İçeriğe geç

Çerçeve 2 Kitap Alıntıları – Necip Fazıl Kısakürek

Necip Fazıl Kısakürek kitaplarından Çerçeve 2 kitap alıntıları sizlerle…

Çerçeve 2 Kitap Alıntıları

dünü bugüne bağlamadan bugünü yarına bağlamanın imkânını kabul edenlerden değilim. yarının meşru arayıcılığı, ancak dünün meşru sahipliğiyle mümkün; ve yarına namzet olacak kadar bugüne tahakküm hakkı, ancak dünün tam muhasebesiyle kabildir.
– ( ) (Karne) Hırsızlığından daha şeni bir fikir suistimalidir. (Karne) hırsızı, hiç değilse hakiki ekmeğin sahte vesikasını satar; demagocya zanaatçısı ise, sahte fikrin, sahte vesikasını Fikir, vergi değil, bahşiş almaya alışınca, demagocya zanaatının istismar meydanı olur. Ve menfaat karşılığı ırzını teslim eden bir kadın gibi, ilk hamlede samimiliğini feda eder. Ekseriyetle kasasında bir kuruş bile bulunmayan hak, eğer demagocya zanaatçısının haksızlık kasasından aldığı 1000 lira maaşı, 1001 liraya çıkarabilseydi, ona kolaylıkla tükürüğünü yalatabilirdi; bu da, hakkın asla tenezzül etmeyeceği ayrı bir demagocya olurdu. (Paskal) a sorarsanız; bir lâfın gelişinden, bir hâdisenin gelişinden, onun zahirî münasebetlerine göre yalancı manalar çıkararak hüküm yürütenler, bir evde, tenazura uygun olsun diye sahte pencere açanlara benzer. Beyin (kanser) ine tutulacak kadar derin düşünen (Paskal), bu harikulade tarifiyle demagocya zanaatçısını anlatmış oluyor. İnsan, ıstırap, vicdan ve halisiyet ukdelerini ruhlarından söküp almış, fikir ve mâna tahrifçisi, eyyamgüder, demagocya cüceleri, her devirde ve 24 saatlik hayatın sefil kadrosunda, uşaklığın sırmalı kaftanı içinde yaşamışlardır.
Bizim bir şey olabilmemiz ve boşlukta mekân işgal etme hassasına erebilmemiz için, mutlaka tarihimizdeki birkaç asırlık lüpçülük seyrinin sona ermesi ve içimizden hepçi bir zümrenin fışkırması lâzımdı.

O biziz efendiler; ve bunun içindir ki, bu kadar sinirlere dokunmakta, huzur kaçırmakta, üstelik kendi sinirlerimizi yemekte, huzursuz kalmakta; ve milyonlarca surat içinde kaybolmuş tek çehreyi arar gibi, bizden olabilecek ender veya önderleri aramaktayız! Biz hepçiyiz; bütün bir çile pahasına hep ten geliyor ve topyekûn hep i istiyor! Başımızı çarptığımız her engeli, dâvamızın bu müstesna haysiyetine bağlıyalım ve şükredelim! Hep’i istiyoruz dedik ya!..

Bir kâsedir, alev dolu gönlüm yana yana
Men tâ senin yanında dahi hasretim sana
Ne güzel; nefsini kendi kendisine bir işe, bir vazifeye, bir başarıya memur görmek; ve bu memuriyetin hesabını nefsinden sorabilmek ne büyük kuvvet ve ne güzel
Beyaz perdede hissizlik, aşk ve alaka levhaları neden mi en haşmetli ilim kitaplarından daha fazla müşteri buluyor?
Kendimi kendimle keşfettim.
İnsan bir ârızadan ibaret!..
-Vicdanınızı fotoğrafçı camekanlarına benzetmeyiniz!
Sadi’ye sordular :
-İnsan nedir?
-Yek katrai hunest ve hezar endişe Tek damla kan ve bin endişe
Ve nihayet ilk ve son müjde

Allah var, Sevinin!

Doğru= Bir Yanlış=Sayısız

Batıl =Sayısız Hakikat=Bir

Kağıt : Yok! Fikir: Yok ! Bilgi : Yok! San’at : Yok! Gaye : Yok! Hamle: Yok! OKUYUCU :YOK! Münekkit : Yok!
Camekanlarda çeşit çeşit mecmua var!!!
Vatandaş! Benim heykelimi dikme! Eğer ortada ,temsil ettiğim , senin de inandığın bir fikir varsa onun abidesini dik!
Allah : var! Kitap : var ! Tarih : var! Anane : var! Mahkeme: var ! Aile : var! Mektep: var! Ruh : var!
Cemiyette Ahlâk yok !!!
Bir zamanlar, bu bardağın ümitten yana bomboş olduğu bir memleket vardı ve ismi Türkiyeydi.

Şimdi bu bardağın ümitle dolduğu, fakat bir türlü hakikî rengini gösteremediği bir memleket vardır ve orası Türkiyedir.

Günâhsız sanatın günâhı, günâhların en büyüğüdür!
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Fuhuş Diyelim ki fuhuş, kaba ve kalın bir fildir. Bu file san’atın kelebek kanatlarını takmaya kalkanlar, aynı filin sırtına Keşiş dağını yükliyenlerden daha suçludur. Hiç olmazsa kabalık olduğu gibi kalsaydı da, kendisine günahsız sanattan şefaat beklemeseydi.
Bir Türk ekmeğini zorla almak isteyeni parçalar. Ne âlâ! Fakat arkasını okşıyana da, gözü kapalı, ekmeğini teslim eder Eyvah!
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Bir Yahudi, vatan toprağında bir metelik bulsa, yerlere kadar eğilip alır. Ne âlâ! Fakat bir metelikte vatan toprağı görürse, yerden ayağını keserek uçup gider Eyvah!
Bir Japon, içtimaî bir dava şiiri uğrunda ölebilir. Ne âlâ! Fakat içtimai bir dâva şiiri uğrunda yaşıyamaz Eyvah!
Bir Amarikalı, her başıboş maddeye bir paha biçer. Ne âlâ! Fakat kendi başıboşluğuna paha biçtirmez Eyvah!
Bir italyan, (Opera) da asker edebiyle susar. Ne âlâ! Fakat harpte (Tenor) gibi çığlık basar Eyvah!
Bir Fransız, 24 saat münakaşa etmekten bıkmaz. Ne âlâ! Fakat münakaşanın sonunu hiç bir şeye inanmamakla bağlar Eyvah!
Bir İngiliz, terazideki müvazene mantığına bayılır. Ne âlâ! Fakat iş mantığın üstünü tartmaya gelince bundan çekinir Eyvah!
Bir Alman, sürü nizamını sever. Ne âlâ! Fakat bu yüzden, masala ve hurafeye inanacak kadar bönleşir Eyvah!
( ) irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasiyle bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır.
Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de Kâmus ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
İrfan, arşın veya okka hesabiyle, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh haline gelmiş bilgidir, gıdanın, döne dolaşa damarlarımızda kan haline gelişi gibi
Dik bir yokuş karşısında dizlerimizin, ağır bir hindi dolması önünde midemizin, çıkacağı kapıyı bulamayan şaşkınlar arasında sinirlerimizin yorgunluk hakkını kim teslim etmez? Fakat fikrin, saf ve mücerredd fikrin yorduğu insanları ister istemez mazur görürken için için ağlıyorum. Bu zavallılara bülün bir kâinattan mahrum oldukları söylense acaba anlaşılır mı?
Akıl hastalıklarına dair bir kitapta da, bir delinin ağzından çıkmış şöyle bir cümle gördüm:

Mavi hattın üstündeki sebep!..

Bir Fransız papaz, bir zamanlar bütün garb âleminde bir san’at hâdisesi telâkki edilen (Saf Şiir) isimli kitabının başlangıcında, girift ve muğlâk hakikati ve ona bağlı cümleyi şöyle müdafaa eder:

Dümdüz, çırçıplak, apaydınlık bir vüzuh ve mantıkla konuşan insanlara dikkat ettim; her defasında karşımda bir ahmak vardı!

– Ben, korku olan yerde, saygı olacağına inanmıyorum! Çünkü bir çok insan hastalıktan, fakirlikten ve bunlara benzer bir çok şeyden korkar amma, bunlara saygı beslemez. Fakat saygı olan yerde korku da vardır. Saygı olan yerde korku olur amma, korku olan yerde her zaman saygı olmaz. Bence korku, saygıdan daha geniştir; saygı, korkunun bir parçasıdır. Tıpkı tek sayı, umumî sayının bir parçası olduğu gibi Sayı olan yerde mutlaka tek sayının bulunması gerekmez; amma tek sayının bulunduğu her yerde mutlaka sayı vardır. Artık sözlerimi kavrıyabiliyorsun ya???

Bu sözler (Sokrat) ındır; ve onun saygıdan geniş bulduğu korku, yine saygı ve sevgiden gelen korkudur.

Zıt medeniyet kutupları arasına sıkışmış milletler için; tılsımlı renk, şekil ve pırıltılı kapları içinde taşıdığı zehirli muhteva bakımından sadece beyaz perdeyi anlamak, her şeyi anlamaya namzed bir dikkat getirebilirdi.
( )
Elmasın, ekmeğin, altının, suyun yenisi yoktur.
İspirtizma masallarının (Ruh-ı habis)i şivesile konuşan bu açıkgözler için dünyamızın her husustaki bozuk düzeni ne bulunmaz fırsattır!
( )
Zahir yankesicileri, deli pösteki sayarcasına başkasının istif ettiği milyonları bir hamlede ceblerine atan açıkgözlerdir. (Karl Marks), ferdî sermayeden (Proleter)in
çektiğine karşılık, açıkgözlük sermayesi yüzünden fikir işçisinin çektiğini bilseydi, utanırdı. Ne gariptir ki bu yankesiciler, para yankesicilerinin aksine, hakikî fikir ve idrâk sahiplerinden daha cömert, daha talâkatli; ve netice itibarile daha muvaffak, daha kıymetli bilinir.
Hiç bir şey bilmeden yalnız tabir bilen insanlar vardır. Dünya der, dünyayı; insan der, insanı; cemiyet der, cemiyeti bilmezler. Bunlar yine masum lûgatler; hergün, herkesin, bilerek veya bilmiyerek kullandığı cinsten Felâket, cilt cilt kitaplık araştırmaların, bir kaç hece içinde isimlendirdiği delâletleri istismarda
Nihayet (Anglo-Sakson)lar, sadece iş ve hareket kadrosunda, şunu isbat etmiş oldular:

Ruhlardaki istifham işaretini örsün üstüne koyup çekiç altında doğrulta doğrulta hançer gibi sivri bir nidaya çevirmek, böylece iki işaretin de hakkını verdikten, mutlaka hakkını verdikten sonra düşman nidalar üzerine çullanmak

Hayat ve dava bundan ibaret

Göz yasağını ve ona bağlı edep ve hayâ duygusunu anlıyabilmek, derin bir terbiye ve irfan işidir..
Geçmişten kalma bir sözdür ki, Eğer hayâ etmezsen dilediğini yapmakta serbestsin!
Hep aynı mazeret: Göze yasak olmaz!

Halbuki zâhirde müeyyidesiz, görünmesine rağmen, en büyük, en ince, en güzel yasak budur: Göz yasağı!..

Yanından bir kadın geçerken, teftiş gören asker gibi, başiyle 180 derecelik bir daire çizer ve kadının topuklarından saçlarına kadar, gözlerini sokmadığı nokta bırakmaz. Zavallı kadın Eğer bu halden ürperecek kadar nadirleşen soyundansa, ne yapsın yâni?. Dönüp te bu küstaha iki tokat mı atsın? Göze yasak olur mu hiç?
Gözler, vapurların alt kamaralarındaki yuvarlak camlara vuran deniz suyu gibi çakır Süzülmüş bal gibi elâ.. Çivit gibi mavi.. Siyah kehribar gibi kara Bu gözlerden biriyle bakar Onu, gümüş mecidiye büyüklüğünde açar ve karşısındakine diker, zavallı karşısındaki Öfkelenir, sinirlenir, ezilir, büzülür; ſakat ağzını açıp da birşey söyliyemez. Ne desin yâni? Ne de cevabı hazırdır:

– Göze yasak mı var?

Artık harbi, 1918 den beri binlerce yıllık mevziîliğinden çıkaran; ve dünyayı, beklenen yeni bir iman ve müvazenesi dünyasının eşiğinde, kıyamet dünyası haline getiren sebep işte budur!

Bu sebep ortadan kalkmadıkça hiç bir harb mevziî kalmıyacak, bitmiyecek, neticelenmiyecek, ve şifa getirmiyecek

Harbin insan ruhunda, o ruhun bütün iradelerine zıt, müthiş bir ukde oluşu, 1918 den sonradır.
Harbin namuskâr çehresi, damarlardan taşan kuvveti, mukaddes hedeflere yönelten din ve dáva savaşlariyle başlar, Bu savaşlardan bilmem kaç asır sonra da, Emperyalizma ve Kapitalizma ocakları, kuvvetlinin zayıfı sömürmesinden ibaret bir nevi sürek avina, dâva harbi susunu vermeğe çalışular. Fakat harb, yirminci asra kadar, daima insanoğlunun, başlamak, bitirmek ve mevziî sahalara bırakmak hususunda iradesinc sahip göründüğü bir seciye muhafaza etti. İki millet döğüşürken, yetmiş millet seyirci kalabiliyordu.
KESEKÂĞIDI

– Kimbilir, bunlar ben öldükten sonra ne olacak, raf örtüsü mü, masa yaygısı mı, kesekâğıdı mı?..

Dünyanın bu en mahzun sözünü o kemalli bir ihtiyarlığın aziz hâlesi içinde, aziz bir eser faaliyetine girişmiş bir zattan duydum.

Kesekâğıdı

Kesekâğıdı bizde; bilhassa ſikir ve san’at mahsullerinin encamını ihtar eden bir remz Bu remze bakarak, gündelik, hayal ihtiyaçlarıyle ebedî hayat mücadelesini, ve birincinin, ikinci aleyhine zaferini seyredebiliri

Amma şikâyete bilmem hakkımız var mı? Zira küçük gündelik, miskin hayat çerçevesinin, ruhumuza musallat bir barsak vâkıası halinde, yine küçük, gündelik ve miskin zaferlerinden telaşa düşmemek lâzım Zira kesekâğıdı, eserlerin ruhuna değil, ancak posasına kıyabilir. Öyle amma; amması var!..

Çok deſa öldükten sonra sevilen insanlar gibi, ben de, çok defa, bir masaya serilmiş gazetenin zaman ve mekânı harap yazılarını okumaktan zevk duyarım. Bendeki bu zevk, belki ruh ve likir darülacezemizi ihtar eden kesekâğıdının çerçevelediği hazin ve mütevekkil edayı sevimli bulmaktan geliyor.

Bir toprak testiye bakıp nasipsiz âkıbetini seyreden nasipsiz hayvan, acaba bir kesekâğıdında neyi görürdü? Yüz bin kişilik cenaze alaylarına, baş ucunda (frak) lı cümbüşlere, lûgatlar dolusu nakarata rağmen, nasipsiz muharririnin hakikî kefenini mi?

Zira bizdeki muharrir, ne kesekâğıdına düşmekten korunması gereken ruhu temsil edebiliyor; ne de kesekâğıdı etrafındaki hummalı ticaret, böyle bir ruh ikliminde yaşamak istidadından haber veriyor.

Hangi muharrir, gazetesinin patronuna, kesekâğıdı alıcısından fazla bir şey verebilmiştir?

8 Haziran 1952
(6 Haziran 1965’de değişikliklerle
yeniden yayınlanmıştır.)

( )
sadece samimiyet, sadece samimiyet. İslâmın ihlâs ismini verdiği bu ilâhi cevher yerine gelmedikçe, fikir ve insaf görülmiyecektir.
Eski Roma cenaze alaylarının parayla tutulan sahte ağlayıcıları bile, devrimizin fikir ve takdir münadileri kadar samimiyetsiz değildi.
Muhtaç olduğumuz inkılâp, yeni zaman yemişlerinin en olgun ve şifalılarına bu ağacın kökünden kan ve hayat emdirmek işidir; ve artık vâdesi taşan bu işin bir gece sonraya dahi tahammülü kalmamıştır!
Ağacımızın ve bütün dünya telâkki ağaçlarının kökünü muayene ve muhasebeden geçirmek cesaret ve iktidarında olmayanlar, bu cesaret ve iktidar sahiplerine hiç bir zaman öz iradeleriyle yol vermiyeceklerdir.
Kökünden can fışkırmayan ve yemişini emzirmeyen ağaçların sahte donatımlarla ayakta kalmasındaki miad pek kısadır; ve böyle ağaçlar bugünkü milletler ormanından taranıp odun depolarına atılmaya mahkûmdur.
Yeni zaman yemişlerini dolduracak büyük hamleyi bu ağacın kökünden dört asırdır devşiremeyişimizdeki sırla, nihayet büsbülün köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki sır arasında çok ince bir münasebet aramalıdır.
Kökü yabancıda, yemişi bende bir nakil ve iktibas işine inanabilmeye hayvan haysiyeti bile mânidir.
Halbuki dünyada ne kadar dal ziyneti varsa, hepsi de belli başlı bir kökten gelmedir.
Bize, dallarımızın ziynetini dışarıdan taşıyanlar, sistem ve plânla, içerden kökümüzü kurutmaktan başka gaye gütmemişlerdir.
Bu ağaç, bu takma ve iliştirme eşya altında, tıpkı Noel ağaçlarının bir gece sonraki hali gibi cansızlaşır. Ya bu dallardaki yemişlere bir kök bulmalı, yahut bu ağacın kökünü dallarına hâkim kılmalıdır.
Garp demokrasyaları, sadece Kominizma tasallutu karşısında yekpareliğini görmekten başka vazife veremedikleri Türkiyenin, yarınki tezatsız dünyada mahkûm ve tâbi halini devam ettirmek için, onun, bir asırdan beri bizzat hazırladıklari iç zaafını bizzat himaye ediyor ve her hangi bir millî harekete hiçbir (şans) ihtimali vadetmiyor! Kimse için farkında değildir!
C.H.P., düne kadar, içinde Cehennem katranından mamul zift uykulara daldığı yatağında hınçla doğrulmuş, Yeni iktidarın her istikameti mahfuz tutmak isteyen şüphe ve tereddüdü yüzünden onu çürütüp bir anda tepemize musallat olmanın yolunu arıyor ve bu yolda kendisine büsbütün fesat ocaklarını iştirak halinde buluyor! Kimse için farkında değildir!
Dönmelik, Dem bu demdir! nidasıyle son derece sinsi ve (pasif), yani içten bir taklib-i hükûmet hamlesine girişiyor ve en nazik noktalara (ajan) larını yerleştirmeyi biliyor! Kimse işin farkında değildir!
Yahudilik bütün müesseseleriyle, arı kovanları gibi çalışıyor ve her menfi tesir sahasına açık bırakarak vahdet mihrakını keşfedilmez hale getirmekten başka gaye gütmediği bu vatanda menfaatini her noktadan devşiriyor! Kimse işin farkında değildir!
Komünizma yavaş yavaş, adım adım ilerliyor ve zaman ve mekânına göre dilediği taktiği piyasaya sürüp defterine kayıtlı kayıtsız bütün adamlarının ona dört elle sarıldığını görmekten gelen bir bahtiyarlıkla hedefine ulaşacağı günü kolluyor! Kimse için farkında değildir!
MİLLÎ KAHRAMANLAR

Tanzimattan beri millî kahramanlarımız, bizi, Kanunî devrinin haşmet ve şevkine ters tarafından denk hale getirmek isteyen Avrupalının yonttuğu ve biçtiği kuklalardan ibarettir. O devirden beri, Yahudilik, Masonluk, Kozmopolitlik ve Allahsızlık (ajan)larıyle, millî kahramanlarımızı hep Avrupa tayin ve tesbit eder, biz de buna inanırız. Edebiyatta Şinasi, Namık Kemal, Tevfik Firet; siyasette Mustala Reşit Paşa, Ali Paşa, Mithat Paşa; inkılâp ve ihtilâl halelerinde Ahmet Rıza. Talât, Cemal, Enver, hep bu cinstendir ve bunların çoğu boynunda (Mason) yularını taşır.

Şu anda davanın tahlil ve tecrit taraſına girmeden, âni ve teessüri bir terkip ve teşhis üslubuyle haber verelim ki, bunlarin hepsi, masum ve bembeyaz koyunlar gibi hazin melemelerle ufuklardan çobanını çağran bu vatanın harim-i ismet ine girmiş, meş’um ve kapkara kurtlardan başka bir şey değildir; ve en büyük fikri ve tarihi inkılâp; bunları, zümre zümre ve şahıs şahıs maskelerinin yüzlerinden düşürüldüğü ân vücuda gelmiş olacaktır. O zaman, bu temizliğin altından, bütün bir vuzuh halinde bütün kurtuluş yolları meydana çıkacaktır. Bekleyelim ve Allaha yalvaralım!

19 Ocak 1951
(26 Haziran 1952)

MEDENİYETLERİN HALİ

Yirminci asrın ikinci yarısına girdiğimiz ve yer yüzünü korkunç bir tezat inkıbazı içinde kan ve tere batmış gördüğümüz bu hengâmede, sınaî ve hayalî bütün putlariyle bütün medeniyet iddiacıları, artık bağlılarını elden kaçırmış, hattâ bizzat öz nefsinden şüpheye düşmüş bulunmanın canhıraş buhranını yaşamakta Vahşilerin yonttuğu heykellerden fabrika bacalarına kadar putlaştırılmış hangi istinat (sembol) ü varsa, hepsi birden müſlis ve kendi öz nefsinden mustarip Bunlar, sükûtî bir çığlıkla haykırıyorlar:

– Kurtarıcımızı bekliyoruz!

Ve ufuklarda, kurtarıcıdan, kurtarıcının yaklaştığını sezdirici bir ayak sesi veya gölgeden bile eser yoktur. Ve sinai ve hayalî bütün putlar, şimdi birbiriyle savaşmakta, gıdalarını birbirinin kanını emmekten başka bir sahada bulamamakladır.

Yeryüzünü kamil şifaya ulaştırıcı gerçek medeniyet (sembol) ü olan ezelî ve ebedî medeniyet kadrosu, bulunmak için aranmaya muhtaç değildir. Onun ismi islâmiyettir; ve bu mutlak kurtarıcı, bu gün canhıraş çilesini belirttiğimiz Garp dünvasının vurduğu sillelerle, bütün şahsiyet ve hüvivetinden mustarip hale getirilmiş bazı Şark milletlerinin, tıpasını açamadıkları ve çöplüğe atukları bir hayat iksiri halinde beklemektedir.

Allahım; sen bizi ne çetin bir işe memur kıldın

5 Ocak 1951

( )
O, bu vatanı yoktan var etmiş olmak iddiasında, halis ve muhlis bir vatan hainidir. Ya böyledir, yahut da (muhal farz bunun tam aksi İkisi ortası mümkün mü? Tam aksi ise yerini alması, değilse yerin dibine geçmesi lâzımdır. Mademki yerinden, bizzat halk eliyle yere atılmıştır; mutlaka yerin dibine geçirilmesi içindir bu Binaenaleyh bu memlekette, soylu millet kedisiyle tam 27 yıl bir fare gibi oynayan bu veba deposu sıçanın, kurtulan, kurtarılan ve artık kediliğini takınan milletin gözleri önünde bıyık burmasına tahammül edilemez! Onun, içi kanımızla dolu şişkin karnı, mutlaka pençemiz altında delinmelidir.
( )
( )
küfre kulak vererek bizden şüphe edenler, biraz evvel kaydettiğimiz gibi, Allah ve Resulünün kapısını dışardan kapatmak isteyenlere bilmeden, içeriden yardır edenlerdir.
Dostlar; biz, arkamızda yürütmek veya arkalarında yürümek üzere kimleri istiyoruz, biliyor musunuz? Müslüman ismi taşıyanları değil, Müslümanlıktan anlayanları Böyleleri, üzerimize atılan pislikler nisbetinde faziletimiz olduğunu ve başka hiçbir değerimiz bulunmadığını zaten bilirler ve aynı nisbette davaya bağlanırlar. Öbürlerine gelince onlara da bizim, bizim değil davamızın ihtiyacı yoktur.
Allah ben kelimesinin belâsını versin! Tevekkeli, cihanın en büyük velilik derecesini bize dünya gözüyle göstermiş olan Esseyid Abdülhakîm Efendi Hazretleri, bir eserlerinde şöyle buyuruyorlar:

– Hiçbir veli ben diyemez; mevzuunu bulamaz ki, bu mefhumu kullanabilsin

Lütſeyle Yâ Müntakim! Emaneti ayağa düşüren nesillerin, hem kendilerinden, hem de düşmanlarından, İslâmiyet intikamını biz alalım! Ve lütfeyle; kutsi isimlerinden biri olan Müntakim ismini yazmadık, tek levha, tek yaprak, tek nokta, tek mevzu, tek bahis, tek hesap, tek dâva, tek şahıs, tek mezar bırakmayalım!.. O zaman görürsünüz intikam arsamızda yükselecek olan leşlerin azametini!
Zıt dünya, İslâmiyeti farazî Müslümanlarda gördüğü beş zaafla içinden, kendisinde doğurduğu beş kuvvetle de dışından tahribe kalktı.

İçe ait beş zaaf: Ahmaklık, kabalık, cahillik, taklid, küfür Ahmaklık kabalığı, kabalık cahilliği, cahillik taklidi, taklit de küfrü doğurdu.

Dışa ait beş kuvvet: Plân, metot, sistem, müsbet bilgiler, maddeye hâkimiyet Plân metodu, metot sistemi, sistem müsbet bilgileri, müsbet bilgiler de maddeye hâkimiyeti doğurdu. Böylece, hakkı verilmeyen ve tâbiler bayrak altında toplanmayan ruhun imtiyazı güme götürülmek istendi.

Biz, efendiler; İslâmî nurlarını kaybetmiş ve meydanı Allah düşmanlarına açık bırakmış eski nesillerin acıklı haline karşılık, kupkuru ve yalnız sözde Müslümanlık iddiasıyle kendilerine nusrat etmekten gani ve münezzeh olan Zülcelâl in Müntakim ismine mazhar olmayı gaye edinmişiz! Dâva ve ideolocyamızın tek mazhariyet hedefi budur! Mazhar kılar veya kılmaz; kendisi bilir. Fikir ve ruhta lâyık olursak mazhar kılar; şânı böyle gerektirir. Lâyık olmazsak mazhar kılmaz; yine şânı böyle gerektirir. Öyleyse bize düşen, lâyık olmaya, sadece lâyık olmaya çalışmak Zülcelâl in Müntakim ismine mazhariyet
Akıl ve Şeriat nüktesinin halledildiği gündür ki, İslâm inkılâbının ve din emrindeki selim aklın şâşalı sahası açılacak ve sonsuz nur, her şeyi kaplayacaktır.
( )
Şeriatin istediği, ezilip giden değil, teslim olup kalan tâbi akıldır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir