İçeriğe geç

Bütün Öyküleri Kitap Alıntıları – Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar kitaplarından Bütün Öyküleri kitap alıntıları sizlerle…

Bütün Öyküleri Kitap Alıntıları

Dedem acayip adamdı. Gençliğinde çok güzelmiş. Yine de güzel adamdı. Fakat sinirliydi. Durmadan yıkanır, günde birkaç defa çamaşır değiştirirdi. İkide bir, kimse görmeden başını eğer, kendi vücudunu koklardı. Dedem ölümüne hiç razı olmamıştı. Doktor hastasınız, istirahat etmeniz lazım deyince bastonu ile üzerine yürümüş, aşağıya kadar kovalamıştı. Halbuki çok sevdiği adamdı. Her hafta musikî toplantılarına gelenlerin en genciydi. Dedemin her nazını çekerdi. Biz gürültüye koştuk. Haremin taşlığında, kapının kanadına tutunmuş, zorla ayakta duruyordu. Yüzü kireç gibiydi. Hâlâ Çık dışarı, budala herif. diye bağırıyordu. İkide bir Ben ömrümde hasta olmadım. diyordu. Güçlükle yukarı çıkardık. Ama bir türlü yatağına yatıramadık. Elbisesiyle kanepeye uzandı. Bastonu elinde, hastalığından bahsedenlere hücuma hazır bekledi. Doktor bir saat sonra ilaçlarını gönderdi. O teker teker hepsini pencereden attırdı. Bunu da at kızım, şu şişeyi de, öbürünü de. Şimdi hepiniz gidin artık. Akşama kadar eczahaneden ilaç geldi, akşama kadar pencereden atıldı. Ertesi günü, daha ağırlaştı. Ama yine ilaç içmiyordu. Ne de doktoru görmeğe razı oldu. Adamcağız ikide bir geliyor, dışarıda, selamlık tarafında bekliyordu. O bastonu yorganın üstünde öyle yatıyordu. İstemiyorum diyordu. Ölmeyi istemiyorum. Ölümden değil, ondan korkuyorum ve gözleri açık, odanın bir köşesine bakıyordu. Ölüm çirkin şey diyordu. İnsan kokuyor, çürüyor. Sonra birdenbire yerinden fırlıyor. Ama ben bütün hayatımca koktum. diyordu. Ve kokuyorum değil mi? diye bize soruyordu. Kokuyorum, pencereleri açın. diyordu. Siz bilmiyorsunuz. Bunu yalnız bir kişi bildi. Fatma duydu bunu. diyordu. Öleceği günün sabahı ona sordum. Ben kokuyorum değil mi Fatma?.. dedim. Kokuyorsun baba dedi. Sonra birdenbire doktoru, ilâcı, teyzemi hepsini unutuyor, kuşlarına dönüyordu. Kuşçu Sinan Bey geldi mi? diyor. Ve Sinan Bey, hakikaten karşısında imiş gibi Hani Sinan Bey benim tavuslarım? diye onunla konuşuyordu. Bak yapayalnız kaldım. Sinan Bey, kızım öldü, ben yalnız kaldım. diyordu. Fatma koktuğumu öğrendiği için öldü. diyordu. Koktuğumu öğrendiği için her şeyi biliyordu. Onun için öldü. diyordu ve teyzem, ölüm korkusu, bir yığın kuş adı hep birbirine karışıyordu. Korkunç bir şeydi bu.
Garın arkasındaki patikadan trenin köprüsüne doğru yürüdü. Benim taşrayı anlamam imkânsız. Hatta lâyıkıyla görmem bile imkânsız. Çapaçulluğunun verdiği mahcupluk içinde hep deminki hindinin imkânsız yüksekliklere doğru uzatmağa çalıştığı başını, zorlukla nefes alışını hatırlıyordu. Aralarında bu hayvan gibi garip, gülünç ve yabancıyım. Bu düşünce içinde hem yürüyor hem yürüdüğü yolda kendisini, paltosunun eskiliğini daha iyi meydana çıkaran hafif kanburuyla, kısa ve tıknaz cüssesiyle, kırılmış nahvetiyle yürür görüyordu. Şu anda bakan biri varsa muhakkak beni, benim gördüğüm gibi görür. diyordu. Bu, mağlubiyetin, geriye çekilmenin, hatta kaçışın kendisi için hazırladığı bir biçim ve davranış tarzıydı. Tıpkı o hindi gibi. diyordu. Nasıl onu ancak sofrada yani kendisi olmadığı zaman tanıyorlar ve tadıyorlarsa, beni de öyle, kendilerine benzediğim zaman, kendim olmadığım, kendimi ve düşüncelerimi inkâr ettiğim zaman seviyorlar. Sofrada seviyorlar. Şaka ettiğim zaman seviyorlar. Ciddî işlerini artık benden gizliyorlar.
Eliyle: Şimdi gelirim mânasında bir işaret yaparak kafileden ayrıldı. Hiç kimse onu tutmağa çalışmadı. Belki de gittiğinin farkında bile olmadılar Bu an herkesin kendi menfaatlerinin bahçesini son defa sulayacağı andır. diye kendi kendisine tekrarladı. Sonra arkasından Ne güzel anlaşıyorlar!.. diye düşündü. Kendisini acemi bulduğu, hakkında hemen hepsinin aynı şeyleri düşündüklerini iyi bildiği için biraz mahcuptu. Nitekim, yolculuğun bu son anlarında hiçbiri ona fazla ehemmiyet vermemişti. Âdeta farkında bile değildiler. Halbuki onlara ne güzel şeylerden bahsetmişti. Sözlerini dinleselerdi, kasaba beş on yıl içinde değişebilir, başka bir âlem olurdu. Fakat bunun imkânı yoktu.
Siz korkuyu sevmez misiniz? Ne kadar her şeyi değiştirir, zenginleştirir. Ama şimdiki korkuları söylemiyorum. Eski korkulardan bahsediyorum. İhtiyarların bize yavaş yavaş, geceden geceye, dünyamız güzelleşsin, rüyalarımız şekil alsın diye aşıladıkları korkuları söylüyorum.
Masallardan eşyanın kendisinden gelenler. Meselâ karanlıkta bir ağacın gölgesi, küçükken bahçedeki bütün ağaçlar nasıl üzerime doğru yürürlerdi. O sedre ağacı yanı başındaki manolya, kom­şu bahçedeki kestane Hepsi beni kovalardı.
Evin içi tıklım tıklım eşya doluydu. Hep eski şeyler. O zamanın insanları ne kadar garipmiş. Yoksa oyuncakları büyükler için mi yapıyorlardı? Kutular, saatler hep çalgı idi. İçIerinden küçük bebekler çıkarlar, salına salına yürürler, oynarlar, sonra tekrar kutularına girerlerdi. Ben buna bayılırdım. Ve hep kutunun içindeki hayatlarını merak ederdim. Orada başka türlü yaşadıklarını sanırdım.
Fakat böyle şeyler kendisi için tabii idi. O bütün hayatını beraberinde taşıyanlardandı. Her attığı adım kafasında behemehâl uzak ve yakın birtakım cevaplar bulurdu.
Sabri kendinden intikam almak ister gibi Yazık, etrafımızda bir fotoğrafçı yok. dedi.
Kandilli iskelesinden karşıya geçmek için sandala bindikleri zaman kendisini bu yaz öğlesinin güzellikleri arasında onunla beraber olduğu için o kadar mesut hissedince aynı gülünç olma korkusu içinde canlandı. Daha çok gençken bulunduğu dairenin müdürüne vekillik ettiği ay hep aynı hissi duymuştu. Daha ilk günü masanın başında otururken, arkadaşlarından biri muhakkak orada, bir resmini çekmekte ısrar etmişti. Sabri bu fotoğrafta kendisini o kadar acayip ve sahte bulmuştu ki aylarca hayatı zehirlenmiş gibi yaşadı. Halbuki fotoğrafın hiçbir kusuru yoktu. Görenler Ne kadar kendinsin! diye beğeniyorlardı. Hakikaten kendisi idi. Sadece gülümseyen dudakları bir balık ağzına benziyordu. Ve kalın kaşlarının altında gözleri sanki bir sevinç dumanında akıyordu. O günden sonra bir daha o masanın başına oturmamış ve işin şekli arkadaşlarıyla aynı odada çalışmasına da imkân vermediği için bir misafir gibi bir kenara iliştirdiği bir sandalyeden işleri görmüştü. Daha fenası bunu hiç kimseye anlatamamıştı. Herkes onu makama hürmet ediyor sanmışlardı. Hiçbirinde iğretilik fikri yoktu.
Şimdi de bu kayıkta kendisini öyle iğreti buluyordu. Fakat ne yaz, ne deniz, ne genç kadın bunu anlamıyorlardı. Onlar kendi tabiatlerinin emrinde idiler ve durmadan ona hücum ediyorlardı. Boğaz her kürek darbesinde bir kere silkiniyor, yerinden fırlıyor, karşısına dikiliyordu.
Bir şeyi yıkamadan, geçici bile olsa, ikincisini kabul edemeyen o biçare insanlardandı. Bütün hayatı hep böyle geçmişti. Fakat bu kabil olmadığı, her düşünce, her duygu daima bir yığın benzeri, zıddı, daha ilerisi ve gerisi ile geldiği için daima parça parça yaşardı. Bu yüzden şahsiyeti bir yığın kalıba, birden dökülen tek bir ispermeçet mumuna benzerdi. Ve çok defa da eritildiği kabın dibine yapışıp kalırdı.
İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendine ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his ben de o kadar kuvvetli… Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkese olmaya razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetinideğiştirebilmek, lalettayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varamadı, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız…
Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatımızın tabii muhiti ile sıkı bir alakası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor.
Bir ara kendisini kitap okur buldu. Fakat elindeki kitaba dikkat edince fırlatıp attı. Bu en budala cinsinden bir polis romanıydı. Hemen her sayfada kahraman biraz himmet etse savuşturabileceği bir yığın manasız işe giriyor pestili çıkana kadar dayak atıyorlar, yüzünün kanını sile sile evine dönüyordu. Belli ki son sayfada bütün hıncını alacaktı. Oldukça safdil bir dostunun bu cinsten bir kitap için kendisine söylediklerini hatırladı. Zavallı bütün bu budalalık yığınında sadece büyük bir hakikatin müdafaa edildiğine inanmamış, dil zevksizliklerini de yenilik sanmıştı. Akşama doğru yine balığa çıktı.
– Hayır dedi. İyi biliyorum. Ben de önce öyle sandım. Ama sonra üzerinde düşününce, hele gözlerini hatırlayınca. Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl deği­şir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız.
Daha doğrusu şikâyetimiz yoktu. Sadece hatırlardık. Büyükannem, dedem, babam, kalfalar hepsi hatırlardı. Bir de bakardınız ki, bütün Boğaziçi odanın içine doluverirdi.
– Siz de hatırlar mıydınız?
Tekrar yüzü duruldu.
– Hayır, dedi. Ben çok küçüktüm, hatırlayabileceğim bir şey yoktu. Sade dinlerdim, Bütün anlattıkları bende külçelenirdi. Birdenbire içim ağırlaşırdı.
Gözlerini kapattı. Hani akşamla ağırlaşan sular vardır. Her şeyi içine ala ala. Bütün gün, başkalarının yaşadığı şeylerle zengin, işte öyle olurdum
Hayrettin Bey’in sesi ne gür, ne de güzeldi. Bu alçak ve âdeta sağır sesin bütün hususiliği bilgisindeydi. Besteyi söylemiyor, âdeta grafiğini, bir nevi kabartmasını havaya çiziyordu.
En iyisi hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey görmemek, yaşamıyor gibi yaşamaktı.
Bu hâl bende tam iki sene, Zeynep’le tanıştığım zamana kadar devam etti. Ancak ondan sonra, aşkın mucizesiyle, etrafıma başka türlü bakmağa başladım. Kuru dallarda, buzları yeni çözülmeğe başlamış toprakta, bulutları yumuşamış karanlık gökte bahar nasıl yavaş fakat emin kımıldanırsa bende de tabii hayat öylece kımıldandı. Yavaş yavaş kül rengi duvarlara aydınlık serpilmeğe başladı. Eşya içimde sihirli bir dille konuştu; saatler ümitten yüzlerini takındılar, arzu ve emelden tılsımlı kuşaklarını bağladılar. Bir gün baktım ki geniş ve gür hayat, şarkısını içimde söylüyor.
Bütün bunlara rağmen, doğrusu istenirse, mektebi çok severdim. Her şeyden evvel evin içini dolduran kadın kalabalığından orada kurtulurdum. Sonra bütün kalabalık bağırıp çağırabiliyordu. Alçak sesle konuşan pek azdı ve ben buna bayılıyordum. Çok defa bahçede bir kenara çekilir, bir dağ büyüklüğünde bir arı kovanından ancak çıkabilecek bu uğultuyu Arapça, Kürtçe, Türkçe en galiz küfürlerin birbirine karıştığı bu çığırtkan yaygarayı lezzetle dinlerdim. O bir anda canlı, renkli ve sihirli bir Babil Kulesi gibi vahşi, zalim ve anlaşılmaz, etrafımda yükseldikçe dört bir tarafımda sıcak hayat kaynıyor sanırdım.
Teslim oluyorum. Anladınız mı? Teslim oluyorum. Siz daima haklısınız. Ama sade bu işte değil, öbürlerinde de, bütün meselelerde, hepsinde!
Niçin canlı bir vücudu, bir tahta bir taş yapan o rüyasız uykular gibi, etrafımızdan habersiz yaşıyoruz. Bu zenginlik içimizde iken, küçük tasaların, zavallı hesapların uğrunda ömrü harcamak ne kadar kötü.
Bununla beraber o küçük tasaların, hesapların, hemen arkasında, omuz başında karanlıkta pusu kurmuş küçük düşmanlar gibi beklediklerini biliyordu. Çirkin, alaycı, zalim kalabalıkları, nefeslerini teninde duyacak kadar ona yakındı. İnsan ömrünün hikayesi bir bakıma, Güliver Cüceler Memleketinde gibi bir şeydi; siz farkına varmadan birtakım küçük, nisbetsiz, manasız, parmak kadar mahluklar dört tarafınızı alıyorlar, bir nevi örümcekler gibi kirli salyalarıyla etrafınızda birtakım ağlar örüyorlar, sizi sarıp sarmalıyorlar, kendi kendinizin mumyası yapıyorlardı. Bununla
da kalmıyorlardı, etrafınızda, aramızda her tesadüf ettikleri şeye kendi bulanık, sıkıcı rengini veren bir perde geriyorlar, bizi onun arasından güneşi görrmeğe zorluyorlardı. Faust’un ölümü diye düşündü. Bu bilgi devini, bu doymaz iştihayı yere vurmak için şeytan ne çarelere başvurmamıştı. Fakat o her tecrübeden muzaffer çıkmış, her felaketin üstünde kalmıştı. Nihayet kapı aralığından giren endişe gözlerini kör eder, ondan sonra kaderin çukuruna
düşer. Vakıa bu bir ölümün hikayesiydi; fakat hakikatte asıl hayatımızı anlatır. Hakikatte ömrümüz bu cinsten bir yığın ölümlerle dolu idi. Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkar edebilirdi. Hatta öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler. ..
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsan ruhu o şekilde yaratılmıştır ki; eşyanın dışında dolaşıp kalmazsak her şeyi benimseyebiliriz.
Bazı insanlar benzerlerinin, hatta en yakınlarının kurbanı olmak için doğuyorlardı.
Çünkü benim hayatımda, bütün iradesizlerde olduğu gibi tesadüflerin korkunç bir rolü vardır
Öbür insanlar gibi yaşamak Bu ne kadar güzel ve iyi bir şeydi. Öbür insanlar
Hayvanlar bize ne kadar güvenirler değil mi? Onlar için muhakkak ki, birbirimiz için olduğumuzdan cok başka bir şeyiz. Biz büyüdükçe birbirimizden koparız, onlar büyüdükçe bize daha bağlanırlar.
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna Her şeyi ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Fakat bu da geçecekti; elbette buna da alışırım , diyordu. İnsan nelere alışmaz ki Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi?
Başka insanlara benzememekten daha korkunç ne olabilirdi?
Ayaklarına gülkurusu renginde küçük pabuçlar giymişti ve bu küçük renk değişikliği, bütün hüviyetinden akan mavi senfoninin içinde küçük ve mesut bir nota değişikliği gibi göze çarpıyordu…
Hayat, ölümün şerefine yazılmış kasideden başka bir şey değildir.
Hayat mütemadiyen ölümün zaferini teganni ediyor.
Halbuki, bir ömür yaşanmaya değer bir şeydir.
Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur.
Bu kadar çirkin ve galiz bir dünya ancak bozulmuş bir düşüncede idrak edilebilirdi.
Sabri dalından ayrılan bir yaprağı gözleriyle yarı yolda yakaladı. Onunla beraber, ağır bir oyunla yere kadar indi. Ne garip inişti bu. Geniş ve buruşuk yaprak âdeta ölümle alay eder gibi yavaş yavaş inmiş, sonra yumuşak bir öpüş gibi toprağa konmuştu…
Bir insanın kendi talihini bütün vuzuhuyla görmesi kadar korkunç ne olabilir?
Dünyanın belki en iyi kalpli insanları. Ama ne yaparsın ki hepsi dertli.
Bazı şeyler hakikaten şakacıktan başlıyordu.
Birdenbire gördüğü şeyle olduğu yerde mıhlandı. Karşı evlerden birinin en üst katındaki pencerelerden biri açılmış, çıplak, kan içinde bir kadın vücudunu üç erkek sokağa fırlatıyordu. Bu bembeyaz ve kanlı vücut, yeşilimtırak bir ışığın taştığı pencereden kanlı bir lokma gibi karanlığın ağzına atılmıştı… AHT
Onu her defasında görür görmez ürperdim, onda saadetlerin , hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum.
_____
Pek az konuşur ve daha az gülerdi. Ve bu gülüş çok defa yaşayan bir adamın gülüşüne benzemezdi; bir neşeden ziyade, neşenin hatırası gibiydi.
Niye içinizde arıyorsunuz, saadeti dışınızda, hayatın ken­disinde, insanlarla münasebette arayın.
____
O geçici bir yaz yağmuru, bir aydınlık fırtınası idi. O kadar

Bununla beraber zihni­ne ve hayatına iyice yerleşmişti. Eve girerken, çıkarken, odasında kelimelerin ve fikirlerin peşinde dolaşırken, mutfağın kapısında, balkanda zaman zaman ona ve düşüncesine rastlıyor, bazı sözle­rini tavırlarını hatırlıyordu.  

Cemil’in içinde, ayrıca birisini beklediği hissi vardı. Küçük yoldan gelecek birisini bekliyordu. Bu yok bütün gün kirpiklerinde asılı kaldı…
Ah , kaçmak , uzaklara kaçmak , güneşli ve ağaçlı bir yolda bir ikindi saatinin tozları içinde tek başına yürümek istiyordu.
______

Fakat neden gidemiyor, niçin burada mıhlanmış gibi duruyordu? Açık kapıdan yalnız bir parçasını gördüğü sokak, ona erişilmez bir cennet gibi görünüyordu. Bir kaçabilse

Mazi, halin emrindedir.
______
Yüzünü anlatmaya çalışmayacağım, bazı rüyaların anlatılması imkânsızdır; bu yüz hakikaten bir bahar bahçesinde görülmüş bir rüya kadar güzeldi.
Susmuşsun ne çıkar? Yara deşildikten sonra
_____
Tanrılar bana çok şey verdiler. Her an bir başka şey verdiler. Şan, şeref, bükülmez kol, titremez el, erkek evlat
Fakat bir şey esirgediler. Huzur
_____
İnsanoğlu kendini ancak vicdan azabında duyabiliyor. Eğer onun ocağını beraberce beslemezsek neye yarar? Hilkatın hesap defteri bomboş kalır.

Hatırlamak.. çok mühimdir. Vicdan azabı ruhun bir nevi kanadıdır. Lakin zekayı, hür ve ağırbaşlı düşünceyi de unutmamalı

“Korkuyla dolu gözleri hayatı hiç tanımamış gibi. “
Çünkü güzellik, diyordu; insan ruhuyla hakkıyla kaynaşabilen tek şeydir. Hatta buna kaynaşmak da denemez, o kadar kendimize mahsus bir hal ki, hasretten ziyade unutmuş olmak, kavuşmaktan ziyade kendini bulmak var bu işte
.. evet bu ölüler kendisinden çok ayrı, çok başka şeyler değildi. onların hepsi ömür dediğimiz o çeşitli kumaşı kendi içlerinden kopan bir şeyler dokumuşlar. Hepsi sevmişler, ayrılmışlar, mahzun bir yalnızlığa bir anne memesi gibi zaman zaman asılmışlar, gurbeti, ıstırabı, anlaşılmamazlığı, sevginin sıcaklığını tatmışlardı. Bütün bunlar her insanda o kadar bir olan şeylerdi ki bizden evvelkileri anlamak için kendi hayatımızı şuurla yaşamak yeterdi..
____
Herkes kendi kaderi içinden, dar bir pencereden başını çıkarır gibi birbiriyle konuşuyor. .. Fakat bir gün, bu pencereden ayrılmak, kapının önüne çıkmak arzusu doğabilirdi.
___
Onu bütün ömrünce unutamayacağını, her zaman kendisinde hazır bulacağını hissediyordu. İki insanı birden sevmek? diye bir daha düşündü. Bu içinden çıkılmayacak kadar güç bir şey miydi?
_____
-Kelimelerin benim için tek manâları yok. Hepsi bir yığın tezat içinde.
-O hâlde
-O hâldesi yok. Mademki ıstırap içimizdedir; çaresiz katlanacağız.
___
..üzerlerinden hiçbir delilik rüzgarı esmemişti. İkisinin de ömrü tertemizdi. Şu uzakta köpüren ve karşı sırtlardaki ağaçları bir an bir boşluğa daldırıp çıkartan rüzgar gibi temizdi. Bununla beraber sadece talih fikriyle karşılaştıkları için bedbahttılar.
Benim için lazım olan şeylerin hiçbirini söylemeyecek, aynaya bakarken ne düşündüğünü, beğenildiğini hissettiği zaman nasıl şaşırdığını, gözlerini uyumak için kapadığı zaman çehresinin nasıl çok tatlı ve hayal üstü bir lezzetler maskesi olduğunu, ilkbahar gülünü nasıl kokladığını, senenin ilk kirazını nasıl karşıladığını söylemedikten sonra

..deminden beri o kadar güzel, her şeyin üstünde ve hür gördüğü bu çocuğun da, herkes, hepimiz gibi talibin bir esiri olması ona acı geliyordu. Kim bilir sabahtan beri onu hayran bırakan bu neşe hangi gam dere­sinin üstünden taştan taşa sekerek ona kadar gelmişti.

Evet haya­tında aksayan bir taraf vardı. Fakat Sabri bunu sormamaya, onun sırlarını zorlamamaya karar vermişti. Herkesinkine benzeyen bir hikayeyi ne diye dinleyecekti; hiç kimseye benzemeyen bu güzel çehreyi seyretmek varken!

Sonra bir insan ömrü hakikaten geniş bir şeydi; fakat bir hikaye, bir macera haline indirilince bütün boyu kayboluyor, ister istemez darlaşıyor küçülüyordu.

Bir adım, bir adım daha atarsan mahvoldun der gibi başını sallıyordu. Fakat bu düşünce eskisi gibi onu korkutmuyordu. Kendisini bu kadar tehlikeli bir noktada görmekte bile, hayatını birdenbire güzelleştiren bir hal vardı.
______
Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. “Hattâ öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler…”
__________
Niçin canlı bir vücudu, bir tahta bir taş yapan o rüyasız uykular gibi, etrafımızdan habersiz yaşıyoruz. Bu zenginlik içimizde iken, küçük tasaların, zavallı hesapların uğrunda ömrü harcamak ne kadar kötü.
___
Niçin her canlı mahlukla bir duvar arkasından konuşmağa çalışıyoruz. Eşyaya bile geçirdiğimiz o sıcaklığı insanoğlundan esirgiyoruz? Hatta asıl olan yaşayan ve duyanla birleşmek değil midir?
___
Evli kadınım, dedi. Demek ki evli olmak insana birtakım zaruriyetleri kendiliğinden kabul ettiriyor
____
hepsi böyle değil mi? Hepsi kapandıkları yerde, bir nevi karanlık dolapta birbirine sarmaş dolaş, bende müstakil ve hatta en küçük bir kontrola bile uğramadan yaşamıyorlar mı! onlar bana her imkan buldukça geliyorlar, karşıma oturuyorlar, konuşuyorlar. Bende, benim yerime benim için yaşıyorlar. ..
Hiçbir saadet insanın içindeki bütünlük şuurunun bozulmasına değmezdi.
______
Bir insan aşk hakkında hiçbir fikri olmadan sevebilir ve bu sevgiyi muzaffer veya mağlup bütün ömrünce peşinden sürükleyebilir.

Halbuki dünyada içinden çıkmak için hakikaten cevap vermemiz lazım gelen o kadar mesele var

Bırak ki olan oldu. Bir kere o
ses, o ıstırap içime yerleşti. Evden uzak olsa da faydası yok. Bana öyle geliyor ki o çığlığı bütün ömrümce işiteceğim.
Garip kuşun yuvasını Allah yapar, hele sabır
Fakat hayat tecrübesi de başka şey mi idi sanki. Yaşamak, yavaş yavaş bütün başlangıçları kendisinde bulmak, onları yaşamak değil miydi!
_______
Garip şey diye düşündü.Gençlik hayattan o kadar müstakil, o kadar tek başına bir şey ki .. Fakat bunu anlamak için insanın biraz yaşlanması lazım
_____
Garip kuşun yuvasını Allah yapar, hele sabır!..
______
Niçin her zaman uyanık değiliz? Niçin canlı bir vücudu, bir tahta bir taş yapan o rüyasız uykular gibi, etrafımızdan habersiz yaşıyoruz.
Hatta öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler.
Demek ki şimdi bütün şehir bana benzedi O halde muhakkak gitmeliyim.
Hayat , ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir