Hüseyin Hilmi Işık kitaplarından Cevâb Veremedi kitap alıntıları sizlerle…
Cevâb Veremedi Kitap Alıntıları
Her mümin nefsini tezkiye için, lâ ilâhe illallah; ve kalbini tasfiye için, estağfirullah okumalıdır.
Kur’an-ı Kerim, bütün ilahi kitapların hükümlerini nesh etmiş ve bu hükümleri kendisinde toplamıştır.
(Sübhânallahi ve bi-hamdihi sünhânallahilazîm). Bu kelime-i tenzih, (Mektubat tercemesi) kitabının 307 ve 308.mektublarında yazılıdır. Bunu sabah akşam yüz kere okuyanın günahları afv olur. Dertlerden kurtulur. Bir daha günah işlemekten muhafaza olunur.
Yahya bin Mu’âz Râzi, 258 h.de Nîşâpûrda vefat etti. Buyuruyor ki,(Herkes seni, Allahını sevdiğin kadar sever. Allahdan korktuğun kadar, senden korkarlar. Allaha itaat ettiğin kadar, sana itaat ederler.)
Talmuda göre kadın, dini mektebe alınamaz. Çünkü hafif akıllıdır ve ona din eğitimi şart değildir.
(Brinci delilim, Babasız yaratıldı. ‘hz. Îsâ’) deyince, islam alimi, (Adem aleyhisselam hem annesiz, həm də babasız yaratıldı. Melekler de baba ve annesiz olarak yaratıldılar. [Meleklerde erkeklik ve dişilik yoktur.] O halde, Adem aleyhisselamın ve meleklerin de, Îsâ aleyhisselam gibi [hâşâ] ilah [tanrı] olmaları îcâb ederdi) diye cevap verdi. Papaz buna (cevap veremedi).
Sa’dî-i Şîrâzînin şu sözü ne güzeldir: (Aç bir zındığın, hiç bir kimsenin bulunmadığı bir sofrada, ramazanda olduğunu düşüneceğine inanılır mı?)
İngiliz katoliklerinden Thomas, 1267[m.1851] senesinde basılan, (Mir’ât-i sıdk) kitabının kırkbir ve kırkikinci sayfalarında diyor ki, (Protestanlar, ilk zuhurlarında, 645 imaret, 90 okul, 2300 kilise ve 110 hastahaneyi soyup, yağma ettiler. Ayrıca ölülere dahi el uzatıp, kefenlerini soydular.)
İslâmiyyetde aklın ermediği çok şey vardır. Fekat akla aykırı hiç bir şey yokdur.
Benî İsrail Peygamberlerinin bildirdikleri üzere, kıble, Kudüsdeki (Beyt-i mukaddes)e doğru idi. Sonradan (Kâ’be-i muazzama)ya doğru oldu. Kâ’be-i muazzamayı İbrahim aleyhisselam yapmış olduğu için, Resûllullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Kâ’ be-i muazzamaya karşı ibadet yapmak istiyordu. Merhameti sonsuz olan Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini bu arzusuna kavuşturarak,kıble, Mescid-i aksadan, Mescid-i harama çevrildi. Bakara sûresinin yüzkırkdördüncü ayetinde mealen: (Şimdi yüzünü Mescid-i harâm tarafına çevir) buyurulmuşdur.
Resullulah onun için, (Uhud günü ne tarafıma baktıysam, hep Ümm-i Ümâreyi gördüm) buyurmuşdur.
Yine hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki. (Helal kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vacip olur) ve (Beş vakit namazı kıldıktan sonra, çalışıp helal kazanmak, her müslümana farzdır) ve (En iyi ticaret, bezzâzlıktır, kumaş satmaktır. En iyi san’at terziliktir.)
Resûllullah salllahü aleyhi ve sellem , bir sabah, Eshabı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden dükkanına doğru geçti. Bazıları, erkenden dünyalık kazanmaya gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu deyince, Resûllullah salllahü aleyhi ve sellem , (Öyle söylemeyin! Eğer kimseye muhtaç olmamak ve ana, baba, çoluk-çocuğunu da muhtaç etmemek için gidiyorsa, her adımı ibadettir. Eğer, herkese öğünmek, keyf sürmek niyetinde ise, şeytanla beraberdir) buyurdu.
İslâm memleketlerinin her yerinde san’at pek meşhûr idi. Avrupalılar, çalar sâat nedir bilmezlerken, müslimânların halîfesi Hârûn-ür-reşîd tarafından Fransa kralı Şarlmana çalar sâat hediyye edilmişdi.
(İrlandada Kont Ras Colin vak’asını duymamışsınızdır. Onun İrlandada yaptıkları doğrudur ve aslı vardır. Protestanlar hər sene ikiyüz ellibin rubye ve birçok yerlerin kirasını toplayarak, bu paralarla fakir ve yoksul katoliklerin çocuklarını satın alıyor, ana ve babalarını tanımamaları için, onları başka yerlerde yaşayan Protestanlar arasına gönderiyorlardı. Bunlar büyüyünce memleketlerine tekrar geri gönderiliyor, ana ve babalarını ve kardeşlerini tanımadıkları için, erkek ve Kız kardeşleri ile, hatta ana ve babaları ile evlendikleri de oluyordu.)
Papalık yapmış ikinci Sylvestrenin dahî, Endülüs üniversitelerinde müslimân profesörlerden ilm tahsîl etdiği târîhlerde yazılıdır.
Çünkü, bugün ellerdeki dört İncilin hiç birisinde devletler hukuku, san’at, ticaret, zira’at gibi medeniyet vasıtalarını emr eden bir cümle dahi yoktur. Hatta şiddet ile men edilmiştir. Buna mukabil İslamiyet, ilm, san’at, ticarət, zira’at ve adaleti emr etmiştir.
Îmân esâslarını bilen bir müslimân, felsefe ile çok meşgûl olunca, felsefecilerin yoluna meyl etmesi belki mümkindir. Fekat, hıristiyan olması aslâ mümkin değildir.
Avrupalı ilm adamları ve sanâyi’ciler, İslâmın hakkını hiçbir vakt ödeyemezler. Bunlar, ilelebed müslimânlara teşekkür etmelidirler. Çünki, Avrupaya ilm, güzel ahlâk kıvılcımı, ilk def’a, Endülüs müslimânlarından sıçramışdır.
446 [m. 1054] senesinde, Şark kilisesi, Roma kilisesinden ayrıldı. Roma kilisesine bağlı olan hıristiyanlara (katolik), Şark [İstanbul] kilisesine bağlı olanlara (Ortodoks) denildi
Yehûdîler, Mûsâ aleyhisselâma inanıp, Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâma inanmazlar. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâma da inanıp, Muhammed aleyhisselâma inanmazlar. Müslimânlar ise, bütün Peygamberlere inanırlar.
Peygamberlere (Resûl) denir. Resûllerin büyüklerine (Ülül’azm) Peygamberler denir. Bunlar, Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüssalâtü vesselâmdır.
Tevbe kapısı açıkdır. Son nefese kadar tevbeler kabûl edilir.
Her müslimânı gördükde, (Benim se’âdete kavuşmaklığım, bunun kalbini kazanmakla ve düâsını almakla olabilir) demelidir.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Günâh işleyince, hemen [kalb ile] tevbe ve [dil ile] istigfâr etmelidir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İşlerinizde şaşırdığınız zemân, kabrde olanlardan yardım isteyiniz!) buyurdu.
Evliyâya Allah, öyle kudret verdi ki;
geri çevirirler, ateşlenen mermîyi.
Yahyâ bin Mu’âz Râzî, 258 [m. 872] de vefât etmişdir. Buyuruyor ki,
(Üç sınıf kimse ile sohbet etme: Gâfil olan âlimler ile ve hep dünyâ kazancını düşünen hâfızlar ile ve din câhili olan şeyhler ile).
Hiç bir insan, hiç birşey yaratamaz.
Kazâ ve kadere inanmamız emr olundu. Bunları incelememiz emr olunmadı.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği kadar öğrenmemiz ve inanmamız lâzımdır.
Bir hadîs-i şerîfde, (Güler yüzle selâm verene sadaka sevâbı verilir) buyuruldu.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Hadîs-i kudsîde, (Bütün dinler içinde, bu dîni seçdim. Bu din, cömerdlik ile ve güzel huy ile temâm olur. Bu dîni, her gün, bu ikisi ile temâmlayınız!) buyuruldu.
Hak tecellî eyleyince, herşeyi âsân eder,
Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder.
Allahü teâlânın Nûh aleyhisselâma bir gemi yapmasını ve kendisine tâbi’ olanlarla berâber bu gemide sâkin olmasını emr etdiği, gemiye binenlerden başka yeryüzünde bütün insanları ve hayât sâhibi herşeyi yok etdiği ve kırk gün kırk gece yağmur yağıp tûfân olduğu ve sonra durduğu, Allahü teâlânın ise, Nûh aleyhisselâmı yüzelli gün sonra hâtırladığı, yine tekvînin yedinci ve sekizinci bâblarında yazılıdır.
İnsâf etmelidir ki, ahmak bir kimse, büyük bir iş yapmış olsa, kırk yıl geçse dahî onu unutmaz.
Bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allahü teâlâ, Nûh aleyhisselâmı ve onunla berâber olanları, acabâ nasıl unutabilir. Hıristiyanların Allahü teâlâya isnâd etdikleri cehâletin haddi ve hesâbı yokdur.
Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da, vardır. Fekat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda, Onu,
anlıyanlar, O vardır deyip kesdiler sözü.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” başka bir hadîs-i şerîflerinde de, (Allahü teâlâ, hâtıra gelen her şeyden uzakdır) buyurmuşdur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlânın yaratdıklarını düşününüz, Onun zâtını düşünmeyiniz. Çünki siz Onun kadrini takdîr edemez, Onu anlamağa güç yetiremezsiniz) buyurmuşdur.
ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok günâh olur.
Ne garîbdir ki, hıristiyan fırkaları Îsâ aleyhisselâma, (Allahın oğlu) ve (Aynen Allah) dedikleri hâlde, Onun öldürüldüğünü ve asıldığını kabûl ederler.
Nisâ sûresinin yüzelliyedinci âyetinde meâlen: (Hâlbuki onlar,Îsâyı öldürmediler ve onu asmadılar, lâkin başkası onun şekline sokuldu [onu asdılar]) buyurulmuşdur.
Âl-i imrân sûresinin ellibeşinci âyetinde meâlen: ([Hâtırla ki]Allahü teâlâ, Îsâya “aleyhisselâm”, muhakkak ben seni yerden [en mükemmel şeklde] alıp, meleklerin makâmına yükselteceğim [dedi]) buyurulmuşdur.
Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” hanımlar arasında adâletin nasıl olacağı sorulduğu zemân, (Birinin elinden bir bardak su içersen, diğerlerinin ellerinden de bir bardak su içmekdir) cevâbını vermişdir. Bunu tatbîk etmek, bir kimse için çok zor olduğundan, islâm dîni bir kadınla evlenmeği tavsiye etmekdedir.
İslâm devletinde, harbde alınan esîrler, aslâ öldürülmez. Harb meydânında dahî, aç ve susuz bırakılmaz.
Kur’ân-ı kerîmde suçluya verilen cezâlar, vücûdda kangren olmuş bir yarayı kesip almağa benzer. Eğer o yara alınmazsa, bütün vücûd zarar görür. Suçluya da, cezâ tatbîk edilmezse, bütün cem’iyyet zarar görür. Bir şahsın zarârı, elbette cem’iyyetin zarârına tercîh edilir.
Bekara sûresinin yüzyetmişdokuzuncu âyetinde meâlen: (Ey akl sâhibleri, sizin için kısâsda hayât vardır) buyurulmuşdur.
Ba’zı kimseler, (Adam öldürmekde hiç hayât olur mu?) diyebilir. İnsanlar, kendilerinin öldürülmesi korkusundan bir başkasını öldürmekden korkarlar. Can korkusundan dolayı adam öldürmeğe teşebbüs etmezler. Öldürmek vak’ası olmayınca, cem’iyyet, millet hayât bulur ki, âyet-i kerîme de bunu bildirmekdedir.
1 — Harbden önce, uygun bir lisân ile, kâfirlere islâm dînini kabûl etmeleri teklîf olunur. Ya’nî, islâm dîninin, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olduğu ve Allahü teâlânın bir olup, benzeri ve şerîki bulunmadığı ve Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Onun tarafından gönderilmiş hak Resûlü olduğu, münâsib bir lisân ile anlatılır. Eğer kabûl ve îmân ederlerse, mü’minler zümresine dâhil olup, mü’minlerle kardeş olurlar.
2 — Eğer, kâfirler, bu ni’meti, bu se’âdeti kendilerine uygun görmeyip, (Biz babalarımızı böyle yapıyor bulduk) meâlindeki, Şu’arâ sûresinin yetmiş dördüncü âyetinde bildirilen dalâlet içerisinde kalmak isterlerse, dinlerini değişdirmeleri için zorlama ve baskı yapılmaz. İslâm memleketinde, kendilerinin mallarını, ırzlarını ve canlarını korumak ve kendi ibâdetlerini yapmak karşılığında ve onların sosyal hizmetleri için harc olunmak üzere, senede çok az bir cizye ödemek (1,5 veyâ 2,5 veyâ 3 dirhem gümüş) şartı ile sulh yapmağa ve vatanlarında kalmağa da’vet olunurlar. Eğer bunu kabûl ederlerse, dinleri müslimânların dîni gibi serbest olur. Irzları, kanları ve malları da aynen bir müslimânın ırzı, kanı ve malı gibi, devletin muhâfazasında, himâyesinde olur. Bir müslimân, onların evlerine girip, kadınlarına bakamaz. Bir kuruşlarını dahî, haksız yolla alamaz. Onlara, kötü söz söyliyemez. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen adâlet ile hükm eden mahkemelerde, dâimâ hukûk sâhibi olup, kendilerine en küçük bir haksızlık yapılamaz. Mü’minlerle berâber güzelce geçinirler. İslâm mahkemelerinde, bir çoban ile vâlî müsâvî muâmele görürler.
3 — Eğer, kâfirler, ikinci hâli de kabûl etmeyip, mü’minler ile harb etmeğe kalkışırlarsa, islâmiyyetde bildirilen adâlet ve üsûl üzere, onlarla cihâd yapılır.
İslâmiyyetin, cihâd husûsunda, uyulmasını emr etdiği adâlet ve insâf yolu budur.
Türkiyede ba’zıları, islâm kitâblarını okumadıkları için ve islâmiyyetden haberleri olmadığı için, Avrupalıları, Amerikalıları taklîd etmeğe (ilericilik), müslimân olmağa (gericilik) diyorlar.
.
.
.
Hâlbuki kendileri, fen, tıb, hesâb bilgilerinde ve teknolojide, Avrupalılar, Amerikalılar gibi çalışmıyorlar.
.
.
.
Kısacası , hıristiyanların yalnız sefâhetlerini, ahlâksızlıklarını taklîd edenlere aydın, ilerici dedikleri anlaşılıyor.
Bulgarların, moskofların, ermenilerin ve yunanlıların müslimân türke yapdıklarının binde birini, Osmânlılar onlara tatbîk etseydi, belki bugün yeryüzünde bulgar, ermeni, yunan ve rus diye bir millet olmazdı.
İngilizler birinci cihan harbinde, şark cebhesinde ele geçirdikleri esîrleri Mısrda büyük kamplarda toplamışlardı. Bu müslimânlara zorla, büyük havuzlarda banyo yapdırmışlardır. Bu havuzların suyuna (göztaşı) karışdırmışlar ve memleketlerine dönen bu esîrlerin gözleri dahâ sonra kör olmuşdur.
[Az söyledim dikkat etdim, kalbini kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana.]
Riyâzet nefsin şehvetini kırar.
(Ameller niyyetlere göredir) ve (Mü’minin niyyeti, amelinden hayrlıdır) hadîs-i şerîfleri mûcibince, hac yapmağı arzû edip de, hac yapmak imkânını bulamıyanlar, niyyetlerine göre ecr ve mükâfâta kavuşurlar.
Îsâ aleyhisselâm ömrü boyunca kimseyi vaftîz etmedi. Vaftîz yapınız diye bir emr de etmedi.
insan, Allahü teâlânın yaratdığı mahlûkların en şereflisi olup, yaratılışda, ya’nî insanlıkda, hiç birisinin diğerinden farkı yokdur. Maddî makâm ve rütbeler ise, insanın mâhiyyetini değişdiremez.
İslâm dîninde rükû’ ve secde, ancak varlığı mutlak lâzım olan, Allahü teâlâya yapılır.
Bir kimsenin vücûdunda hastalık olur da, abdest almak, ya’nî su ile yıkanmak sıhhatine zararlı olursa, teyemmüm edebilir. Çünki asl maksad sâdece el, yüz ve ayak yıkamak değil, kalbin tasfiyesi [ya’nî Allahü teâlânın huzûruna durmak için bir hâzırlık ve Allahü teâlâyı hâtırlamak]dır.
Zarûret hâllerinde, islâmiyyet aslâ güçlük teklîf etmez, güçlüğü emr etmez. Nitekim hadîs-i şerîfde, (Dinde güçlük yokdur) buyurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüzseksenaltıncı âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ insana gücü yetmiyeceği şeyi teklîf etmez) buyurulmuşdur. Ya’nî, Allahü teâlâ, bir nefse, gücü yetebileceği, yapabileceği şeyi emr eder, yapamıyacağını emr etmez.
İslâm i’tikâdına göre, Îsâ aleyhisselâm ne çarmıha gerildi, ne de öldürüldü. Çarmıha gerilen, onu ele veren münâfık (Esharyûtî Yehûdâ) idi. Yehûdîler, onu Îsâ aleyhisselâm zan ederek, çarmıha gerdiler. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı üçüncü kat semâya yükseltdi. Bugünkü İncîllerde bile müjdelenen ve hıristiyanların (paraklit) dedikleri, türkçeye terceme ederken (tesellîci) diye terceme etdikleri, yegâne tesellîci olan Muhammed aleyhisselâma ümmet olmak için, çok düâ etdi.
Allahü teâlâ kıyâmete yakın Onu tekrâr yeryüzüne indirecekdir. O zemân, Îsâ aleyhisselâm Muhammed aleyhisselâmın dîni üzere hareket edecek, Onun halâl dediklerine halâl diyecek, harâm dediklerine harâm diyecekdir. Paraklit, Ahmed demekdir. Ahmed ise, Muhammed aleyhisselâmın ismlerinden birisidir. Îsâ aleyhisselâm, ulül-azm Peygamberlerdendir. Hâşâ, Allahın oğlu değildir. Allahdan Allah, nûrdan nûr değildir. Îsâ aleyhisselâm, insân idi. Ona tapılamaz.
Hıristiyan misyonerler tarafından, bu teslîs fikrinin sistemli bir şeklde, müslimânlar arasında yayılmağa çalışıldığı görülmekdedir. Ne acıdır ki, ba’zı câhil müslimânların bunlara aldandıkları, çocuklarını korkuturken veyâ başka zemânlarda, Allah baba, Allah dede dedikleri ve Allahü teâlâ sanki gökde imiş gibi, elleri ile semâyı gösterdikleri esefle görülmekdedir. Allahü teâlâya, baba, dede demenin hiç câiz olmadığını, Kur’ân-ı kerîmde İhlâs sûresi açıkca bildirmekdedir. Kasıdlı olarak, böyle söylemek küfrdür. Allahü teâlâ doğmamışdır, doğurulmamışdır. Baba, oğul ve dede olmakdan ve mekândan münezzehdir. Allahü teâlâ, gökde değildir ki, Onun ismi söylenirken el ile gökler gösterilsin. Allahü teâlâ, her an her yerde hâzır ve nâzırdır. Herşeye hâkim ve mâlikdir.
Bütün Ortaçağ boyunca ve Avrupada rönesansın gerçekleşmesinden sonra dahî, Eflâtûn ve Aristonun felsefesine karşı çıkmanın, kabûl etmemenin, hattâ küçük bir i’tirâzın cezâsı, kilisenin engizisyon mahkemeleri kararı ile ölümdü.
Âdem aleyhisselâmdan beri gelen bütün ilâhî dinler, tek hâlık ve mâlik olan bir yaratıcıya inanmağı emr etmişdir. Bütün bu dinlerde bu yaratıcının ismi (ALLAH)dır.
Zilzâl sûresinin altı, yedi ve sekizinci âyetlerinde meâlen: (O gün, insanlar amellerinin karşılığını görmek için, fırka fırka hesâb yerine giderler. Kim zerre mikdârı kadar hayr işlemiş ise, onu [mükâfâtını] görür.Kim de zerre mikdârı bir kötülük işlemiş ise, onun cezâsını görecekdir) buyurulmuşdur.
[Hadîs-i şerîflerde, (Tevâzu’ edene, müjdeler olsun) ve (Tevâzu’ eden, halâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır) buyuruldu.]
İsrâ sûresinin otuzyedinci ve otuzsekizinci âyetlerinde meâlen: (Yeryüzünde salınarak kibr ve azamet ile [kendini beğenerek] yürüme! Çünki sen Arzı yaramazsın ve uzunluk gösterip dağlarla berâber olamazsın. Bunların hepsi Rabbin indinde mekrûhdur, çirkindir) buyurulmuşdur.
Meâl-i şerîfi, (Siz Allah yolunda öldürülenlere, ölüler demeyiniz. Hakîkatde onlar diridirler, fekat siz onları anlamazsınız [Akl, onların hayâtını anlamakdan âcizdir]) olan, Bekara sûresinin yüzellidördüncü âyet-i kerîmesi, şehîdlerin cesedlerinin ölüp, rûhlarının hayâtda olduklarını bildirmekdedir.
Cennet yolu dar ve meşakkatli, Cehennem yolu, geniş ve zînetlidir.
[İslâmiyyetin kadına verdiği kıymeti, hiçbir din, hiçbir inanç, hiçbir nizâm, hiçbir fikr vermemişdir.
İslâmiyyet, kadını baş tâcı etmiş, onu gerçek bir anne ve her evin sultânı olmak makâmına oturtmuşdur.
Medenî olduklarını iddiâ eden Avrupalılar; kadınlarını fabrikalarda, işyerlerinde, atelyelerde ve mağazalarda çalışdırmakda ve kadının gerçek vazîfelerini yapmasına fırsat vermemekdedir.
İslâmiyyetde, kadın ev içinde ve dışında çalışmak, para kazanmak mecbûriyyetinde değildir. Evli ise erkeği, evli değilse, babası, babası da yoksa, en yakın akrabâsı çalışıp, onun her ihtiyâcını karşılamağa mecbûrdur. Kendine bakacak hiç kimsesi bulunmıyan kadına, devletin (Beyt-ül-mâl) denilen hazînesi bakmağa me’mûrdur ve onun her ihtiyâcını te’mîn etmeğe mecbûrdur.
İslâmiyyetde geçim yükü, erkek ve kadın arasında paylaşdırılmamışdır. Bir erkek, zevcesini tarlada, fabrikada veyâ herhangi bir yerde çalışmağa zorlayamaz. Eğer, kadın isterse ve erkek de izn verirse, kadın, kadınlar için iş bulunan yerlerde, erkekler arasına karışmadan çalışabilir.
Fekat, kadının kazancı kendisinindir.
Kocası, ondan zorla hiçbir şey alamaz. Onu, kendi ihtiyâclarını dahî satın almasına zorlıyamaz.
Ev işlerini yapmaya da zorlıyamaz. Kadın ev işini kocasına bir hediyye, bir lutf olarak yapar.
Bunlar, müslimân hanımların sâhib olduğu birer fazîletdir. Onlardaki şerefli bir sıfatdır. Şimdi, komünist memleketlerinde, kadın da, erkeklerle birlikde, boğaz tokluğuna, hayvanlar gibi, en ağır işlerde zorla çalışdırılıyor.
Hür dünyâ dedikleri hıristiyan memleketlerinde, (Hayât müşterekdir) denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticâretde, erkekler gibi çalışıyor; sıkıntı, üzüntü ile yaşıyorlar. Çoğunun, evlendiklerine pişmân oldukları, mahkemelerin boşanma da’vâları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmekdedir.
Kadınlar, islâm dîninin kendilerine verdiği kıymeti, râhatı, huzûru, hürriyyeti ve boşanma hakkına mâlik olduklarını bilmiş olsalar, bütün dünyâ kadınları, hemen müslimân olur ve islâmiyyetin her memlekete yayılması için çalışırlar.
İslâmiyyetin kadınlara pekçok haklar tanıması ve onları erkekler elinde bir köle veyâ oyuncak olmakdan koruması, Allahü teâlânın kadınlara büyük kıymet verdiğini gösterir.]
Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yaşlılarımıza hurmet ve küçüklerimize merhamet etmiyen bizden değildir) buyurmuşdur.
Çünki, medenî bir cem’iyyetin, bir milletin kurtuluşu ve se’âdeti fakîrlik ile olamaz. Bil’aks, hayr ve iyilik müesseseleri, imârethâneler, mektebler, medreseler, aşevleri, hastahâneler yapmak, âcizlere, fakîrlere ve kimsesizlere yardım etmek [İnsanlara hizmet için çeşmeler, köprüler yapmak, fabrikalar kurmak], hep mal ve servet ile olur.
.müslimânın âhireti, dünyâsından dahâ hayrlıdır
İslâma da’vetin başlangıcında, müşriklerin eziyyetlerinden [sıkıntılarından] dolayı, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistâna hicret etmişlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı kirâmla berâber, üç sene her dürlü görüşme, alış-veriş yapma, müslimânlardan başka bir kimse ile konuşmama gibi, bütün ictimâî muâmelelerden men’ olundular. Kureyş müşrikleri, bu karar ve ittifâklarını bildiren bir ahdnâme yazarak, Kâ’be-i muazzamaya asmışlardı. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ (arza) denilen bir çeşid kurdu [ağaç kurdu] o vesîkaya musallat etdi. Yazılı bulunan (Bismikellâhümme=Allahü teâlânın ismi ile) ibâresinden başka, ne yazılı ise, hepsini o kurtcuk yidi bitirdi. Allahü teâlâ bu hâli Cibrîl-i emîn vâsıtası ile Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdi. Peygamberimiz de “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hâli, amcası Ebû Tâlibe anlatdı. Ertesi gün, Ebû Tâlib, müşriklerin ileri gelenlerine giderek; (Muhammedin Rabbi ona şöyle haber vermiş. Eğer söylediği doğru ise, bu hâli kaldırıp, eskiden olduğu gibi dolaşmalarına, başkaları ile görüşmelerine mâni’ olmayınız. Eğer söylediği doğru değilse, ben de Onu artık himâye etmiyeceğim) dedi. Kureyşin ileri gelenleri, bu teklîfi kabûl etdiler. Herkes toplanarak Kâ’beye geldiler. Ahdnâmeyi Kâ’beden indirerek açdılar ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi (Bismikellâhümme) ibâresinden başka, bütün yazıların yinilmiş olduğunu gördüler.
Hümâyûn şâhın Delhîdeki türbesine sığınmış olan çok yaşlı şâhı, çoluk çocukları ile, elleri bağlı olarak, kal’a tarafına götürdüler. Patrik Hudson, yolda şâhın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etdi. Kanlarından içdi. Cesedlerini kal’a kapısına asdırdı. Birgün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Henri Bernarda götürdü. Sonra, başları suda kaynatıp, şâha ve zevcesine çorba olarak gönderdi. Çok aç olduklarından, hemen ağızlarına koydular. Fekat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çıkarıp toprağa bırakdılar. Hudson hâini, niçin yimediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yapdırdım dedi.
Hıristiyanların müslimânlara yapdıkları zulmlerin, işkencelerin en vahşîsi, en canavarcası, İngilizler tarafından Hindistânda yapılmışdır.
Haçlı seferleri hakkında 5 ciltlik bir eser yazan hıristiyan Michaud diyor ki: (492 [m. 1099] senesinde haçlılar Kudüse girmeğe muvaffak oldular. Şehre girince, müslimân ve yehûdî 70.000 kişiyi boğazladılar. Câmi’lere sığınan müslimân kadınları ve çocukları bile, hiç acımadan öldürdüler. Sokaklarda sel gibi kan akdı. Ölüler yüzünden yollar tıkandı. Haçlılar o kadar vahşîleşmişlerdi ki, dahâ Almanyada Ren nehri sâhilinde iken orada rastladıkları yehûdîleri boğazlamışlardı.)