İçeriğe geç

Çavlanın İçinde Sessizce Kitap Alıntıları – Nezihe Meriç

Nezihe Meriç kitaplarından Çavlanın İçinde Sessizce kitap alıntıları sizlerle…

Çavlanın İçinde Sessizce Kitap Alıntıları

&“&”

Özgürlük güzel şey!
&”Olmayacak şeyleri dilemenin bile insanları rahatlattığını kim yadsıyabilir…&”
Bu eğitimsizlik, bu başıbozukluk, bu kendini bilmezlik daha nerelere varacak? Bu ne büyük ayıp. Hep tenezzülümüz" ün dışında sayıp susacak mıyız?
Bu eğitimsizlik, bu başıbozukluk, bu kendini bilmezlik daha nerelere varacak. Bu ne büyük ayıp. Hep tenezzülümüz"ün dışında sayıp susacak mıyız?
bu eğitimsizlik, bu başıbozukluk, bu kendini bilmezlik daha nerelere varacak. bu ne büyük ayıp. hep tenezzülümüz"ün dışında sayıp susacak mıyız?
Bu eğitimsizlik, bu başıbozukluk, bu kendini bilmezlik daha nerelere varacak. Bu ne büyük ayıp. Hep tenezzülümüz"ün dışında sayıp susacak mıyız?
… Hayır olmuyordu; orası ışık almıyor, burası ters, şurada durun, gülümseyin, buraya gelin, şuraya oturun. Sonunda benim sinirlerim boşanıyor, başlıyorum gülmeye. Oğlum ben artist miyim?" diyorum.
Yaşamak ne kadar zor! Unutur gibi olunmasa, dayanılır gibi değil.
Ben ağlarım. Ne var yani canım, ağlamak insani bir şeydir. Ağlarım elbette.
Kederler içindeyiz. Geçtik 200 yıldan, şu son çeyrek yüzyılın, Maraşlardan, Sivaslardan, 12 Martlardan geçen, utancını, acısını daha sindirememişken, seldi, yangındı, deprem, trafikti, soluk aldırmadan acı yağdırıyor yüreklerimize.
Kendimize ayırdığımız zaman ne kadar az. Kapıcı, postacı, sucu, bir tanecik yumurta istemeye gelen komşuyla, kapı sohbeti, telefonlar, telefonlar, kapıya gelen sebzeci, kapıdan uğrayan arkadaşlar, derdini ya da sevincini, sıkıntısını, özlemini getirerek oturmaya, ya da seni ayartıp yürüyüşe çıkmaya, sinemaya gitmeye ikna” edenler, ocakta bir türlü kabarmayan kahvenin başında geçen zaman, sofra kurmak günde üç kez, sofra toplamak günde üç kez, aksam üzeri çay, televizyon diye bir alet, haber kanallarından dünyayı dinlemek -dinlememek olası mı-, çarşıya çıkmak, bakkalla memleketin durumu, kasapla yüksek siyaset, eczacıyla otlar üzerine sohbet, takside -ille- şoförle dertleşmek… Bu böyle kabaca çizilse bile uzar gider, zamanı da adeta yutar. Burnunu havaya dikip, ben tüm bunların dışındayım, ben özelim diyene sormak gerek, deli misin sen!
…ya dışarda eğitim görmüş, ya okuduğu yabancı dil okullarında öğrendiği hangi yabancı dilde, o dilde okuması gerektiğine inanmış -ne desem bilmem ki, kuş mu desem, geri zekâlı mı desem, şaşkın mı desem. Bilmez ki köksüz ağaç olmaz- kendi dilini iyi bilmez, sevmez, insanın anadilini sevmesinin ne demek olduğunun bilincinde değildir. Der ki ben Türk yazarlarını okumuyorum. Bana çok basit geliyor. Ben İngilizce/Fransızca vb. okuyorum." Öyle bir tavrı, öyle bir yüksekten uçan -öyle sanır- havası vardır ki, onlara hele hiç dayanılmaz.
Kimse okumuyor diye yakınılıyor. İyi hoş da, okuyanların da neyi nasıl okudukları çok düşündürücü.
…bugünlerde yaşadığımız sıkıntılar yalnız benim değil, hepimizin sıkıntısı. Hep beraber dar kapılardan geçmeye çabalıyoruz. Ah, o çocukluğumuzun tasasız günleri, …
… Artık söylenecek ne var. Tuz kokunca ne yapılır…
… berikiler küfrediyorlar, itişip kakışıyorlar, sinirliler, bir şey söylense çemkiriyorlar, saygı adına, sevgi adına sayılacak hiçbir davranışları yok. Gülüşmeleri bile kabaca. Çevrelerini takmıyorlar". … Elbette, bunun sonu da sevgisizliğe, insan gibi yaşamak için gerekli olan insani davranışları boşlamaya açılıyor.
Bulaşmamayı yeğlerim her zaman; tepemin atmasına izin vermem. Ama, bir de bunu yılan gibi yapanlar var. Bunlar kendilerini pek bilgili, pek usta sandıklarından, bir insanı, sözüm ona aşağılamalarını, küçük görmelerini, değersiz, sıradan bulmalarını satır aralarına sıkıştırarak, dolaylı olarak dokundurmaya çalışırlar. Ben derler, ben varım ya ben, şunları şunları bilirim, şöyle şöyle birinciyim, bana erişmek olası mı! Ne denir ki bunlara! Acınır. Yazık! İnsan, sevmeyi, hoşgörüyü, okuduklarından, yaşam boyunca öğrendiklerinden elinde kalanı değerlendirip, sevgiye, hoşgörüye erişme erdemini edinememişse ona acınmaz mı! Nedir bu hırs, bu sevgisizlik!
Kimse kimseyi beğenmiyor. Bunu tüm sevgisizlikleriyle ortaya koymayı, yukardan bakmayı marifet sayıyor bazıları. Üstelik boşboğazlar.
… Bunca acının, bunca çaresizliğin, erip yetişememenin içinde taş olur insan. Deprem bitiyor, yangın, bitiyor sel. Bir de televizyon denen şu ne diyeceğini bilemediğim bir şey var. Ordan da dünyaya bakıyor insan. Savaşlar, felaketler… Hele trafik kazaları. Memleketin durumu, zaten! Tüm bunlar bir araya gelince -bağışlamalıyım- kafalar bozuluyor.
Yaşama sevinci diye de bir laf vardır. Nasıl kotarılacak bu sevinç…
…Benim uyanışım sanırım Çalıkuşu’yla başlamış olacak. …
Her ay, 250 liralık kitap listesi çıkarırdım. Harçlığımın çoğu kitaba gidiyordu zaten. Bazılarını babama aldırırım diye düşünür, bazıları için annemden para koparmayı tasarlar bir kısmını gelecek aya bırakır, kimini almasam da olur deyip sonuçta 25 liraya dek inerdim. Babam derdi ki, bu çocuk hep ya ifrat ya tefrit. Ya 250 lira yazma, ya 25 liraya inme.
… şu beni çok kızdıran babay”a ne demeli. "Okey canım. Babay." Bu bozulup yayılarak yaygınlaşıyor. "Bay bayy de ciğerim amucana", "Bibisi bak sana baayyy bayyy ediyo", "Hadi anam, görüşürüz Bay-i bayy.”
…hiç kimse gülümsemiyor, herkesin yüzü asık neredeyse, kimse kimseye bakmıyor.
Gökyüzü ne güzeldir!
Ben evi severim, ev beni sever. … Bir de çicekler! Bizim evin çiçekleri çılgındır. Pırnakıl açarlar saksılardan taşarlar. Onlar da canlı, sevildiklerini bilmezler mi!
Okullar açılıp, kitaplarımız belli olunca, benim kitaplarım hemen alınırdı. Hepsini bir güzel kaplar, etiketlerini yapıştırır, çantama yerleştirirdim.
Eskişehir Lisesi’ndeki hayatım diye bir başlasam anlatacak ne çok şeyim var. Anlat anlat bitmez. Lise yaşamı herkes için böyledir zaten. Anılarla doludur.
“… Bir süredir kendi ülkemde, kendi kalabalığımda, bir azınlık gibi yaşadığımı düşünüyorum.
Ne kadar okursanız, ne kadar beslenirseniz, ne kadar önemserseniz sizin dışınızda olan biteni ve ne kadar bakarsanız yaşadığınız dünyaya, o kadar daha yalnız hissetmeye, bir o kadar öfkelenmeye ve umudunuzu yitirmeye mahkûmsunuz. Ve bu kısır döngü içinde, siz de giderek, sıradan mutsuz azınlığın, sessiz bir parçası olmaya itiliyorsunuz. Bilgi insana fark etme, umursama yetilerini beraberinde getiriyor da, her zaman mutluluğu getiremiyor. Aydınlığa giden yol, aslında karanlıktan geçiyor galiba. …”
Okuyamıyordum, çünkü okuduğumu anlayamıyordum. Dergiler, kitaplar birikmişti. Yıllardır onları izleyememiştim. Bu beni çok korkutuyordu. Hepsine şöyle bir bakmış, fişleyip dergi gözüne yığmıştım. Ben yoktum sanki. Bana benzeyen biriydim. Kendime gelmek için her zaman uyguladığım yolları denedim: Yün örmek, takı yapmak, pantolon dikmek, ipekle sarma işlemek, yerli bezlerden, değişik bol giysiler, yelekler vb. uydurmak, hayır! Sadece çıkıp kilometrelerce yürümek vardı. Yorgun, bitkin dönüp, içinde kıpırdamaya başlayan, ne olduğunu kestiremediğin duygulara sarılıp uyumakmak. Çocukluğundan beri hiç ara vermediğin o deli okumalara başlayabilmek için dualar etmek.
Benim için, tam bir boşluk, ilgisizlik, iç sıkıntısı, ne istediğini bilmemenin renksizliği, sevinç duygusunu kaybetmek ve daha bir dolu duygu yokluğu oldu…
…can sıkıntısı, iç sıkıntısı diye başlar, sinirlenmeler, kızgınlıklar, hırçınlıklarla rahat huzur bırakmadan günü doldurur, tüketir, ziyan eder.
Yaşam, böyle, irili ufaklı coşkularla sürüp gider.
Değişiyoruz. Ağır, düzensiz, derinden bir değişme. Ama değişme.
Ve! Ve yaşam sürüyor. Evlerimiz var. İyi ki var. Ama onlar da bakım istiyor. Onların da canı var. Sevgisizlik sadece insanları mı harap eder. Evler de aynı. Badanası, boyası, çürüyen boruları, dökülen sıvaları, akan çatılar, paslanan menteşeler, kabaran parkeler… Onlar da yaşlanıyor..
… Hiç ara vermiyor. Biri biterken öbürü başlıyor. Ölümler, ameliyatlar, hastalıklar, yalnız kalanların insanın içine ağu gibi yayılan acıları..

Yaşam bir karabasan olmuşken, hangi duyguyla baş edeceklerini, ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
12 Mart’ta hepimiz daha gençtik. Çocuklarımız yeni yetişiyorlardı. Çok ziyanlık, çok acı, çok keder yaşadık. Hem kendimiz, hem çocuklarımız. Çok çocuğumuz öldü. Hepimiz anaydık. Ölenler hepimizin çocuklarıydı. Geriye kalanların yıkılışları, düş bozumuna uğrayışları, başaramamışlık, yenilmişlik duygularıyla karmakarışık olan yaşamlarını, dünyalarını bir düzene sokamayışın getirdiği harabiyet hepimizi perişan ediyordu.
Akşamları televizyonu açınca cinlerim ayaklanıyor.
Son yıllarda gülmeyi, sevinmeyi, neşelenmeyi unuttuk. Kahır taşına döndük.
İnsanoğludur bu, bozulur.
Ne nankördür şu insanoğlu!
Tomris Uyar’ın dediği gibi herkesin bir tek yaşamöyküsü var.
Almanya’da Goethe’yi, İngiltere’de Shakespeare’i, diyelim Fransa’da Moliér’i çocuk ilkokulda öğrenmeye başlıyor, giderek iyice tanıyor eğitimi boyunca; incelemelerle, açıklamalarla. Siz. Ailede de öğrenemiyorsunuz. Pek çok evde kitap yok. Olsa bile, böyle düzenli eğitimin yerini tutacak kitaplıklar değil evdekiler kuşkusuz.
…sizi –genel çizgilerinizle- , tanımıyorum. Siz de beni tanımıyorsunuz. Zaten tanımanız olanaksız. Neden? Şundan: Sizler -aranızda bir iki edebiyatla ilgili kişi olabilir-genellikle, beni yakından tanımıyorsunuz.
Gidip ta Almanyalarda, oralarda yaşayan vatandaşlarına, Almanlara anlatıyorsun kendini de, kendi memleketinde yapamıyorsun. Bu durumu anlatacak sıfat bulamıyorum. Acı mi, komik mi, garip mi! Bi bi şey işte.
Herkesin yaşamı, ayırtıların incecik iplikleriyle örülmüş, kendinden başka kimse bilemez.
Zaten öyle çok sıkıntımız, öyle çok derdimiz var ki şu toplumda, şu ilişkilerimizde. Bir güzel arkadaşlıktan başka ne kaldı elimizde be canım?
..hâlâ vıdı vıdı eden, hâlâ dediydim dediydi, bendim sendin derdine düşen, ben bencillik edenlere şaşıp kalıyorum. Anlayamıyorum. Yaşadık geçtik be kuzum.
Şimdiki çocukların dünyası, bu Hizbul’lu hocalı mocalı vahşetin, evlerde, yollarda, her yerde konuşulan bu kokuşmuş, bozulmuş yaşama biçiminin içinde gelişiyor.
Her zaman söylerim, bir avuç aydın hangi güçle, neresinden tutsun, neresine, neyle, nasıl ulaşsın bu koskoca yanık memleketin.
…inceleyin kitapları, dil bozuk, kurgu bozuk, çocuk psikolojisi sıfır, renk bozuk, koku bozuk. Yani, bu çocuklara yaşadıkları kültür yansıtılmıyor.
Bu eğitimsizlik, bu başıbozukluk, bu kendini bilmezlik daha nerelere varacak. Bu ne büyük ayıp. Hep tenezzülümüz"ün dışında sayıp susacak mıyız?
Tiyatro, çok hoş bir şey.
Biz, hepimiz, yediden yetmişe, hep bir arada sıkılıyoruz, Bozuk, kötü bir yönetimin getirdiği bir sıkıntı. Ekmek derdinden başlayarak, her türlü baskının, yolsuzluğun, hukuktan adaletten yansıyan güvensizlik duygularının ezici -ağır, çökertici, bunalımlara sokan- duyguları içindeyiz.
… varoluş, yaşamak, ölmek, zaman dediğimiz şey, geçmiş, gelecek üzerine tanımlaması zor, karışık ama çok heyecan verici duygularla anımsarım. Diyorum ki, çok yıllar sonra bir genç çocuk, bu benim yazdıklarımı okurken, benim duygularımla heyecanlanabilir.
Anılar bizim yaşamımızın, yaşadığımız çağa nasıl baktığımızın, nasıl katıldığımızın aynası.
Konuşma biçimimde zaman zaman külhani bir hava vardır, bilirim. Küfürlü de konuşabilirim. Ama, bu başka, Irazca’ya karı demek başka. O köyünde Irazca karıdır elbette. Ama benim ondan söz edişimde, bu karı" geçerliliğini kaybeder: Derinlerde sakladığı sıfatları, ana kadın, Irazca Kadın, Irazca Hanım, Irazca Hatun, Irazca Nene’yi bir arada yüklenmiş olarak, benim için sadece Irazca olur. Benim konuşma biçimim, benim üslubum bunu, böyle taşır.
…bir gün Füsun Akatlı’yla Tomris Uyar beni uzaktan görmüşler. Benim belli kıyafetlerimden biri: Tayyör, bere. Füsun Akatlı, uzaktan, tanıyamamış beni.Tomris’e:
Bak" demiş. "Şu karşıdan Nezihe Meriç kılıklı bir kadın geçiyor."
… Sonunda Deniz’lerin idam günü geldi çattı. İstanbul’dan sevgili Onat gelmişti. Telefon etti. Acele çağırdı beni. Sanat Sevenler’de buluştuk. Anlattı ki, binlerce imza toplanmıştı. Sanatçıların pek çoğuna çağrı yapılmıştı. İsmet Inönü’ye gidilecek ve siyasi ağırlığını koyması, idamları önlemesi istenecekti.
Hemen gidelim. Hemen hemen…" dedim.
Yıllardır biriken karanlık, yetişen, değişen dünyaya ayak uydurmaya çalışan yeni kuşaklarla aydınlığa çıkma umudu beslemek zorunda. Başka türlü dayanma gücü bulamayız.
… bu devran böyle gitmez.
Zaman geçiyor. Bazı şeyler unutuluyor.
Bizim edebiyat dünyamızda, çocuk edebiyatı yok denecek kadar az ne yazık ki. Ortada çok kitap var da, yazınsal düzey ve çocuk edebiyatı açısından bakıldığı zaman durum umut kırıcı.
Şu dünyanın, hiç belli etmediği halde en alıngan adamı değil miyim ben? Biraz da beni kollasınlar. Kollamıyorlarsa keyifleri bilir. Ben tek başıma da idare edebiliyorum.
Alınganları hep kolladım. Bana ne yahu!
“Herkesi olduğu gibi kabul etmek, falan.. "İyi. İyi de, her şeyin bir dozu vardır. Et kokarsa tuz konur. Tuz kokarsa?…”
Herkes herkesin arkasından konuşmaz mı?
Evet kabalıklara, saygısızlıklara dayanamıyorum. Büsbütün içime kapanıveriyorum. Ben bir küstüm otuyum.
Bu yaşta, nasıl böyle kaba, böyle ham olabilir insan diye düşünüyorum. Sevgili Bilge Karasu bilir, ömür boyu hep yandım: Ah! Kabalıklar içinde yaşıyoruz!" dedim. …
… bu, babadan geçme derviş huyum, hoşgörüm yüzünden tutuk oluşumu anlamıyorlar da, beni ezik sanıyorlar.
Bir saftaronluğum var. Biraz abdal”ımsıyım. Herkesin beni -bazılarını saymazsak- , sevdiğine öyle inanmışım ki, aklım çok sonradan geliyor başıma.
Kırılmaktan, incinmekten nasıl korkarsam, kırmaktan, incitmekten de öyle korkuyorum.
Kendiyle barışık, kendini çok seven biriyim, kusurlarımı bile…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir