Curzio Malaparte kitaplarından Can Pazarı kitap alıntıları sizlerle…
Can Pazarı Kitap Alıntıları
Savaşı kazanmak bir yüz karasıdır.
Bana sönmüş bir gezegenin soğuk kabuğunda yürüyormuşum gibi geliyordu. Belki de evrenin son iki insanı bizdik, dünya yok olduktan sonra hayatta kalmış iki insandık.
Soysuz bir şeydir insan, zaferinin doruğunda bir insanın, bir halkınkinden daha hüzünlü, daha tiksindirici bir manzara yoktur. Ama bir insan, bir halk, yenildiğinde, ezildiğinde, çürümüş bir et yığınına dönüştüğünde ondan daha güzel, daha soylu ne vardır dünyada?
Bir insanı inciten şey çürüyen, kurtların kemirdiği insan etinin manzarası değildir, zaferinin doruğundaki insan etinin manzarasıdır. ( ) Bir insan, bu kokuşmuş et yığınından bile daha üzücü, daha dehşet verici bir şeydir. Bir insan kibirdir, zalimliktir, ihanettir, alçaklıktır, şiddettir. Bozulmuş et ise hüzündür, utançtır, korkudur, pişmanlıktır, umuttur. Bir insan, canlı bir insan, bir çürümüş et yığınına kıyasla daha eften püften bir şeydir.
Ve ilk kez olarak insan çehresinin çirkinliğini gördüm, bizi oluşturan maddenin tiksindiriciliğini. Amma da pis oluyormuş zaferi diye düşünüyordum, insan etinin! Ne denli sefil bir zafer varmış insanın bedeninde, gençliğin ve aşkın göz açıp kapayıncaya kadar geçiveren mevsiminde bile!
Ceninler cesettir ama canavarsı bir türden: hiç doğmamış ve hiç ölmemiş cesetler. ( ) Ve hepsi de henüz doğmamış, hiç doğmayacak insanların eski görünümündeydiler. Yaşamın kapalı kapısının önünde duruyorlardı, tıpkı bizim ölümün kapalı kapısının önünde durakladığımız gibi.
O ölüler var ya o ölüler, nefret ediyordum onlardan. Tüm ölülerden. Yabancılar’dı onlar, bütün canlı insanların ortak yurdundaki, onların ortak yurdu olan hayattaki yabancılar. Canlı Amerikalılar, canlı Fransızlar, Polonyalılar, zenciler benimle aynı ırktandılar, canlı insanların ırkına, benim kendi yurduma, hayata aittirler, onlar da benim gibi sıcak, canlı bir dil konuşuyorlardı, kımıldanıyorlardı, yürüyorlardı. Oysa ölüler yabancıydılar, bir başka ırka, ölü insanların ırkına aittiler, bir başka yurda, ölümün yurduna. Bizim düşmanımızdı onlar, yurdumun düşmanları, ortak yurdumuz olan hayatının düşmanları. İtalya’yı, Fransa’yı, Avrupa’nın her yanını istila etmişlerdi; onlar yenilmiş, ezilmiş de olsa canlı kalmış Avrupa’nın tek ve gerçek yabancılarıydılar, özgürlüğümüzün asıl düşmanları. Yaşam, bizim asıl yurdumuz olan hayat: onlara karşı, ölülere karşı da savunmamız gerekiyordu onu.
İnsanların öldürüldüğünü görmekten bitkin düşmüştüm. Dört yıldır insan öldürüldüğünü görmekten başka şey yaptığım yoktu. İnsanların öldüğünü görmek bir şeydir, öldürüldüğünü görmek başka bir şey. Öldürenden yanaymışsın gibi geliyor insana, sanki sen de öldürenlerden biriymişsin gibi. Bıkmıştım, dayanamıyordum artık. Bir ceset görmek artık kusturuyordu beni: yalnız tiksintiden, dehşetten değil, öfkeden, nefretten. Cesetlerden nefret etmeye başlıyordum. Merhamet bitmiş, nefret başlıyordu. Cesetlerden nefret etmek! Bir insanın nasıl bir umutsuzluk uçurumuna düşebileceğini kavramak için cesetlerden nefret etmenin ne demek olduğunu anlamak gerekir.
1941 Temmuz’unda, yolun tozları içinde, bir köyün ortalık yerinde, insan derisinden bir halı görmüşlüğüm de vardı. Bir tankın paketleri altında ezilmiş bir adamdı. Yüzü dört köşe bir biçim almıştı, göğsüyle karnı genişlemiş, yanlara doğru baklava biçimi almıştı: Bacakları birbirinden ayrılmış, kolları gövdesinden biraz uzaklaşmış, yeni ütülenip ütü masasına serilmiş bir elbisenin pantolon ve kollarına benzemişti. Bir insan ölüsüydü, bir köpek ya da kedi ölüsünden daha fazla, ya da belki daha az bir şeydi. O insan ölüsünde, bir köpek ya da bir kedi ölüsünden daha fazla ya da daha az ne vardı, bunu şimdi söyleyemem. ( ) Küreğinin ucunda, rüzgarda tıpkı bir bayrak misali sallanan, dalgalanan o insan derisini bayrak gibi taşıyarak, kafası dimdik yürüyordu. Yanımda oturan Lino Pellegrini’ye dedim ki: Avrupa’nın bayrağı o, o bizim bayrağımız. Benim bayrağım değil, dedi Pellegrini, ölü bir adam yaşayan bir adamın bayrağı değildir. Ne yazıyor, dedim, o bayrakta? Ölmüş bir adam ölmüş bir adamdır yazıyor. Yo, dedim, İyi oku: Ölü bir adam ölü bir adam değildir yazıyor. Hayır, dedi Pellegrini, bir ölü bir ölüden öte bir şey değildir. Bir ölü ne olsun istiyorsun? Ah, sen ölü bir adam nedir bilmiyorsun. Ölü bir adamın ne olduğunu bir bilsen, gözüne uyku girmezdi.
Bir insan ölüsü bir insan ölüsüdür. Bir insan ölüsünden öte bir şey değildir. Bir köpek ölüsünden ya da bir kedi ölüsünden daha fazla, ya da belki daha az bir şey.
Amerikan çıkarmasından önce Arap at üstünde gidiyor, atın kuyruğunun ardından karısı, sırtında çocuğu, kafasının üstünde dengede duran kocaman bir bohçayla yayan geliyordu. Amerikalılar Kuzey Afrika’ya çıkarma yaptıklarından bu yana bu durum tümüyle değişmiş bulunuyor. Evet, Arap hâlâ atının üstünde, karısı da eskiden olduğu gibi, çocuğu sırtında, bohçası kafasının üstünde, ona eşlik ediyor. Ama atın ardından gitmiyor artık, önünden gidiyor. Mayınlardan ötürü.
Kaos ile yaratılmış evrenin sınırındaydık, bonté, ce continent énormé un_ iyilik denen o muazzam kıta’nın kenarındaydık, yeni yaratılmış dünyanın ilk parçasında. Ve ateş yağmurunun arasından bize kadar varan o müthiş ses, o gümbür gümbür boğuk havlama, yaratılışın tanrısal yasalarına başkaldıran, Yaradan’ın elini ısıran kaosun sesiydi.
Halkın kaynaşması, kanın vücutta kaynaştığı zamanlar gibidir, bir noktada toplaşıp şiddet uygulama eğilimindedir, ya kalpte ya beyinde ya bağırsakların bir yerinde.
İnsanlar yalnız ecel karşısında değil, hayat karşısında da eşittirler.
Soylular ile ayaktakımı birlikte yaşamaktadır: Aynı sokaklarda, aynı saraylarda, fukara takımı zemin katlarda, dosdoğru sokağa açılan o karanlık inlerinde, efendiler soylu konaklarının görkemli altın yaldızlı salonlarında.
Denizi aşıp bir ülkeyi istila etmenin, bir savaş kazanmanın, başına galiplerin defne tacını giymenin ne değeri vardır, insan sonra sofrada nasıl davranacağını bilmezse.
Köleliğe düşmüş bir halk açısından, kaba saba davranışlı, zevksiz bir efendiden daha aşağılayıcı şey yoktur.
Avrupa’da kahramanlık etmek alçaklık etmekten daha kolaydır; politika aslında bir kahramanlar fabrikasından başka bir şey değildir. Ham maddesi de eksik değildir doğrusu: en iyi kahramanlar tezekten yapılmışlardır.
– Ne yazık ki böyle gelmiş, böyle gider: Mağlupların kadınları galiplerle yatağa girer. Savaşı siz kaybetmiş olsaydınız aynı şey Amerika’da da olurdu.
+ Never! Asla!
+ Never! Asla!
Savaşı unutmak için arada bir dans etmek lazım.
Eğer soytarılık etmem vatanı, insanlığı, özgürlüğü kurtarmak için olsaydı hayır derdim. Avrupa’da hepimiz biliriz, soytarılık etmenin bin bir yolu vardır: Kahramanlık etmek, alçaklık etmek, ihanet etmek, devrimciliğe, vatan kurtarıcılığına, özgürlük şehitliğine soyunmak; hepsi de soytarılık etmenin yollarıdır.
Özgürlük; penceresiz bir odadan çıkıp duvarsız bir daracık odaya girmek
Upuzun sürgün yıllarını çektikten sonra, insanların arasına dönen ve zaman geçip de günün birinde diktatör öldüğünde özgürlük kahramanı kesilecek kişilerin kendisinden sanki cüzamlıymış gibi sakınıp kaçtığını gören birisi, bir köpeğin bir insan için ne değer alabileceğini bilebilir ancak.
Dünyada böyle bir gökyüzünün olması ayıptır.
– Madem savaşı istemiyordunuz, neden devrim yapmadınız?
+ Savaş veya devrim, ikisi de aynı şeydir. Sizin gibi zavallı kahramanlar üreten bir fabrikadır.
Bir savaştan sonra hep aynı hikayedir. Gençler kahramanlığa, tumturaklı özveri, yiğitçe ölüm laflarına tepki gösterirler, tepkileri de hep aynı yönde olur. Yiğitlikten, soylu ideallerden, yiğitlik ideallerinden tiksinme gelince senin türünden gençler ne yaparlar, bilir misin? Hep başkaldırının en kolay yolunu seçerler, alçaklık, ahlâksal umursamazlık, narsisizm yolunu. Kendilerini isyancı, bezgin, bağlarından sıyrılmış, nihilist sanırlar, oysa oruspudan başka şey değildirler.
Genç komünist yazarların da, genç faşist yazarların da tek ve gerçek erdemi çağlarının insanı olmaktı, yaşlarının ve ortamlarının sorumluluğunu üstlenmekti, yani herkes gibi çürümüş olmak.
Ve ben kendi kendime soruyordum: Burjuva kökenli genç komünist aydınlar arasında o zamanlar moda olan, bugün de hâlâ modası geçmemiş olan o bakımsızlığın acaba ne kadarı yoksulluktan kaynaklanıyordu, ne kadarı yapmacıktı?
Bir düşün içinde konuşurken insan nasıl detone olur.
Yenilmiş bir kralı ıslıklamak ayıptır, insanın kendi kralı bile olsa.
Günümüzde bir kral halkından ne bekleyebilir? Dün çiçekler, bugün ıslıklar, yarın yine çiçekler.
Canımıza tak etti şu ölüler. Hep ölüler, yine ölüler, yine ölüler! Dağ taş ölülerle dolu. Üç yıldır Napoli sokaklarında ölülerden başka şey görülmez oldu. Hele şu afra tafraları yok mu! Sanki dünyada kendilerinden başkası yokmuş gibi. Bıraksınlar o havaları! Bırakmazlarsa kıçlarını tekmeleye tekmeleye doğru mezarlığa, gıklarını çıkarmasınlar! Bir sigara yaktık, reflektörün kör edici ışığında kaldırıma dizilmiş cesetleri seyrederek tellendirdik.
Acı çeken insanlar var olmadıkça, insanın kendi malının ve mutluluğunun tadını çıkarması mümkün olmaz.
Kötülük olmadıkça İsa da var olamaz.
Sevgi yoksa hiçbir şey yoktur.
Pasaklı, aç, bahtsız insanlar arasında, Amerikalılar kadar özgür ve güleç bir zarafetle dolaşan başka millet yoktur şu dünyada.
Neden yalnızca İngiliz, Amerikalı, Rus, Fransız, İspanyol bayrakları şanlı olsun ki? İtalyan bayrakları da şanlıdır. Hem şanlı olmasaydılar, onları öyle çamurun içine fırlatmaktan ne keyif alırdık ki? Yeryüzünde hiçbir halk yoktur ki, bir kez bile, kendi bayraklarını galiplerin ayaklarına fırlatmanın keyfini sürmemiş olsun. En şanslı bayrakların bile başına gelen şeydir çamura fırlatılmak. Şan, hani şu insanların şan dedikleri şey var ya, çoğu zaman çamur lekeleri taşır.
Bir halkta merhamet duygusu olmazsa özgürlük duygusu da olamaz.
Ölmemek için savaşmak ile yaşamak için savaşmak arasında derin bir fark vardır.
Özgürlüğün bedeli yüksektir. Köleliğinkinden çok daha yüksek. Hem ne altınla ne kanla ne en soylu özverilerle ödenebilir: Alçaklıkla, fuhuşla, ihanetle, insan ruhunun olanca çürümüşlüğüyle ödenir.
Kurtuluş, köleliğin ve savaşın acılarından doğar.
Kurtarılmış ülkelerin mutsuz sakinleri kurtarıcılarının ellerini sıkar sıkmaz başlıyorlardı çürümeye, kokuşmaya. Bir Müttefik asker cipinden uzanıp bir kadına gülümseyip yüzünü şöyle bir okşayıverdi mi, haysiyetini, namusunu o âna değin korumuş olan kadın, bir fahişeye dönüşüveriyordu. Bir çocuk bir Amerikalı askerin ikram ettiği şekerlemeyi ağzına atar atmaz masum ruhu yozlaşıveriyordu.
Ne yapalım, kadınlar böyledir işte, sık sık ayıplarına özür ve merhamet satın almaya çalışarak gözyaşlarına başvururlar.
Kadınlar ahlâksal çöküşe karşı en korunmasız kesim, her türlü kötülüğe en açık kapıdır.
“Ve yendikleri memleketin kentine kanat geren Tanrılara, tapınaklara saygıda kusur etmiyorlar ki Yenmişken bu kez de kendileri yenik duruma düşmesinler.”
Amerikalıları tanıyan ve seven herkes, Amerikan halkı Hristiyan bir halktır ve Jack bir Christian gentleman’dı derken ne demek istediğimi anlar.
Gerçek namuslu kişiler ne kahramanlık ne de alçaklık ilanında bulunanlardir.
Dünyayı magluplar yönetir. Galiplerin ülkelerine uygarlığı taşıyanlar hep magluplar olmuştur.
İnsanlar ahlaksizligin en alt basamaklarını inerlerken,kendim öylece oturup yargıç ya da seyirci gibi seyretmekten tiksinirim.
Bir halkta merhamet duygusu olmazsa özgürlük duygusu da olmaz.
Özgürlüğün bedeli yüksektir. Koleliğinkinden çok daha yüksek.
Şeker, zeytinyağı,un,et, ekmek fiyatları yükselirken, insan etinin fiyati günden güne iniyordu.
Ve yendikleri memleketin kentine kanat geren Tanrılara, tapınaklara saygıda kusur etmiyorlar ki, yenmisken bu kez de kendileri yenik duruma düşmesinler.
Sizden ayrılmak zorunda olduğuma üzgünüm,
Hem sonra, niyeydi yani? Ölmenin daha iyi olacağına mı inandırmak istiyorlardı yani bizi?
Gülmek kanı kaynatır.
Gerçek kahramanlar ölüler, gerçek kahramanlar çoktan ölüp gittiler.
Bugün kahramanlık taslayarak ‘Yaşasın Amerika, ya da, ‘Yaşasın Rusya,’ diye bağıranlar, dün, ‘Yaşasın Almanya,’ diye bağırarak kahramanlık taslayanlardır.
Bir insanın ya da bir hayvanın acı çekmemesine yardımcı olmak için toprak yutabilirim, ağzımda taşları çiğneyebilirim, hayvan dışkısı yiyebilirim,
Teşekkürler, hiçbir şeye ihtiyacım yok, dedim, sizden tek ricam, köpeğime biraz su verin.
Benim dostum o, diye yanıtladım, dostlarımı satmam ben.
O yeşil gözlerin bakışının öylesi ağır bir hüzünle, öylesi bir bunalımla, öylesi ıssız bir acıyla benliğime bastırdığını ilk kez duyumsuyordum.
Gören de yüz yıldır hasrettiler derdi; oysa demin, belki bir saat önce ayrılmışlardı.
Şunu yadsıyamazsınız ki kalan her şeye kıyasla Bugün Avrupa’da her şey satılığa çıkmış: onur, vatan, özgürlük, hukuk.
Açlığın bu noktaya gelebileceğini asla düşünemezdim. Ama suç bizim değil.
Hangi analar? dedim, Hangi analardan söz ediyorsunuz siz? Onlarda ana mı? Kadın mı onlar? Ya babalar? Bir babası yokmu o çocukların? O babalar insan mı sanki?
Ya biz? Biz sanki insan mıyız?
Ya biz? Biz sanki insan mıyız?
en yoksul aile bile kendi çocuklarından başka, kendi on çocuğunun, on iki çocuğunun yanı sıra Çocuk Esirgeme Kurumu’nun öksüzlerinden birinin geçimini üstlenmiştir; hem o çocuk hepsinin en kutsalı, en iyi giyimlisi, en iyi beslenmiş olanıdır çünkü Meryem’in evladı sayılır ve öbür çocukların talihini açar derler.
Özgür olmak istiyoruz, hepsi bu. Yaşamımıza bir anlam, bir amaç kazandırmak istiyoruz.
En cesurlar, en sabırlılar, çocuklardı; ağlamıyorlardı, bağırmıyorlardı, sakin sakin çevrelerine bakınarak o dehşet verici manzarayı seyrediyor ve yetişkinlerin çaresizliğini bağışlayan, kendilerine yardımcı olamayanlara acıyan çocukların o harika teslimiyet duygusuyla yakınlarına gülümsüyorlardı.
Genç komünist yazarların da, genç faşist yazarların da tek ve gerçek erdemi cağlarının insanı olmaktı. Yaşlarının ve ortamlarının sorumluluğunu üstlenmekti
Kralımızı ıslıklamaya hakkımız var bizim, hatta kurşuna dizmeye de. Ama taht salonunun köşelerine işemeye hakkımız yok.