İçeriğe geç

Bütün Yazıları Kitap Alıntıları – Asaf Hâlet Çelebi

Asaf Hâlet Çelebi kitaplarından Bütün Yazıları kitap alıntıları sizlerle…

Bütün Yazıları Kitap Alıntıları

Zaten dünyada her şeyin bir izahı vardır ama marifet onu izah etmesini bilmeli. Yoksa insan öyle kolay kolay edip ve âlim olamaz
İstikrar yoktur. Halden hale geçilir. İnsan gülü düşünürken gül oluverir, bülbül hatırından geçecek olursa bülbül olur. Bunların hiçbir suite d’idée’si yoktur, neyi düşünürsek o oluruz; bir gün de küll (le tout)yi düşünmeliyiz; işte o zaman “hep” oluruz. Bütün iş bunu düşünmeyi bilmekte.
Ya ben ne olacağım Yarabbi?
Sıkışmış insanların içinde nereye koşuyorum? Niçin vapurlar beni taşıyor, ve gözlerim buğulu?
Çocukluğumuza dönmesek bile çocukluğumuzdaki saf ve samimî varlığımıza dönemez miyiz?
Üşüdüm üşüdüm daldan elma düşürdüm, elmacığımı yediler, bana cüce dediler, cücelikten bezdim. Bir kuyu kazdım. Kuyulu bostan, çık boyun göster, bahçede yılan, serviye dolan
edebî zevkleri öldüren mektep hocaları kimbilir onların ruhlarını ne kadar hırpaladılar. Güzel, doğru, müspet diye gösterdikleri şeyler kimbilir ne kadar ısınıp ısınıp konmuş, yabancılıktan, ne pestenkeranî romantizm kırıntılarından ibaretti?
Hüsnüniyet, şarkın henüz tükenmemiş olan şövalye ruhundan taşan bir efendilik, misafirperverlik insanların birbirlerine karşı tesânüdleri ve sevgileri
Her in­sa­nın ten­ha ve giz­li ta­raf­la­rı var­dır. San’at bizim bu en yal­nız ta­ra­fı­mı­zın ifa­de­si­dir ve olmalıdır.
Eski şairler de, gözleri ve ağzı olduğu için ata benzemesi ihtimali daha çok kuvvetli olan sevgililerini hiç benzemedikleri güle ve aya benzetirlerdi. Güvercine ve geyiğe benzetenler şüphesiz daha yaklaşmışlardır. Ata benzetilmesinde ben hiçbir beis görmüyorum.
Bence şairin asıl sanatı ruh anlarını ifâde etmek hususundaki kabiliyetidir.
renk​ler güneş​ten çık​tılar
renk​ler güneşe gir​diler
renk​ler güneş​siz öl​düler
ne renk gerek bana
ne renk​siz​lik
Kendi şiirimin konstrüksiyonuna gelince, ben, evvelâ “şekil” diye bir şey tanımıyorum. Bu “şekil”i yalnız haricî şekil addetmemeli. Şiiri mümkün olduğu kadar bağlardan ayrılmış olan ve mü​cer​red’e yaklaşan bir şey telâkki ediyorum. Bundan başka, en güzeli bile olsa şiir hiçbir zaman bir resim, bir tablo olmamak lâzım gelir. Sırf tasvirî olan şiirler bizi bir madde ağırlığına, bir cansızlık ve ruhsuzluk içine gömer. Ruhun nasıl rengi ve şekli yoksa şiirin de yoktur, çünkü şiir mad​de​nin de​ğil, ru​hun ifa​de​si​dir.
Asıl sanatkâr bir büyücü, bir şarlatan, bir gözbağcı değil, kendi varlığı bizzat mucize olan bir velidir. Ruhumuzun sükûn ve iştiyaklarını onun maddî vasıtalarla gizlediği şeylerin ilerisinde, kendisinin baş döndürücü varlığının içinde, başkayı, yabancıyı unutarak dinlendiririz. Orada gösterişten uzak, taklitten sıyrılmış, görenekten, alelâdelikten ayrılmış kendi hakiki ve yüksek varlığımızı buluruz.
“Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, babam benim iken, ben babamın kızıydım. Babam benim oğlum oldu, ben babamın annesi. Arif olan ancak bilir bunun mânâsı.”
“Gökleri, bulutları, denizleri, yıldızları İlh. Büyük zannettikleri kelâmlarla şahit tutarak en adî ve klişe aşkları terennüm eden bir zümre var. Bu şehvet kurbanı zavallılar ‘phraséologie’ ile, şişirme eser kırıntıları vücuda getirdiklerinden bu kötü estetikleri içinde kendilerini şair zannediyorlar.”
“Bu vazifeşinas burjuvalar, basit ve aptal sadizmler ile benim içimi üzer, canımı alırken onlara her an insanlığımdan bir lokma rüşvet vermişimdir.
Geçen gün zihnimden tatlı bir hayal geçirdim: Artık elbiselikten çıkıp yırtıla yırtıla paçavra olan insanlık ticaretinden vaz geçip karpuz ticaretine kalkmak. Çünkü öteki nasıl olsa artık para etmiyor.”
” ca­nı sı­kı­lın­ca eli­ni ce­bi­ne atar ve ora­dan de­niz­ler, bah­çe­ler, gü­neş­ler çı­ka­rır. ”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
sözlerim “Kalbi üşüten acı bir titreme” idi.
Gi­de­lim serv-i re­vâ­nım yü­rü Sa­adâ­bâ­de
Geh vu­rup havz ke­na­rın­da hı­râ­mân ola­lım
Geh ge­lüb Kasr-ı Ci­nan sey­ri­ne hay­ran ola­lım
Gâh şar­kı oku­yup gâ­hi ga­zelhân ola­lım
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ümit gü­ne­şi­nin sön­dü­ğü­nü söy­le­yen kim?
“Teb­riz­li Şems Mev­lâ­na’yı ateş­le­miş, fa­kat öy­le bir in­fi­lâk kar­şı­sın­da kal­mış­tı ki onun alev­le­ri için­de ken­di­si de yan­mış­tı.”
Ce­ha­let, in­saf­sız­lık, lâ­übâ­li­lik ve gaf­let he­men bü­tün şar­kı sar­mış va­zi­yet­te­dir. Bu­na mu­ka­bil şim­di azal­mış bir şey de var­dır. O da mü­ta­ka­bil em­ni­yet, hüs­nü­ni­yet, şar­kın he­nüz tü­ken­me­miş olan şö­val­ye ru­hun­dan ta­şan bir efen­di­lik, mi­sa­fir­per­ver­lik in­san­la­rın bir­bir­le­ri­ne kar­şı te­sâ­nüd­le­ri ve sev­gi­le­ri
Şems’in Mev­lâ­na’yı se­ma’a teş­vik et­ti­ği sı­ra­da söy­le­di­ği söz­ler dik­ka­te şa­yan­dı. Şems:

– Se­ma’ edi­niz. Ara­dı­ğı­nız şe­yi se­ma’da bu­lur­su­nuz. Se­ma’ın halka ha­ram ol­ma­sı ne­fes he­vâ­siy­le meş­gul ol­ma­la­rın­dan­dır. Onlar se­ma’ et­tik­le­ri za­man ken­di­le­rin­de o iğ­renç hal zi­ya­de­le­şir. Hak ve ha­ki­kat­ten ga­fil ola­rak ha­re­ket et­tik­le­ri için se­ma’ kendileri­ne ha­ram olur. Hal­bu­ki Hak­k’ı is­te­yen ve ona âşık olanlar se­ma’ et­tik­le­ri za­man aşk­la­rı ve mane­vî hal­le­ri ço­ğa­lır

se­ni ta­nı­dık­tan son­ra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım
Se­bep­siz hü­zün ho­cam­dı
Loş oda­lar mek­te­bin­de
Ha­rem ağa­la­rı la­lay­dı
Ka­ra sev­da­ma
renk­ler güneş­den çık­tılar
renk­ler güneşe gir­diler
renk­ler güneş­siz öl­düler
ne renk gerek bana
ne renk­siz­lik
“Bugün mez­ba­ha­da şu ka­dar sı­ğır ke­sil­miş­tir.” cüm­le­si­ni okuduğu­muz va­kit sı­ğır­la­rın gırt­lak­la­rı­na bı­çak­la­rın na­sıl in­di­ği­ni gö­zü­mü­zün önün­de can­lan­dır­ma­yı dü­şün­me­yiz. Fa­kat şi­ir­de en ufak ha­yal­le­ri dü­şün­me­ye mec­bu­ruz. Çün­kü ak­si tak­dir­de bu hayal­le­rin sı­ra­lan­ma­sı­nı ta­kip et­me­ğe
baş­ka tür­lü im­kân bulunamaz.
1- Her mıs­raı ga­ze­te okur gi­bi de­ğil, fa­kat ta­sav­vur ede­rek okumak,
2- Mu­ka­ye­se et­mek.
Bir sa­nat ese­ri­nin kar­şı­sın­da iken biz ken­di­mi­zi sanat­kâ­rın ruhunun ay­na­sın­da gö­rü­rüz. Hoş­lan­dı­ğı­mız şey, içi­mi­ze, sa­mi­mî ve ha­ki­kî ben­li­ği­mi­ze ya­kın olan şey­dir.
bir san’at ese­ri­ni ted­kik eden onun mu­hi­ti­ni, za­ma­nın bü­tün tema­yül­le­ri­ni, rû­hî ve iç­ti­maî âmil­le­ri­ni de göz önün­de bulundurur. An­cak bü­tün bun­lar ni­ha­yet onun üze­rin­de za­ma­nın dam­ga­sı ica­bı olan bir el­bi­se de­ğil­dir.
Za­man mef­hu­mu da­ha zi­ya­de bi­zim bey­ni­mi­zin için­de­dir. Çoğumuz gü­ze­li za­man­la ölç­mek is­te­riz. Yi­ne içi­miz­den bir­ço­ğu gü­zel­li­ği ken­di göz­le­riy­le de­ğil baş­ka­la­rı­nın
göz­le­ri­ne ina­na­rak ka­bul et­mek is­ter. Çün­kü “gü­zel”
stan­dard dam­ga­sı vu­rul­muş bir şe­yi ka­yıd­sız­ca ka­bul edi­ver­mek onun için ko­lay ve teh­li­ke­siz ola­cak­tır. Kol­lek­tif bir gö­rüş rahatlığı in­sa­nı dü­şün­dür­mek­ten kur­ta­rır.
Kim ka­dir ilâç ey­le­me­ğe hükm-i ka­der­dir
Mü­nev­ver­le­rin sı­ğı­na­ca­ğı, şi­iri, mu­si­ki­si ve bü­tün in­ce­lik­le­ri ve güzel­lik­le­riy­le avu­na­ca­ğı tek bir mü­es­se­se var­dı. O da Mev­le­vî
Der­gâ­hı idi.
Vü­cu­du­nu bir tar­la yap, ha­yır­lı iş­le­ri­ni to­hum!.. Al­la­h’ın adiy­le sula, kal­bin­le ek, Al­lah kal­bin­de bu to­hu­mu ol­du­ra­cak ve Nirvana’nın
hu­zu­ru­nu bu su­ret­le ta­da­cak­sın!
Biz, zen­gin bur­ju­va­lık­la de­ğil, ir­fan ve iha­ta­mız­la övü­nü­yo­ruz.
Se­si­mi­zi yük­selt­tik­se bu ne bir na­râ­dır, ne bir yay­ga­ra! Biz kâ­zip şöh­ret­le­re teş­ne de­ği­liz! Mem­le­ke­tin san’at ilim ve kül­tür sahasın­da esa­sen bu şöh­ret ede­bî ola­rak eser­le­ri­miz­le kazanılmak­ta­dır.
Bil­me­dik­le­ri ve bil­mek için de en ip­ti­daî ma­lû­ma­ta sa­hip bulunma­dık­la­rı ede­bi­ya­tı, sa­na­tı, fik­ri, hü­lâ­sa ye­ni olan her cereya­nı, bü­tün ye­ni bir nes­li ha­ya­sız, iğ­renç, ga­liz ta­bir­ler­le tahkir et­mek­ten çe­kin­mi­yor­lar.
Sırf tas­vi­rî olan şi­ir­ler bi­zi bir mad­de ağır­lı­ğı­na, bir can­sız­lık ve ruh­suz­luk içi­ne gö­mer. Ru­hun na­sıl ren­gi ve şek­li yok­sa şi­irin de yok­tur, çün­kü şi­ir mad­de­nin de­ğil, ru­hun ifa­de­si­dir.
Ha­ki­kî şi­ir ke­li­me­le­ri­nin lû­gat mânâ­la­rın­dan zi­ya­de on­la­rın tıl­sım for­mül­le­riy­le açı­lır si­hir­kâr bir bah­çe­dir.
dün­ya­da her şe­yin bir iza­hı var­dır ama ma­ri­fet onu izah etmesi­ni bil­me­li. Yok­sa in­san öy­le ko­lay ko­lay edip ve âlim olamaz.
Ey kâ­zip müd­deî! Rah­ma­nın ga­ze­bin­den ne­re­ye ka­çar­sın?
Her şe­yi tür­lü tür­lü gö­rü­yo­ruz. Çün­kü her bi­ri­miz­de ve­ya hepimiz­de ay­rı ay­rı, renk renk cam­lar var. O cam­la­rı göz­le­ri­mi­ze tu­tun­ca gü­neş he­pi­mi­ze baş­ka baş­ka renk­ler­de gö­rü­nür. Bir ke­re renk­siz ola­rak bak­ma­ya alış­sak he­pi­mi­ze bir key­fi­yet­te ve bir halde olan gü­neş gö­zü­ke­cek­ti.
Türk ru­hu ha­ri­ku­lâ­de­yi için­den ka­ri­ka­tü­ri­ze eder, ça­bu­cak inan­maz, fa­kat re­ali­te­yi mistik­le ka­rış­tır­ma­yı se­ver.
Üşüdüm üşüdüm daldan elma düşürdüm, elmacığımı yediler, bana cüce dediler, cücelikten bezdim. Bir kuyu kazdım. Kuyulu bostan, çık boyun göster, bahçede yılan, serviye dolan..
Bir su birikintisinden geçerken ona: “Dikkat et cop diye düşersin!” dedim. O: “hayır, cup diye düşerim” dedi.
Bununla inadına benim gibi düşünmediğini anlatmak istiyordu.
Birkaç seneden beri satılığa çıkarttığım insanlığıma mukabil riyakârlık, tabasbus, tembellik, sabotaj, hıyanet gibi kazançlarım olmuştur. Amirlerime dalkavukluk, beni rahat alıştığım yerimden atmasınlar diye onlardan korkmam ve saire gibi ücretler de bu hesaba dahildir.
Bu vazifeşinas burjuvalar, basit ve aptal sadizmlerile benim içimi üzer, canımı alırken onlara her an insanlığımdan bir lokma rüşvet vermişimdir.
seni tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
Gün­düz, şi­ir­le­rim­de, ya­maç­lar­da ot­la­yan ku­zu­lar­dan bah­se­dip, ak­şam sof­ram­da he­nüz ke­sil­miş bir ko­yun par­ça­sı yi­ye­mem.
Kâ­inat bi­zim­le alay eder. Ben ken­di ken­dim­le alay ede­rim. Va­kit ka­lır­sa baş­ka­la­riy­le alay edi­yo­rum. Baş­ka­sı be­ni cid­di­ye al­mı­yor­muş. Ben on­la­rı cid­di­ye al­mı­yo­rum ki. Dün­ya­da cid­di­ye alın­ma­yı is­te­mek ap­tal­lık­tır. Cid­di­lik di­ye bir­ta­kım et­iket­ler var. On­la­ra da uya­mam ta­biî. Ama ya­lan söy­le­ye­mem, onun için söy­le­di­ğim cid­di­dir.
Biz yı­kıl­mıy­o­ruz. Çün­kü yı­kı­la­cak şe­yi­miz yok­tur. Çün­kü bü­tün kuv­ve­ti­miz­le bağ­lan­dı­ğı­mız pren­sip yok. Mü­te­ma­di­yen araş­tır­ma ha­lin­de­yiz.
Biz, bir sa­nat ese­ri kar­şı­sın­da ru­hu­mu­zu sa­nat­kâ­rın ru­hu­nun ay­na­sın­da gö­rü­rüz. Hoş­lan­dı­ğı­mız, içi­miz­de sa­mi­mî ve ha­ki­kî ben­li­ği­mi­ze ya­kın olan şey­dir.
Za­man mef­hu­mu asıl bi­zim dar ka­fa­mı­zın için­de­dir; gü­ze­li za­man­la ölç­mek is­te­riz ve gü­zel­li­ği ken­di gö­zü­müz­le de­ğil baş­ka­la­rı­nın göz­le­ri­ne ina­na­rak ta­nı­mak is­te­riz. “Gü­zel” stan­dard dam­ga­sı vu­rul­muş bir şe­yi ka­yıt­sız­ca ka­bul edi­ver­mek ko­lay bir şey ge­lir. Bu kol­lek­tif gö­rü­şü­müz­dür ki, için­de bu­lun­du­ğu­muz mu­hit ve za­man­la, me­se­lâ, ne bi­le­yim ça­mur­dan ka­ba ve iğ­renç bir put ya­pa­bi­lip ona ta­pa­bi­lir, fa­kat bir an bu kol­lek­tif ve id­lâl edi­ci man­ye­tiz­ma­nın sey­ya­le­sin­den kur­tu­lup da iç ben­li­ği­mi­zin göz­le­riy­le bak­mı­ya ve gör­mi­ye mu­vaf­fak ola­bi­lir­sek asıl ve gü­zel ve iyi gö­re­bi­li­riz. Ça­mur put­la­rı yağ­mur­lar ve kar­lar bir gün si­ler ve eri­tir ve za­ma­nın ço­cuk­la­rı baş­ka bir şe­kil­de ve baş­ka bir mad­de­den, bu se­fer de me­se­lâ buz­dan bir put ya­pa­bi­lir­ler.
Bu­ra­da ço­ğu­mu­zu alâ­ka­dar eden mü­him bir nok­ta­ya te­mas et­mek is­ti­yo­rum: Sa­nat­te “ye­ni ve es­ki me­se­le­si”. Her­ke­sin bil­di­ği bir ak­si­yom var­dır. Es­ki ye­ni­yi çe­ke­mez ve ye­ni es­ki­den hoş­lan­maz. Bi­zim yal­nız sa­nat ve ede­bi­yat­ta bu ak­si­yo­mu faz­la ih­ti­yat kay­dı ile ve mah­dut mâ­na­sıy­la al­ma­mız lâ­zım­dır. Evet, es­ki­den ye­ni olan şey bu­gün es­ki­miş­tir. Fa­kat mu­hak­kak ki za­ma­nın tah­rip­kâr pen­çe­si­nin par­ça­lı­ya­ma­dı­ğı bir şey var­dır; onun na­sıl doğ­du­ğu ek­se­ri­ya müp­hem­dir, za­man­la tah­dit edi­le­mi­ye­cek ka­dar gü­zel­dir. Asır­lar üze­rin­den ka­ran­lık bu­lut­lar gi­bi ge­çer, ren­gi ka­rar­maz, da­ima ok­şa­yan ve gü­lüm­si­yen bir gü­neş var­dır ki onu ka­ran­lık bu­lut­lar ara­sın­dan gö­rür, se­ver ve za­man za­man bu­lut­la­rı par­ça­lı­ya­rak çıp­lak ve ısı­tı­cı ışık­la­rıy­le yı­kar.
An­cak de­de ol­mak is­ter de çi­le­yi kı­rar, ya­ni de­vam et­ti­re­mez­se tek­rar mu­hib­ler ara­sı­na dö­ne­bi­lir, fa­kat Mev­le­vî­ler ara­sın­da pek iyi na­zar­la gö­rül­mez, onun mu­hak­kak su­ret­le pî­rin bir sil­si­le­si­ne uğ­ra­ya­ca­ğı iti­kat edi­lir­di. Çi­le­yi kı­ran­lar ye­ni­den baş­la­mak hak­kı­na sa­hip­ti­ler. Bu­nun için bir had yok­tu. Hat­ta Kon­ya’da der­gâ­hın ka­pı­sı­na ya­zı­lan bir ru­baî me­alen şöy­le söy­lü­yor­du:

“Bey­te gel! Yi­ne gel! Ne olur­san ol yi­ne gel! Kâ­fir de, rind de, put­pe­rest de ol­san yi­ne gel! Bu bi­zim der­gâ­hı­mız ümit­siz­lik ka­pı­sı de­ğil­dir! Yüz ke­rre tev­be­ni boz­muş da ol­san yi­ne gel!”

İs­tan­bul onu se­ven­ler için da­ima göz­de tü­ten ve gö­nül­den çık­ma­yan bir sev­gi­li ola­rak kal­mış­tır.
Mü­el­li­fin de de­di­ği gi­bi:
“Ede­bi­yat vak’ala­rı­nı za­man çer­çe­ve­si için­de ol­du­ğu gi­bi sı­ra­la­mak, bir­bi­riy­le olan mü­na­se­bet­le­ri­ni ve dı­şar­dan ge­len te­sir­le­ri tâ­yin et­mek, bü­yük zevk ve fi­kir ce­re­yan­la­rı­nı ayır­mak, hü­lâ­sa her tür­lü ve­si­ka­nın hak­kı­nı ve­re­rek bir dev­rin ede­bî çeh­re­si­ni tes­bi­te ça­lış­mak, ede­bi­yat ta­ri­hin­den bek­le­nen şey­le­rin en kı­sa ifa­de­si­dir.”
Âlim na­sıl bu gö­rü­nen, mad­de­den iba­ret ol­duğu­nu san­dı­ğı kâ­ina­tın açı­la­bi­len sır­la­rı­nı izâ­ha ça­lı­şı­yor­sa, sa­nat­kâr da ken­di za­vi­yesinden ide­al bir kâ­ina­tın izâ­hı­nı yap­mak sev­da­sın­da­dır. Bu ide­al in­şa­da bes­te­kâ­rın kullan­dı­ğı ip­ti­daî mad­de no­ta, res­sa­mın bo­ya, mi­ma­rın taş ol­du­ğu gi­bi şa­irin ip­ti­dâi mad­de­si de ke­li­me­dir. En umu­mî mâ­nâ­da şi­ir bu gü­zel­li­ğe var­mak için ke­li­me­le­ri ter­tip et­mek sa­na­tı­dır.
Fik­rin her tür­lü­sü­ne hür­met ede­rim. Yan­lış bi­le ol­sa, bir fi­kir, baş­ka bir fi­kir­le yı­kı­la­bi­lir. Her­kes iz’an ve irfanına gö­re bir fik­ri se­çe­bi­lir. Ga­ra­bet­le­re de al­dır­mam. Bel­ki on­la­rın da sâik­le­ri var­dır. Fa­kat âdi­li­ğin, ba­ya­ğı­lı­ğın, ka­ba­lı­ğın, ah­lâk­sız­lı­ğın ve pis­li­ğin bu tür­lü medhi­ye­si­ne ta­ham­mül ede­mem.
Biz bu “hep” de­ni­zi ke­na­rın­da otur­muş dal­ga­la­ra ba­kı­yo­ruz, ih­timal ki dal­ga­lar bi­zi avu­tu­yor. Gö­rü­nüş­te bu de­niz­dir ve dal­ga­la­rın için­de kay­bol­muş­tur. Bi­ze lâ­zım olan dal­ga­nın key­fi­ye­ti de­ğil, de­ni­zin ma­hi­ye­ti­dir, biz­zat de­niz­dir.
Ben ke­di­yi hiç­bir şe­ye ben­zet­mem. Ke­di ke­di­dir. Ço­cuk­lu­ğum­da ta­nı­dı­ğım ba­zı ke­di­ler be­nim­le otu­rup so­ka­ğı ve cad­de­yi sey­ret­me­si­ni bi­lir­ler­di. Ha­vu­za eği­le­rek be­nim gi­bi ba­lık ya­ka­la­ma­sı­nı bi­lir­ler­di. Yal­nız on­lar bu ba­lık­la­rı çiğ yer­ler­di. Ke­di­ler en iyi dos­tum ol­muş­lar­dır ve hiç ca­nı­mı sık­ma­mış­lar­dır.
Şe­kil­den zi­ya­de me­âle ehem­mi­yet ve­ren, şu­ur­dan zi­ya­de tah­teş­şu­urî de­ni­len, mü­şah­has ede­bi­yat­tan zi­ya­de mü­cer­ret ede­bi­ya­tı ter­viç eden züm­re­ye hi­tap edi­yo­rum. Ha­zi­ne­ler bi­zim tah­teş­şu­ur var­lı­ğı­mız­da­dır. Es­ki­yi oku­mak ve­ya oku­ma­mak bi­zi te­si­ri al­tın­da bu­lun­dur­ma­ma­lı, kör tak­lid­ci­lik­ler­den vaz geç­me­li­yiz. Ço­cuk­lu­ğu­mu­za dön­me­sek bi­le ço­cuk­lu­ğu­muz­da­ki saf ve sa­mi­mî var­lı­ğı­mı­za dö­ne­mez mi­yiz?
Şiirlerinde ele aldığı konular sualine, Gündüz şiirlerimde yamaçlarda otlayan kuzulardan bahsedip akşam soframda henüz kesilmemiş koyun parçası yiyemem. diye cevap vererek kıssadan hisseyi bize bıraktı.
Bazı muharrirler vardır ki yazılarını sevip okumuşumdur ve geçip gitmişimdir. Halbuki Sait Faik’in okuduğum hikayeleri daima tesirini duyduğum müstesna şeylerdir.
Yıkarlarken onun genç yaşında üfulünü gören ve bir babadan ziyade kendisine hocalık ve arkadaşlık eden babası, kendisini tutamayarak:
Oğlum o endam bu tahtaya yakışmıyor! diye ağlamış ve herkesi de ağlatmıştı .
Sade Galip Dede’nin değil Türk edebiyatının da büyük eseri olan Hüsn ü Aşk, hacminin yüz misli tutacak bir tahlil ve tenkit işine layık olduğu kadar bin tane mesneviden küçültülmüştür denecek derecede sıkıştırılmış en mühim şiir abidelerinden biridir.
Şiirin içinde sakatattan yalnız kalp parçaları satılmaktadır. Bunu satana şair derler ki elinde vezin denilen gayet hassas bir terazi bulunur.
İstanbul benim ağzıma dil, kulaklarıma ses, gözlerime bakış olur. Böylece bazen dilim Çamlıca’ya, gözüm Boğaz’a ve kulaklarım Beyoğlu’na çıkar ve oradaki acaibattan haber alır gelir.
Aç kediye çörek attım, öyle hırsla baktı ve yedi ki. Başka var mı diye döndü ve olmadığını görünce gözlerle teşekkür etmeyi bildi. Bununla beraber insan değildi, kediydi .
Eskiyi okumak veya okumamak bizi tesiri altında bulundurmamalı . Kör taklitçilikten vazgeçmeli. Çocukluğumuza dönemesek bile çocukluğumuzdaki saf ve samimi varlığımıza dönemez miyiz?
Türk ruhu harikuladeyi içinden karikatürize eder, çabucak inanmaz fakat realiteyi mistikle karıştırmayı sever.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir