İçeriğe geç

Çağ ve İlham 3 Kitap Alıntıları – Sezai Karakoç

Sezai Karakoç kitaplarından Çağ ve İlham 3 kitap alıntıları sizlerle…

Çağ ve İlham 3 Kitap Alıntıları

Düşünme, sadece bir kuvvet değil aynı zamanda bir kudrettir.
Evet, devlet put değildir. Ama insanın üstünde bir kutluluğa sahiptir.
Oysa devlet, her şeyden önce bir düşünce dir.
Taşıdığımız her bilginin bize bir maliyeti vardır.
Kül ne kadar soğuk olursa olsun, gerçek göz onda ateşi görür.
hayat tümüyle bir itiraftan başka bir şey değildir oysa.
Klasik dünya değerlerinden, geçmişin kültür mirasından soyutlana soyutlana toplum, daha çok politikaya sarılacak ve ondan medet umacaktır.
Ufku çok geniş tutayım dersen ufuk kaybolabilir
Onursuzluk alçakgönüllülük değil alçalıştır.
Sovyetlerin, Fuzuli’nin heykelini diktiğini, ya da Şeyh Şamil’in evini müze yaptığını duyduğunuzda yanlış bir yorumla şaşkınlığa düşmeyiniz.
( )
O halde nedir o heykel ve müze? Zaferleri unutulmasın diye dikilen anı işaretleri.
Dirilişin gözünde, tarih, bağlayıcı değildir, toptan reddedilecek bir olumsuzluklar birikimi olmadığı gibi. Onun perspektifinde, tarih tartışılır, eleştirilir, değerlendirilir.Sadece yerme ve övme, kayıtsız şartsız teslim olma, tarih karşısında özgür düşünen ve davranan hakikat eylemcilerine yaraşmaz kuşkusuz.
İdeanın ödünsüzlüğü, realitelerin kendi sınır ve çerçevelerinde değerlendirilmelerine engel değildir elbet.
Kendi kültürüne eğilmeden hep dıştan kültür kopyası peşinde olan toplumlar, harabeler içindeki bir hazinenin üzerine oturup el açmış, gelip geçenden metelik uman dilencilerden farklı mıdırlar?
Aristo felsefesi ve mantığı, eşyaya ve varoluşa bakışında sebepler zincirini ileri sürmekle âdeta materyalist bir çizgi izler görünmüşse de, son halkada eşya ve olguların dışına çıkıp onları sebeplerin sebebi, ilk sebep düşüncesine yani metafizik bir noktaya götürmekle kendini bu darlıktan sıyırıyordu.
Ölüm belge içindeki kanıtları ve kanıt boşluklarını tutanakla yan bir mühür ve imza Iğdır ölürken hayat itirafımızın tutanağına imzamızı koymuş oluruz.
Varoluşu itiraftan sıyrılan itirafa muhtaç olmayan tek varlık Allah’tır. O’ nun dışında canlı cansız her varlığın zaman çerçevesindeki hayat değişimleri tecrübeleri çatışma ve uyumları bir seri itiraf düğümleri ve çözümleri oluşturur. Ve sonunda hayat yaprağı kıvrılıp dürüldüğünde olup bitenin bir itiraf belgesi düzenlemek görünümünü kazandığı görülür.
İnsanoğlu için en güç şey itiraftır. Yaşamak dediğimiz şey bir itiraf ve sürekli olarak itirafa karşı bir direniştir. Semboller, maskeler ve perdeler ardında da olsa her birimizin ölümden önce veya sonra kazandığı varoluş yaşayış yorumu bir soru ya da sorunlar demeti olmaktan çıkarak bir itirafa dönüşür. Her varoluş vakasına bir itiraf bitişiktir, Tanrı’nın varlığı dışında.
Felâket, bir şeyi unutmak değil, hatırlanması gerektiği halde hatırlamamaktır.
Bir toplumda, politika, kendi alanının dışına taşmış, diğer bir deyişle araç olmaktan çıkıp amaç olmaya yüz tutmuşsa, o toplum için tehlika çanları çalmaya başlamış demektir.
Komünist ve kapitalist bölümleriyle Batı, insana aşırı derecede sokulmuş ve onun mahremiyetini berhava etmiştir. İnsan, giderek kendi kendisine de yabancı
olmaya başlamıştır çağımızda .
Özgürlük, gerçek anlamında özgürlük, bir toplumun yaşam andıdır. Bütün değerler bu anttan alırlar geçerlilik güç ve anlamlarını. Gönülleriyle, bütün varlıklarıyla özgürlük andına hayatlarını bağışlamamış kişilerin meydana getirdiği toplumlar, er geç ölüme, yani ölümden de beter olan tutsaklığa mahkûm olacaktır.
Müslümanlara en büyük düşmanlığı yapan, iki yüz yıl boyunca İslâm ruhunu, İslâm milletini, İslâm Uygarlığı’nı yok etmek için bütün gücüyle amansız bir savaşı sürdürmüş olan İngilizler, günümüzde İslâm Uygarlığı’nı tanıtıcı sergiler düzenlemektedirler! Elbette gerçek amaç tanıtma değil onun bitmiş, devrini tamamlamış, ölmüş göstermektir ve dirilmemesini sağlamak.
Oysa gerçekte yaptığı nedir Batı Uygarlığı’nın? O, kendinden önceki uygarlıkları yakıp yıkmış, devirmiş, eritip çürütmüş, yağmalamış ve hırsızlamış. Bütün bunlara rağmen gözlerden kaçan bir avuç nişâneyi de yer altından da olsa çıkarıp müzelere kapatmış onları gururunun ve zaferinin belgesi gibi gözler önüne sermeye başlamıştır. Hayasız bir katilin psikolojisidir bu: öldürdüğü adamı mumyalayıp bir vitrinde teşhir etmeyi marifet biliş psikolojisi.
Çağımızda müzeler, geçmiş uygarlıkların karantina daireleridir.
Batı Uygarlığı, eski uygarlıklara nazik bir deyimin ‘müze’ kelimesinin gölgesi altında gerçekte hapishaneler veya kabirler inşa etmiştir. Hem de bununla âdeta öğünerek. Kadirbilir görünme açgözlülüğünü de ihmal etmeyerek. Daha da ileri gidip eski uygarlıkları değerbilmezlikle suçlayarak.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Terörün alacakaranlığı ya da karaca kızıllığı çöktüğü vakit, diriliş fecri doğmalıdır toplum gönlünün ufkunda.
İnsanın ruhunda mucizeler gizlidir. İnsan ruhu, dış şartların karanlığıyla savaşan tanrısal bir ışıktır gerçekte. Ruh özümüz yücelikle yoğruludur. Bu yüzdendir ki bir yandan aşağıların aşağısına ait yanımız, tarihi diyalektiğini oluştururken yücelerin yücesine ait yanımız öbür yandan sürekli olarak ulvi bir kavganın bayrağını açar. Bunun önderleri peygamberlerdir. bu sebepledir ki tanrı-krallar ve çevrelerinin baskısına, yani putların tahakkümüne Hazreti İbrahim baş kaldırmış ve bu baskı ve ezgiyi paramparça etmiştir. Yine bundandır ki Hazreti Musa Mısır’ın bu zulüm yapısına karşı savaş açmış, ezilen insanları kurtarmaya çalışmıştır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mazlum, eline firsat geçer geçmez, zalimlerin zalimi haline gelmektedir.
Günümüz ideolojileri, birbirleriyle çarpışma ve çatışma halinde görünmelerine karşın âdeta gizli bir
anlaşma ile, iş bölümü içinde, insanların korkularını sömürürler.
Allah’tan duamız, müslümanlara yine o eski ulu günlerdeki gibi düşünme gücü ve özelliği vermesidir ilkin. İlkin ve her şeyden önce.
Düşünemediğimizi düşünmedikçe düşünebilmekten uzak yaşayacağız.
Doğu gündüzse Batı geceydi. Gündüz gitti, ama gece de gelmedi. Bir alacakaranlığın geçiciliği içinde şaşırıp kaldık.
Diriliş çocuklarına yolu açmazsak, insanlık, akla hayale gelmeyecek acı ve karanlık günler görecektir.
Diriliş erenlerini, yetiştirmezsek, Cennete dönmeyi bekleyen dünya, Cehenneme dönecektir.
Her şeye rağmen, Doğu’yu, Batı’yı, geçmişi geleceği bilen diriliş çocukları geliyorlar.
Sabırsız değiliz. Ve kader sırrına saygılıyız. Takatin ötesinde bir zorlamadan uzağız.
Yapılacak olanı yapmak ve ondan ötesine karışmamak ilkesine bağlıyız.
Hilkatte, ne eskinin tıpatıp tekrarı, ne geçmişsiz, köksüz, temelsiz yenilik vardır. Gerçek yenilik, diriliştir.
Kimi unutkanlık, insanoğlu için bir nimettir, kimisi ise felâket.
Insan özü, cevheri, yoğunluğu yitirmiş, incele yayıla adeta kaybolmuştur. Insan, böyle bir durumda, artık, tabiatın ya da tarihin sürüklediği bir kuru yapraktır. Onlara meydan okuyan bil gövde , ya da içlerine işleyen bir kök değildir artık.
Yeni diye sarıldığımızın hiç de yeni olmadığını, eski diye fırlatıp attığımızın da eskimek nedir bilmediğini görelim.
Gelin itiraf edelim. Çağımızda uygarlık diye sarıldığımız şeyin barbar yönlerini ve çehrelerini itiraf edelim.
Itiraf, ruhun pasiflikten kurtuluşunun ilk adımı, aktifliğe geçişinin başlangıcıdır. Dindeki tövbe kurumunun da, bu sebeptendir ki, ilk şartı, itiraf tır.
Insanoğlu için en güç şey itiraftır. Kolay kolay itiraf etmek istemeyiz ama, gerçekte hayat tümüyle bir itiraftan başka bir şey değildir oysa.
Unutmak önemli değildir; hatta bir yerde yararlı ve zaruridir; önemli olan gerektiği anda hatırlamaktır.
Oysa müslüman, zamanın hem maddi hem manevi anlamda fatihi olmak borcundadır. Bu onun varoluş şartıdır.
Yaşamak dediğimiz şey, bir itiraf ve sürekli olarak itirâfa karşı bir direniştir.
İnsan, giderek kendi kendisine de yabancı olmaya başlamıştır çağımızda.
Onur, başkalarını küçümsemeksizin kendi değerini bilme demektir.
Gerçek düşünce ve sanat, ancak hakikatla varolur ve yaşar.
Düşünceyle dizginlenmeyen duyarlık, fazla aşınacaktır. Aşınmış duyarlık ise, ruhun parçalanıp toz haline gelmesine, kişiliğin bin parçaya bölünmesine yol açacaktır.
Kendi benliklerine dönmekten korkanlar, kendinden kaçanlar, başkalarının benliklerinden benlik devşirmeğe kalkanlar, zehirde şifa, yâd ve yabancı olanda âşinalık vehmedenler, dipsiz bir serabın kurbanı olmuşlardır.
– ( ) Allah’ın yolu kaybolmaz!
Ama ondan ayrılan veya onu ihmal eden, bir daha doğmamacasına batar
– ( ) İnsanın ve cemiyetin din yorumları, kavrayış ve uygulayışları eskiyebilir, fakat din eskimez
Biz müslümanlar ilkin, Peygamberimizin ve Ku’an’ın açtığı yoldan ilerleyerek düşünme alanında kalıcı eserler, anıtlar verdik, eşi görülmemiş bir medeniyet kurduk. Kurduğumuz şehirler ve bütünüyle tarih bu olağanüstü medeniyete tanık oldu. Ama sonra değiştik, bozulduk, giderek düşünmeyi terk ettik ve bugün acıklı ve hor duruma düştük.
Evet, vahiy, düşüncenin üstünde, Allah’ın yalnız peygamberlere bağışladığı hakikat dilidir.
Ruhun aydınlığından aklı mahrum eden Batı, gayrı insani bir hayat kurdu.
Vecdimiz ve aşkımız, inancımız ve Allah önünde eğilmelerimiz, zekamızı, aklımızı eğitir, onu ilahi silahlarla , kalkanlarla donatır.
Kendi mevkii, ünü, malı ya da çocuklarının, ailesinin, hizip, klik ve partilerin hasis çıkarları ya da aşağılık gururları uğruna Millet ve Devlet hayatından ödün veren devlet adamlarının, yöneticilerinin bulunuşu, bir Millet için talihsizliklerinin en karası bir talihsizliktir.
Açık konuşalım: Osmanlı Döneminde bir Millettik. Hem de büyük bir millet
Dünya yüzündeki fitne, yani kötü ve kara düşünce ve davranışlar, çürüyüş ve bozuluşlar yok oluncaya kadar, islam devletinin ve onun bir eri olan müslümanın savaşı bitmez. Bu bir düşünce ve inanç savaşı, erdem savaşı, doğruluk ve erdemlilik savaşıdır.
Ama, tümüyle uygarlığı ve geçmiş kültürü ölü saymak, yanılgıların en büyüğü ve daha acısı, en öldürücüsüdür. Hele bu, İslam Uygarlığı, hakikatı özünde ve cevherinde taşıyan vahiy uygarlığı konusunda olursa.
Kendi kültürüne eğilmeden hep dıştan kültür kopyası peşinde olan toplumlar, harabeler içindeki bir hazinenin üzerine oturup el açmış, gelip geçenden metelik uman dilencilerden farklı mıdırlar?
gerçekte, kültür, geçmişsiz olamaz
Kimi unutkanlık, insanoğlu için bir nimettir,
kimisi zillet.
Kültür ve medeniyetlerin ömürleri, gelişimleri, atılımlarıyla ilgilidir bu değişimler. Ama, ta derinde, değişmeyen, eskimeyen bir Medeniyet, bir Kültür, bir Öğreti vardır. İnsanoğlu, ondan ne kadar ayrılsa bir gün ona dönmek ihtiyacını hisseder, ne kadar unutsa bir gün onu hatırlar. Bu, Hakikat Uygarlığı, Vahiy Uygarlığıdır.
Doğru, insan zayıftır. Fakat, Allah güçlüdür.
Oysa müslüman, zamanın, hem maddi, hem manevi anlamda, fatihi olmak borcundadır. Bu onun varoluş şartıdır.
İslam Uygarlığının dirilişi başlamıştır.
İslam Dünyası ise, Osmanlı Devleti’nin çöküşünden bu yana, tam bir bölünme ve dağılma, ufalanıp yok olma süreci içinde yanıp kavruluyor.
Mümin, kınından sıyrılmış bir görev bilinci, sorumluluk kılıcıdır.
Müslüman, ülkü adamı olarak kendini Allah’a karşı bütün dünyaya sorumlu kabul eder; bir ülkü adamı olarak elinden geleni yapar, fakat ondan ötesi için tevekkül eder, kadere razı olur. Ne doğu fatalizmi, ne batının gurur yatağı inkarcılığı. Yeryüzünün varisi ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi, yaratıkların en üstünü olma yazgısı, mümini, enerjik ve dinamik bir ruhla, gücünün yettiği bir vazife sorumluluğunu omuzlamaya yöneltir.
Batı, özgürlük üzerinde durur. Sorum üzerinde durmayı sevmez. Eşitlik problemi, herkesin sınırsız özgürlük ve hak isteminden doğmuştur, adalet duygusundan değil.
Çağımızda, biz müslümanlar öylesine bir sağduyu yitikliği içindeyizdir ki, batılıların demir ökçeleri ve komünistlerin partal ayakkabı görünümü altında gizledikleri zalim çizmeleri ensemizi yamyassı hale getirirken, bu aşağılık duruma alışmışız ve bunu olağan karşılarız da, birimizin en ufak bir farklılığını sindiremez ve onu döğüş kavgayla bastırmak isteriz.
Müslümanın sağduyusu, fizik ve çağ şartlarının değişimiyle ezilip büzülen, sapmalara ve bozuluşlara uğrayan bir aklın kulu değil, zamanı ve fizik şartları, çağları ve uygarlıkları arıtmasını, kendi mihenk taşına vurarak, onlara tasarruf etmesini ve alınlarına kendi damgasını vurmasını bilen bir ruhun sürekli ışıyan MEŞALESİDİR.
İnsan ruhunun vahye bağlılığı bir esaret değildir. Tam tersine , özgürlüğün ve kişilik açılımını son uca götürebilmesinin gerek şartıdır. Vahye bağlılık, ruhun, gerçek özgürlük boyutuna kavuşmasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir