İçeriğe geç

Çernobil’den Sesler Kitap Alıntıları – Svetlana Aleksiyeviç

Svetlana Aleksiyeviç kitaplarından Çernobil’den Sesler kitap alıntıları sizlerle…

Çernobil’den Sesler Kitap Alıntıları

Kıyamet kopsa dahi kötülük mekanizmaları işlemeye devam edecek. Bunu anladım. Dedikodu yapmaya, idarecilerin karşısında el pençe divan durmaya, televizyonlarını ve kürk mantolarını kurtarmaya devam edecek insanlar. Dünyanın o son gününün arifesinde insan, aynı şimdiki gibi olacak. Hep aynı kalacak.
(kameraman)
Küçük çocuklar gibi sımsıkı yumuyoruz gözlerimizi ve Saklandık diye düşünüyoruz.
(Gomel Devlet Üniversitesi’nde eğitmen)
Bizler, Çehov’un kahramanları gibi şuna inanamayız artık:Yüz yıl sonra insan mükemmelleşecek! Yaşam mükemmelleşecek! Bizler, işte o gerçeği yitirdik. Yüz yıl geçtikten sonra Stalin’in Gulag’ları oldu, Auschwitz oldu Çernobil oldu Ve 11 Eylül oldu New York’ra Tüm bunların bir kuşağın yaşamına sığmadı akıl alır şey değil.
“Onlara, dünyanın bir süpermarket olmadığını açıklamam lazım. Dünya, başka türlü bir şey. Daha çok emek gerektiren ve daha güzel bir şey. Onları, ahşaptan heykellerimin bulunduğu atölyeme götürüyorum. Heykeller hoşlarına gidiyor. Diyorum ki: “Bütün bunları sıradan bir odun parçasından yaratmak mümkün. Siz de deneyin.”
“Bizim kültürümüzde zafer, bir olay değil, bir süreçtir. Yaşam bir mücadele olarak görülür. Sellere, yangınlara, depremlere karşı duyduğumuz büyük sevgi işte buradan gelir…”
“Biriyle oturup sohbet et, hemen kendi hikayesini anlatmaya başlar ve onu dinlediğin için sana minnettar kalır. Anlattıklarını anlamamış olabilirsin ama en azından dinlemişsindir. Çünkü anlatan da anlamamıştır zaten hikâyesini…”
“Neden bahsedeceğimi bilemiyorum; ölümden mi yoksa sevgiden mi? Yoksa bu ikisi aynı şeyler mi… Hangisinden bahsetmeli?”
Sürekli küçük dozda radyasyon varlığı nedeniyle kanser, zeka geriliği, nörolojik bozukluklar ve genetik mutasyonlardan zarar gören insan sayısı her geçen yıl artıyor.
Anılar, bilgi bile değildir, sadece bir dizi duygudur o kadar.
Durmaksızın korku içinde yaşamak imkansız. Bir insan bunu başaramaz.
Elinde bir balta, bir ok, tanksavar ya da gaz odası olan biri herkesi öldüremez. Ama elinde atomu tutan öldürebilir.
İnsanın kendisi için endişe etmemesi aynı zamanda bir çeşit barbarlıktır.
Alışıldık teselli cümlelerinin yerine bir doktor, ölmekte olan adamın eşine şöyle diyor: Ona yaklaşamazsınız! Onu öpemezsiniz! Ona dokunamazsınız! O artık sizin sevdiğiniz insan değil, bir nesne, etkisiz hale getirilmesi gereken bir nesne.
Çernobil topraklarındaki insanların durumu hazin. Ama hayvanların durumu daha da hazin. Bu konudan bahsetmemiştim. Şimdi anlatacağım İnsanlar gittikten sonra o ölü bölgede geriye ne kaldı? Eski kabristanlar ve biyo-mezarlık olarak adlandırılan hayvan mezarlıkları. İnsan sadece kendisini kurtardı, kendi dışındaki tüm canlılara ihanet etti. Köyler boşalılır boşaltılmaz gruplar halinde bölgeye gelen silahlı asker ve avcılar hayvanları vurdu. Oysa o köpekler insan sesine koşuyordu Kediler de Atlar da Neler olduğunu hiçbiri anlayamadı. Üstelik yaşananlarda onların zerre kadar suçu yoktu; ne yabanıl hayvanların ne de kuşların; hiç suçları yokken sessizce öldüler ki bu daha da korkunçtu.
O ilk gece nükleer santraldeki yangını söndüren itfaiye erlerinin ve onların ardından işbaşı yapan temizlik görevlilerinin sergilediği davranışın intiharı andırdığını söylüyordu insanlar. Toplu intiharı. Temizlik görevlileri genelde koruyucu kıyafet giymeden çalışmış, robotların bile öldüğü o yere sualsiz gitmişlerdi. Yüksek dozda radyasyon aldıkları gerçeği onlardan gizlenmişti, gerçi onlar da bunu yadırgamamıştı; hatta daha sonra, ölümlerinden hemen önce aldıkları devlet madalyası ve onur belgelerine sevindiler bile Oysa birçoğu o güne dek hayatta kalmayı başaramamıştı. Bu durumda ne denir onlara: Kahraman mı, canına sorgusuz kıyan insan mı? Sovyet ideolojisi ve terbiyesinin kurbanları mı?
Her nedense, helikopterler ve zırhlı personel araçları değil de en çok bu otomatik tüfekler kaldı hatırımda. Silahlar Bölgede silahlı insanlar. Kime ateş edeceklerdi ki, kendilerini kimden koruyacaklardı? Fizikten mi? Görünmez partiküllerden mi? Radyasyondan kirlenmiş toprağı ya da ağaçları mı vuracaklardı?
Bana bu soruyu başka kim sorabilir?
Baba Mişa’yı bekliyor oğlum.
Biz onunla birlikte bekleyeceğiz. Ben Çernobil duamı edeceğim… O da bir çocuğun gözlerinden bakacak dünyaya…
Burada sadece o insanların evleri değil, bütün bir çağ gömülü. İnanç çağı. Bilime inanç!
Nasıl bir iktidar anlayışı ama! Bir insanın başka bir insan üzerindeki sınırsız iktidarı…
1 milyon tonluk “kontamine olmuş“ tahıl, hayvan yemi olarak işlendi, bu yemler büyükbaş hayvanların beslenmesinde kullanıldı, sonra o hayvanların etleri masalarımıza kadar geldi.
Kazadan bahsetmeye başladı an, telefon hattı kesiliyor. Tabii ki gözetliyorlar!
Bir gün Çernobil için hesap vermek zorunda kalacaklar…
Bilim insanları eskiden tanrılar katında otururlardı, oysa artık hepsi cennetten kovulmuş birer melek. Birer şeytan!
Ve genel olarak anladım ki, hayattaki korkunç şeyler sessizce ve doğal bir şekilde gerçekleşiyor…
İnsanın düşündüğümden daha da kötü bir varlık olduğu ortaya çıktı. Benim için de geçerli bu…
Hiç anlamıyorum ama kafası çok çalışan insanlar da anlamıyor ki zaten.
Böylesi bir felaket hiçbir masalda yer almıyor, ben bilmiyorum öyle bir masal. Ama işte…
Akla duyulan inanç insanı terk ederse, ruhuna korku yerleşir, tıpkı vahşi insan da olduğu gibi.
Toprak, tıpkı kan gibi, gizemli bir maddedir. Hakkında her türlü bilgiye vakıf olduğumuzu sansak da, bilinmeyen bazı şeyler bulunmaktadır.
Bir soru var karşımızda… Yanıtlamak zorunda olduğumuz bir soru: Kimiz biz? Bu soruyu yanıtlamadan hiçbir şey değişmeyecek.
Bir devrimin parçasıymış hissi ile yaşıyorduk elbette… Yeni bir tarihsel dönemin parçasıymışız hissiyle…
Her nesle savaş bulaştı… Kan bulaştı… Başka türlü insanlar olmamız mümkün müydü ki? Kaderci olmayıp ne yapacaktık?
Biz burada şöyle vurgular kullanmayız: ben Belarus duyum, ben Ukraynaliyim, ben Rus’um… Herkes kendine Çernobilliyim der.
Her yanınızı çevrelemişse ölüm, üzerine uzun uzun düşünmek kaçınılmaz oluyor.
Gemi batar, insanlar filikalara yerleşir. Fakat atlar, o filikalarda atlara yer olmadığını bilmemektedir…
Bütün canlıları öldürebilir insan. Artık bu, hayal gücünü zorlayan bir şey olmaktan da çıktı üstelik…
Bir roman kahramanı değil insan. Hepimiz kıyamet tellallarıyız. Kimimiz büyük çapta, kimimiz küçük.
(…) Dudaklarda kısa veda sözleri… Sallanan eller… Anlaşılan oydu ki, hepimiz, zaten aşina olduğumuz bir davranış tarzının arayış içindeydik. Bir şeyle özdeşleşmeye çabalıyorduk.
Kimse ne olup bittiğini anlamamıştı, işin en korkunç yanı buydu.
Sevgi diliyorum… Ama korkuyorum… Sevmekten korkuyorum…
Düşmanlık duygusu vardı içimde… Olan bitenleri aklımla kavramıyı beceremiyordum…
Diyorum size, hayvanlar gibi olur insanlar da. Kendi gözlerimle gördüm… Hem de kaç kere…
Geri döneceklerini sandı insanlar… “Ebediyen gitmek“ ifadesini içeren hiçbir cümle kurulmadı.
Toprağı toprağa gömdük… Üzerindeki böcek, örümcek ve kurtçuklarla birlikte… Üzerinde yaşayan o ayrı milletle birlikte. İçindeki dünyayla birlikte.
Kime karşı zafer kazanacaktık? Atoma karşı mı? Fiziğe mi yoksa? Ya da kainata? Bizim kültürümüzde zafer, bir olay değil, bir süreçtir.
Geleceğe ait bir şey gizlice gözetliyor bugünü ve duygularımızla kavrayamayacağımız kadar büyük bir şey o.
Kazayı takip eden ilk günlerde radyasyonla, Hiroşima ve Nagazaki ile, hatta X ışınları ile ilgili bütün kitaplar kütüphaneden yok oluverdi.
Seçme şansım olsa sıradan bir ölüm isterdim. Çernobil usulü bir ölüm değil. Kesin olan tek bir şey var : Bana konan teşhisle bu iş fazla uzamaz.
Bir anektot daha ister misiniz? Çernobil‘den sonra istediğinizi yemek serbest, ama kendi bokunuzu kurşuna gömmeniz gerek.
Düşünmeyi seviyorum. Fakat insanlar düşünmek yerine genelde şikayet ediyor…
Ama insan rahat durmuyor. Çok kibirli. Ve de küçük.
Neden hatırlar insanlar? Hakikate ulaşmak için mi? Adalet için mi? Her şeyi oluruna bırakıp unutmak için mi? Yoksa, geçmişte bir sığınak arayışı mı hatırlamak?
Burası artık kimsenin değil, Tanrı burayı geri aldı. İnsanlar terk edip gitti.
Şunu bilmenizi isterim: Tanrı’dan korkmuyorum ben. İnsandan korkuyorum…
Günahsız bir ruh, yabancı bir yerde acılar içinde…
Çernobil… Savaşlar üstü bir savaş. İnsanın ondan kaçabileceği hiç bir yer yok.
Geceleri Tanrı’ya yalvarıyoruz, gündüzleri ise polislere.
Dünya üzerindeki en adil şey ölüm. Kimse parayla rüşvetle ondan kaçamadı henüz.
Çernobil bölgesine gittim… (…) ve oradayken anladım ki, acizim. Ve bu acizlik beni bir enkaza çeviriyor. Çünkü artık her şeyin değiştiği bu dünyayı tanıyamıyorum.
Geleceği kaybediyormuşum gibi geliyor bazen.
Onların dünyasındaki sevgi de değişti. Ölüm de.
Her şey değişti, biz hariç.
Geçmişin yetersizliği ortaya çıktı, bildiklerimiz artık bilgisizliğimize dair bir bilgi ile sınırlı.
Hakikat ellerimizden kayıp gidiyor, insan zihnine sığmıyor. Evet… Hakikate yetişmeyi başaramıyoruz.
İnsan sadece kendisini kurtardı, kendi dışındaki tüm canlılara ihanet etti.
Nerede bulunduğumuzu nasıl anlamlandırabiliriz? Neler oluyor bize? Burada… Şimdi… Soracak kimse yok…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir