlayabileceğim ve geleceği öngörebileceğim anlamına gelmezdi. Hayalgücüm, yatmayı aklımdan geçirebileceğim, uyku
ihtiyacı duyabileceğim kadaruzaktaki bir zamana gidemiyordu.
Bu
örgülerin minnacık bir parçasına, çerçeve olarak sunmayacağım
bir tek cennet tarhı var mıydı?
Zaten hayatta ve hayatın çelişen durumlarındaki bütün aşka
ilişkin olaylarda, en iyisi, anlamaya çalışmamaktır; çünkü nasılsa,
acımasız ve beklenmedik olduklarından, mantık kurallarından
çok sihirli kurallara göre belirlenir gibidirler.
İnsan en çok kaçtığı şeyden asla kurtulamıyor..
Bu dönüş yolu boyunca, diğer genç kızlardan yayılan ışığa boğulmuş olan Albertine’in görüntüsü, benim için var olan tek görüntü değildi. Ama ay nasıl gündüz vakti diğerlerinden daha belirgin ve sabit bir şekle sahip bir buluttan başka bir şey değilken, güneş battıktan sonra bütün gücüne kavuşursa, aynı şekilde ben de otele döndüğümde kalbimden yükselen ve parlamaya başlayan tek görüntü, Albertine’in hayali oldu.
Kendisi için yaşama imkanına sahip olan insanlar kendileri için yaşama sorumluluğunu da taşırlar.
Bir insanın kişiliği hiçbir zaman düz bir yola benzemez; başkalarının fark etmediği, geçmekte zorlandığımız tuhaf, kaçınılmaz dolambaçlarla bizi şaşırtır.
İsteklerimiz hep iç içe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir
mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek
enderdir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir insanı tam olarak tanımak mümkün olsaydı, ancak başlangıçtaki optik yanılgılar (çeşitli denemeler sonucunda) anlaşıldıktan sonra o noktaya gelinebilirdi. Ama mümkün değildir; çünkü bizim o insanı görüşümüz düzelirken, kıpırtısız bir hedef olmayan o insanın kendisi de bir yandan değişir; biz onu yakaladığımızı zannederken yer değiştirir ve nihayet onu daha net gördüğümüzü düşündüğümüzde, aslında netleştirmeyi başardığımız şey, onun eskiden yakaladığımız, artık onu temsil etmeyen görüntüleridir.
Romancılar Zaman’ın geçip gitmesini anlaşılır
kılabilmek için, yelkovanların dönüşünü delice hızlandırarak
okura iki dakikada on, yirmi, otuz yılı geçirtmek zorundadırlar.
Ve sonra söyleyelim: Düşüncelerin
zihnimizde yaşadığı ortak hayat içerisinde, aralarında bizi en
mutlu eden bir tanesi var mıdır ki, önce gidip tam bir parazit gibi,
başka bir komşu düşünceden, yoksun olduğu gücün büyük
bölümünü almamış olsun?
Bazen bu mutluluğun içimize girdiği anla bizim kendimizin içimize dönebildiğimiz an arasında o kadar çok saat geçer, o kadar çok insan görürüz ki, bizi beklememiş olmasından korkarız. Ama o sabırlıdır, bıkmaz; herkes gittiği anda onu karşımızda buluruz. Bazen de o kadar yorgun oluruz ki, sadece kırılgan benliğimizde barınabilecek, başka türlü gerçekleşmesi mümkün olmayan anıları, izlenimleri zayıf dimağımızda tutacak gücü bulamayacağımızı sanırız. Bunu da istemeyiz; çünkü gerçeklerin tozuna sihirli bir kumun karıştığı, sıradan, herhangi bir olayın romanlardaki gibi bir itici güç olduğu günler haricinde hayatın ilginç bir yanı yoktur. O zaman, rüya ışığının içinden, erişilmez dünyanın koca bir yarımadası birden ortaya çıkar ve hayatımıza girer; uykudan uyanmış biri gibi, en ateşli rüyalarımızda yer alan ve dolayısıyla ancak rüyada görebileceğimizi sandığımız insanları kendi hayatımızda görürüz.
kendi
önemimizi gözümüzde büyütmek korkusuyla, başkalarının
doğumdan ölüme anılarının yayılmak zorunda olduğu alanı
büyütüp dev boyutlara getiririz ve konuşmalarımızın,
tavırlarımızın ayrıntılarının, sohbet ettiğimiz kişilerin bilincine
nüfuz edemediğini, hele hafızada hiç yer etmediğini zannederiz.
Bir insan ne kadar bilge olursa olsun, dedi, gençliğinin bir döneminde, mutlaka, hatırlamaktan hoşlanmadığı, yok olmasını isteyeceği sözler söylemiş, hatta bir yaşam tarzı benimsemiştir. Ama bundan ötürü kesinlikle pişmanlık duymamalıdır; çünkü (bilgeliğin mümkün olduğu ölçüde) bilgeliğe ulaştığından emin olabilmesi için, bu son safhadan önceki bütün gülünç veya iğrenç aşamalardan geçmiş olması gerekir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bir insanla aramızdaki bağlar, o insan bizim bir kusurumuzu
yargılamak için bizimle aynı görüş açısını benimsediği zaman
kutsallaşmış olur.
bana iyi politika
verin, size iyi maliye vereyim.
herkesin düşündüğü şeyi söylemenin, politikada çapsızlık değil,
üstünlük belirtisi olduğu gerçeği.
Zannederim bazı aşkın gerçekler,
kalabalığın duyarlı olduğu birtakım ışınlar yayıyorlar etraflarına.
benim yüzümden üzüleceklerini düşünmek beni de üzüyor, bu
üzüntünün içinde hayatın amacı artık gerçek değil, sevgiymiş
gibi görünüyor.
Bakışları bir an benimkilerle karşılaştı; fırtınalı günlerin gezgin göklerinin, kendilerinden daha ağır bir buluta yaklaşıp, yan yana gelip, değip geçmesi gibi. Birbirlerini tanımadıkları için uzaklaşırlar. Aynı şekilde bakışlarımız bir an karşı karşıya geldi; her biri, karşısındaki göksel kıtanın gelecek için ne gibi vaatler ve tehditler içerdiğinden habersizdi. Yalnız onun bakışı, seyir hızını düşürmeden tam benim bakışımın altından geçtiği sırada, hafifçe gölgelendi. Nasıl ki bulutsuz bir gecede rüzgârla sürüklenen ay, bir bulutun altından geçer, parıltısı bir gölgelenir, hemen ardından tekrar görünürse, öyle.
Daha sonraki yaşlarda her şeyi daha pratik açıdan, toplumun geri kalanıyla tam bir uyum içinde görürüz ama bir şeyler öğrendiğimiz tek yaş, ilk gençliktir.
Tarzlardaki farklılığın
hiçbir anlam ifade etmediği, hem halktan, hem yüksek
sosyeteden kimi cahiller hariç, insanları yaklaştıran şey, fikirlerin
ortak oluşu değil, anlayışların akraba oluşudur.
Hayatımızın ikinci bölümünde açığa
vurduğumuz mizacımız, çoğunlukla öyle olsa bile, her zaman
başlangıçtaki mizacımızın gelişmiş veya solmuş, güçlenmiş veya
yumuşamış şekli değildir; bazen de tamamen zıt bir mizaç, adeta
tersyüz edilmiş bir giysidir.
Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize
sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran,
başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte
karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri
dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin
sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.
Küçük çetenin kızlarının çok uzakta olduğunu sanıyordum; bu sefer onları görme umudumu feda edip büyükannemin ricasına nihayet boyun eğmiş ve Elstir’i ziyarete gitmiştim. Çünkü aradığımız şeyin nerede olduğunu bilmeyiz ve genellikle uzun bir süre boyunca, herkesin bizi başka nedenlerle davet ettiği yerden kaçarız; düşündüğümüz kişiyi tam da orada görebileceğimiz aklımıza bile gelmez.
Bir kadına âşık olduğumuzda aslında yaptığımız şey, bir ruh halimizi ona yansıtmaktır; dolayısıyla önemli olan kadının değeri değil, ruh halinin derinliğidir; sıradan bir genç kızın bizde yarattığı duygular sayesinde benliğimizin en özel, en şahsi, en uzak, en temel yanları bilinç düzeyine çıkabilir; üstün bir şahsiyetin sohbetinin ve hatta eserlerini hayranlıkla seyretmenin bize verdiği zevk, bunu sağlayamaz.
Bir kişiye duyulan ve diğer her şeyi dışlayan aşk, daima başka bir şeye duyulan aşktır.
İnsan bir kişiden hoşlanabilir. Ama aşkı hazırlayan o hüznün, o telafi edilmezlik duygusunun, o iç daralmalarının ortaya dökülmesi için, bir imkânsızlık ihtimali gereklidir (belki de bu yüzden, tutkunun kaygıyla kucaklamaya çalıştığı hedef, bir kişiden ziyade, aşkın kendisidir).
Tanımadığımız bu dünyaların görünürde düzensiz hareketlerini ancak defalarca sabırla, ama huzursuzca gözledikten sonradır ki, tesadüflerle aldanmadığımızdan, tahminlerimizin boşa çıkmayacağından emin olarak, bu tutkulu astronominin zalim tecrübeler karşılığında ele geçirilmiş kesin yasalarını saptayabiliriz.
.. Ama bazen de, tesadüf onları ısrarla karşımıza çıkarır (küstah küçük çete için de geçerli olacaktı bu). O zaman tesadüfü güzel buluruz; çünkü hayatımızı düzenlemeye yönelik bir girişim, bir çaba sezeriz kendisinde; tesadüf bizim için hayallere sadakati kolay, kaçınılmaz ve bazen de –hatırlamayacağımız umudunu doğuran kesintilerden sonra– zalim kılar; daha sonra, bu hayallere sahip olacağımızın, kaderimizde yazılı olduğunu zannederiz; oysa tesadüf olmasa, aynı hayaller, birçok başkaları gibi daha baştan, kolayca unutulurdu.
Sinirlerimin huzurlu mırıltısını işitiyordum; huzur verebilecek dış nesnelerden bağımsız bir huzurla doluydular; bedenimin veya dikkatimin en küçük kıpırdanışı, kapalı göze hafifçe bastırmanın renk duyumunu yaratması gibi, bu huzuru hissetmeme yetiyordu.
Zaten dikkatimiz daima bize özgü olan şeylere çevrildiğinden, başkalarında her şeyden önce bunları fark ederiz. Bir miyop diğeri hakkında, Gözlerini zor açıyor der; bir veremli en sağlıklı adamın ciğerinin sağlamlığından şüphe eder, pis bir adam sürekli başkalarının yıkanmadığından dem vurur; kötü kokan başkalarının koktuğunu iddia eder; aldatılan bir koca her tarafta aldatılan kocalar, hafif bir kadın hafif kadınlar, bir snop snoplar görür.
Yalnızken bazen bana harikulade bir huzur veren duygulardan birinin içimden fışkırdığını hissederdim. Ama biriyle birlikte olduğum anda, bir arkadaşımla konuştuğum anda, zihnim yüz seksen derecelik bir dönüş yapar, düşüncelerini kendime değil, muhattabıma yöneltirdi düşüncelerimse, bu ters yönü izlediklerinde, bana hiçbir zevk vermiyordu.
Asker vurulmadan önce, hırsız yakalanmadan önce, genelde insan da ölmeden önce, sürekli uzatılabilecek bir mühletin kendisine bağışlanacağına inanır.
Zaten aşkta hiçbir zaman huzur olamaz; çünkü elde edilen şey daima daha fazlasını istemek için bir hareket noktasıdır.
Başkalarının ne düşündüğünden bana ne? Duygulara ilişkin konularda başkalarıyla ilgilenmek bence çok abes. İnsan kendisi için hisseder, elalem için değil.
aslında yanlış hükümlerden kaçınmak için alınan bütün korkakça önlemler faydasızdır, çünkü yanlış hükümler kaçınılmazdır. Bir deha ürününün derhal takdir edilmesi zordur; çünkü onu yazan kişi olağandışıdır, ona benzeyen pek az insan vardır.
hayatımızın farklı bir anında ne zaman belirli bir çevreyle ilişki kursak veya ilişkilerimizi tazelesek, üzerimize titrendiğini hissetseki doğal olarak insani kökler salıp o çevreye bağlanırız.
Çünkü birini hatırlamak denen şey, aslında unutmaktır.
Özlem de arzu gibi kendini çözümlemeye değil, tatmin etmeye çalışır; insan sevmeye başladığı zaman vaktini aşkının ne olduğunu öğrenmeye değil, ertesi günkü randevu imkanlarını hazırlamaya harcar. Vazgeçtiğinde de kederini tanımaya değil, bu kederin sebebi olan kişiye kederinin en şefkatli ifadesini sunmaya çalışır. Söyleme ihtiyacını duyduğu ve karşısındakinin anlamayacağı şeyleri söyler; sadece kendisi için konuşur.
Gün içinde sahip olduğumuz zamanın miktarı esnektir; bizim hissettiğimiz tutkular bu zamanı genişletir, hissettirdiğimiz tutkular daraltır, alışkanlıksa doldurur.
Asker vurulmadan önce, hırsız yakalanmadan önce, genelde insan da ölmeden önce, sürekli uzatılabilecek bir mühletin, kendisine bağışlanacağına inanır.
Ne var ki, eğer mutsuzluğun sebebi, sevilen bir yakını kaybetmiş olmaksa, çekilen acı, geçmişle daha canlı bir karşılaştırmadan ibarettir.
Bana söylediklerine inanmıyordum, ama ona kızmıyordum da; anneme ve büyükanneme çektiğim için, çok daha ciddi suçlar işlemiş kimselere karşı bile hınç besleyemez, asla kimseye hüküm giydirmezdim.
İnsanoğlunun, herkeste aynı olan faziletlerinin sıklığı, herkeste farklı olan kusurların bolluğundan daha olağanüstü değildir. Şüphesiz dünyada en yaygın olan şey , sağduyu değil, iyi kalpliliktir. İyiliğin en uzak, en ücra köşelerde bile, kendi kendine yeşerdiğini görüp şaşırırız; tıpkı ücra bir vadide, dünyanın diğer bütün gelinciklerine benzer, yalnız bir gelinciğin, onları hiç görmeden, arasıra kırmızı başlığını titreştiren rüzgârdan başka hiçbir şeyi tanımadan yetişmesi gibi. Bu iyi kalplilik, menfaat tarafından felce uğratıldığı için kullanılmasa bile, yine de mevcuttur ve bencilce bir dürtünün engel olmadığı her fırsatta, mesela bir roman veya gazete okunduğu sırada, hayatta aslında katil de olsalar, tefrika meraklıları gibi yufka yürekli olan kişilerin kalbinde bile açılır, zayıfa, haklıya ve ezilmişe yönelir.
Bilgelik dışarıdan alınmaz; onu bizim adımıza kimsenin katedemeyeceği bir mesafeyi aştıktan sonra, kendimiz bulmak zorundayızdır; çünkü bilgelik olaylara, dünyaya bir bakış açısıdır.
…belki ilk aşka özgü olan her şey, hatırlama, telkin, alışkanlık yoluyla sonraki aşklara eklenir ve hayatımızın birbirini izleyen dönemleri boyunca, aşkın değişik yönlerine genel bir nitelik kazandırır.
…tesadüf bizim için hayallere sadakati kolay, kaçınılmaz ve bazen de zalim kılar; daha sonra, bu hayallere sahip olacağımızın kaderimizde yazılı olduğunu zannederiz; oysa tesadüf olmasa, aynı hayaller, birçok başkaları gibi daha baştan, kolayca unutulurdu.
Büyük bir sanatçının inceliği karşısında, büyük bir soylunun nezaketi, ne kadar sevimli olursa olsun, bir rol ve yapmacık havası taşır. Saint-Loup hoşa gitmeye çalışıyordu, Elstir ise vermeyi, kendini vermeyi seviyordu. Sahip olduğu her şeyi, fikirlerini, eserlerini ve çok daha az önemsediği diğer her şeyini kendisini anlamış olan birine seve seve verirdi. Ama tahammül edilebilecek bir çevre bulunmadığı için, yüksek sosyetenin poz ve terbiyesizlik, resmi otoritelerin kötü niyet, komşuların delilik, ailesininse bencillik ve gurur diye adlandırdığı bir inziva içinde, vahşice yaşamaktaydı.
kalabalık sevgisi -ve dolayısıyla korkusu- ister başkalarının hoşuna gitmeye veya onları şaşırtmaya çalışsınlar, ister küçümsediklerini göstermeye çabalasınlar, bütün insanlarda en güçlü dürtülerden biri olduğu için, münzevinin mutlak ve ömür boyu süren kapanışının kaynağında bile genellikle aşırı bir kalabalık sevgisi bulunur; bu tutku bütün diğer duygulardan o kadar baskındır ki, dışarı çıktığı zaman kapıcının, gelip geçenlerin, duran bir arabanın arabacısının hayranlığını kazanamayınca, onlar tarafından hiç görülmemeyi ve bunun için de dışarı çıkmasını gerektirecek her türlü faaliyetten vazgeçmeyi tercih eder.
İnsanoğlunun herkeste aynı olan faziletlerinin sıklığı, herkeste farklı olan kusurların bolluğundan daha olağanüstü değildir.
Zaten hayatta ve hayatın çelişen durumlarındaki bütün aşka ilişkin olaylarda, en iyisi anlamaya çalışmamaktır; çünkü nasılsa acımasız ve beklenmedik olduklarından mantık kurallarından çok sihirli kurallara göre belirlenir gibidirler.
Zaten askta hic bir zaman huzur olmaz; cunku elde edilen sey daima daha fazlasini istemek icin bir hareket noktasidir.
Nice üstün yetenekli kadın vardır ki, bir dangalağın kendilerini büyülemesine, en ince sözlerini acımasızca kınamasına izin verirler ve onun en yavan şaklabanlıkları karşısında, sevginin sonsuz hoşgörüsüyle kendilerinden geçerler.
Neler hissettiğimi anlayabilecek tıynette insan çok azdır. Bu az sayıda insanı arıyorum,diğerlerinden kaçıyorum.
“Gün içinde sahip olduğumuz zamanın miktarı esnektir; bizim hissettiğimiz tutkular bu zamanı genişletir, hissettirdiğimiz tutkular daraltır, alışkanlıksa doldurur.”
Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.
Çünkü tıpkı bir eseri yaratmamızı ünlü olma isteğinin değil de, çalışkan olma alışkanlığının sağlaması gibi, geleceği korumamıza yardım eden de, şimdiki anın neşesi değil, geçmişin ciddi düşünceleridir.
İnsan ruhunda pek az istek devamlı surette mutlaktır; ruhun, farklı hatıraların beklenmedik akınıyla güçlenen yasalarından biri, kesikliktir.
Alışkanlık her şeyi zayıflattığı için bir insanı bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir. Önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir çünkü. İşte bu yüzden hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk kokusundadır.
Bu dünyada yetersizlik ve yanılgı, güveni azaltmaz; aksine arttırır. Çok az sayıda insan parlak ilişkilere, derin bilgilere sahip olabildiğinden, bunlardan yoksun olanlar, izzetinefsin sağaltıcı bir mucizesiyle kendilerini en imtiyazlı durumda zannederler; çünkü toplumun basamaklarının öyle bir perspektifi vardır ki, her kademedekiler kendilerini en iyi konumda görürler ve tanımadan adlandırıp iftira ettikleri, anlamadan yargılayıp küçümsedikleri en soylu insanları kendilerinden daha ayrıcalıksız, daha kısmetsiz, daha acınacak durumda bulurlar.
Ayrıyken insan saatler konusunda çok cömerttir. İstediği bir zamanın içinde ilerler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir