İçeriğe geç

Bütün Hikayeleri Kitap Alıntıları – Ömer Seyfettin

Ömer Seyfettin kitaplarından Bütün Hikayeleri kitap alıntıları sizlerle…

Bütün Hikayeleri Kitap Alıntıları

“Bu da geçer yahu ”
Ne vakit ki insan edebiyattan nefret hissetmeğe, kafiyeler, mısralar nazarında boş, vahi, muacciz görünmeğe başlar, ihtiyarlığın soğuk ve kemikten iskelet elleri onun kalbine uzanmış demektir.
Çünkü param yok Ve anlıyorum ki beni meyus eden, hasta eden, öldüren hep budur.
Bir yere gidemiyorum, ne tiyatroya, ne bir kahveye, ne hiçbir yere Çünkü param yok Ah bu hastalık, bu miskinlik!
Oh ne çirkin şeyler Bu hayat ne kadar sefil, bu cemiyet-i beşeriye, bu insanlar, bilhassa bu kadınlar ne kadar adi, ne kadar ruhsuz?..
Her yazı yazan gibi ben de yazdıklarımı birisine okumak ve dinletmek ihtiyacına mağlubum.
O iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de gayr-i ihtiyari onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nuşin ve nafiz tebessümüyle gülerek Yavrum demişti, Sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin .

Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak, İşte böyle diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hakim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.

Doğrular kadar yanlışlar da kıymettardır, çünkü tecrübedir. Doğrunun kıymeti yanlışa kaimdir, miyarı odur.
Yanlış olması muhtemel tecrübelere, doğru olmaları muhtemel olanlara nispet ve yekdiğerleriyle mukayese olunur, hakikat tezahür eder!
O vakit bir riyaziye muallimimiz vardı. Ders esnasında münasebet getirdikçe cimnastiğe girişir, o kadar tecavüz ederdi ki bütün sınıftakilerin nazarları bila-ihtiyar bana dönerdi.

Efendiler; sakın cimnastik yapmayınız, zekanızı kaybedersiniz. Pehlivanları görüyorsunuz ya Hepsi aptal ve ahmaktır. Sınıfınızın birincisine, ikincisine, üçüncüsüne ve en zekilerine nazar-ı dikkatinizi celp ederim, bakınız bunların bünyeleri ne kadar kuvvetsiz, fakat fikirce, zekaca hepinize galiptirler.

Sevgili doktor önüne gelene yalnız mühim dakikalarda ve bir de fotoğraf çıkarırken taktığı tek gözlüğünün arkasından gülümseyerek “Monşer, biz bir çölde yaşıyoruz” derdi, “kimse kimseyi anlamıyor.” ~ Küçük Hikaye [Tatlısu Frenkleri/Ashab-ı Kehfimiz’den]
Şimdiye kadar niçin uğraştım! Gülümsedim, İlim ve her şeyi bilmek için! diyerek sürekli karanlık ve cehalete koşmuştum. En sonunda sade ve ahmak bir köylü gibi geçmişin tatminkârlığıyla ister istemez zebun olduğunu itiraf eden Darwin’den ne öğrendim? Hiç, hiç, hiç!
İtiraf etmeliyim ki, herkes gibi ben de bir cahilim! Herkesten çok cahilim, çünkü onların genetik ve nesilden nesile aktarılan düşünceleri ve inançları var. Halbuki benimkiler tamamıyla iflas etti. Yıkıldı
Şimdi şu birahane penceresinden seyrettiğim sokak panoraması, şu gelip geçen servet ve bolluk hülyaları içinde bulunan gözlerime elleri daha beyaz ve tombul, kalçaları daha geniş ve uyumlu, boyları daha narin ve uzun, dudakları daha kırmızı, yüzleri daha masum görünen kadınlara karşı duyduğum tabii arzuyu da beynimden def edersem, tamamıyla rahat kalacaktım. En güzel kadının bence ne önemi olabilirdi. Mademki aşırı çalışmaktan ve koşuşmaktan hastalanmış başım, en sıkı bir âşıkâne okşayış, ihtiraslı bir öpücükten sonra çatlayacak derecede ağrıyor ve bir hafta boş ve acı içinde kalıyordu! Servetin de gereği yoktu. Mademki sürekli zevk ve haz alma ve kabul olunan cinsi temas hayvanlığına katlanamıyordum; parayı ne yapacaktım? O bana, asla yürüyemeyeceğim yeni ve cinsi ihtiras yolları açacaktı. 
Duygularım ile efkarımın birbiriyle uyum sağladığını düşünüyordum. Artık ne mutlu ve ne de üzgün idim.
Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez.
Doğrular kadar yanlışlar da kıymettardır, çünkü tecrübedir.
Tecrübeyi hiçbir felsefe tahkir etmez.
Kahvemi içerken düşündüm, hiç çekirdeksiz erik olur mu?
İşte, ben derdim, bir hayalperver
“Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir.”
Bilmiyorlar da sevmediklerini
Ediyorlar büyük büyük yemini,
Buna gösterme, sen de nefretini,
Ne şifalar veren yalanlar var!
“O hâlde benden tamamıyla emin olabilirsiniz, diyorum. Bir kadına itisaf etmek kadar hissime, meylime yabancı bir şey yoktur. Bilakis müphem bir iştiyak ile isterim ki bir kadın bana zulmetsin, beni dövsün, beni tahkir etsin, beni mustarip etsin, ben ağlayayım, onun ayaklarına kapanayım. O benim başıma vursun. Potinlerini öperken dudaklarımı kanatsın. Beni kovsun, ben yalvarayım. Yine kovsun. Ben yerlerde sürüneyim. O yine itisafında devam etsin.”

Alıntı Şuradan
Ömer Seyfettin (Bütün Hikayeleri)
Ömer Seyfettin
Bu malzeme telif hakkı ile korunuyor olabilir.

– Hangi mektepten mezunsunuz?
– Mektebi tabiattan!
– Ne demek?
– Yani kendi mektebimden! Rousseau gibi
Türk milliyetperverliğinin muhtelif cereyanları karşısında din var, millet yok şiarlı bayrakların sallandığını görmüştü. Fakat onun için şiar din de yok, millet de yok tu.
Ne vakitten beri bir kürek mahkûmu gibi odasında kapalı yaşıyordu. Sokağa çıkınca, halkı, gelenleri, geçenleri o kadar şen, o kadar şâtır gördü ki, Ne tuhaf! Bütün dünya mes’ut! dedi.
Mâlum ya, Türkler, hükümlerinde çok nâziktirler! Biz körsek, işte siz de dilsizsiniz.
Olmadı mı, sabır, kanaat. Oldu mu idare, ihtiyat.
Vâkıa şimdi bulunduğum muhit biraz âdi. Fakat kat’iyen ukalâ değil Herkesin emeli, felsefesi arzusu bir: Para kazanmak! Mücerredât yok! Hayal yok!
Sermayesiz para kazanmak! İşte bu, dünyada aklımın en ermediği şey.
Yarının dehşetini hatırlamak, zihnimi altüst ediyor. Şaşırıyorum.
– Heydi bre oğlan! Eğleniyor musun? Türk’te ne sosyalist olur ne nasyonalist
– Fakat niçin olmasın, dedim, işte ben bir nasyonalistim.
– Türk değil misin?
– Evet.
– Öyle ise bir şey olamazsın, be oğlum.
– Niçin olmayayım?
– Çünkü Türk’sün, be oğlum.
İnsanın hayvandan farkı ne? Mukaddes, âli, yüksek bir fikre sahip olması değil mi? İşte anladım, ben de şimdiye kadar böyle insanî bir fikir yokmuş. Her şeyi uzviyetimle tadarak, şehvetimin hayaliyle sezerek, hayvanî temayüllerimle arzu ederek yaşamışım.
Yazı yazıp vakit geçirmeyi düşünüyorum. Lâkin ne yazayım? Dimağım boş. Yalnız işitiyor, yalnız görüyorum.
Birbirine benzeyen, vakasız, boş günler kadar insanı bitiren bir azap olamaz.
Istırabın, teessüfün faydasız olduğunu, muhite uymak lâzım geldiğini, gülüp eğlenmeyi, çok düşünmemeyi, hiçbir şeye ehemmiyet vermemeyi tavsiye ediyordu.
Acaba hayale benzeyen bir hakikat yok mudur? Olsaydı, mutlaka saadet de olacaktı. Dün, bunu uzun uzadıya düşündüm. Arkadaşlarımın hepsi memnun Yalnız ben meyûs! Neden? Bu sefaletten, bu perişanlıktan!
Ben, hayalimdeki hayatı istiyorum. Fakat hakikat, hayalin o kadar zıddı ki
Aralarındaki fark, ölüm kadar karanlık, ölüm kadar derin.
– Zenginlik bu! Şarap değil, yavrum! Eskisi de bir, yenisi de.
Riyaziyede olduğu gibi, hayatta da bazı müteârifeler vardır. Doğruluklarına hiç şüphe yokken, yine kimse iltifat etmez. Mesela, herkes, kendi işini kendi kendine görürse, kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz.
İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın, paraca ne kadar talihi olsa, yine istikbali kapkaraydı.
Her şeyin bir usulü, kaidesi vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri muhakkaktı.
Allah’ım, kulaklara da, niçin birer kapak yapmadın?
Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için, baharı yaratmış olacaktı.
Genç kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini, âsi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbî ihtilâli, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu.
Hakikaten, seksen sene evvel, kadınların mesut olmaları lâzım geliyordu. Kendileri, yeni nesil, okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça, iptidai kadınlıklarından, dişiliklerinden uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilâl tutuşuyor, eski kadınlığın zevke saadete vesile addettiği dişilik kayıtları, kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususî bir mâbet kadar sessiz, meçhul duran evlerine bir hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri, ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telâkki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar?
Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi imkân haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit
Busenin şekl-i iptidaisi ne idi? Biliyor musunuz? Şüphe­siz, hayır Değil mi! Isırmak, ısırmaktı. Bizim pek eski asır­larda yaşayan babalarımız müthiş sadiklerdi. Dişisini gagasıyla öldüren sülünler gibi annelerimizi ısırıyorlardı. Zaman, geçen asırlar onların marazını tedavi etti, meyillerini yumuşattı. Bu ısırma tahaffüf etti. Yavaş yavaş nihayet buse oldu.
O halde işte hastalığınızın bir sebebi daha.Ne milliyetperverim diyorsunuz, ne de kozmopolit! Yani araftasınız. Halbuki araf insanlara mahsus değildir. Hayvanlar orada istirahat eder. Ama insan için ya cennet lazımdır, ya cehennem
Namussuzların genç yaşta öldüğü nerede görülmüş
Ergenekondan kurtuluş hatırası eski Türklerde demir ayinine esas ve sebep olmuştur. Ve bu milli ayinin serpintileri bugüne kadar bizim aramızda kalmış, hatta İstanbul’da hâlâ devam etmekte bulunmuştur. Nazar değenlere günlük yakmak, hastalara kurşun dökmek, hastalara ve çocuklara demir parçaları takmak şüphesiz İslamlıktan gelen şeyler değildir. Bunu bütün ulemâ tasdik eder.
Küçükse, sen zihninde büyüt. İki kat hayal, bir hakikat yerini tut
Unutulmamak Bu nasıl olurdu? Babası söylemiyor muydu: Gayet büyük bir şey yapmakla Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık, dehşetli bri cesaret göstermekle İşte büyük Türklük için, o, ehemmiyetsiz, kıymetsiz ferdi hayatını feda edecekti. Bu kıymetsiz, muvakkat hayatı saklasa ne olacaktı? Hakaretler, tokatlar, küfürler, lanetler içinde ihtiyarlayacak, nihayet bir gün hasta ve kuvvetsiz yatağında bir bunak ve iğrenç kocakarı gibi gebermeyecek miydi?
Mektepte edebiyat hocasının ezberlettiği bir şiiri hatırlıyor ve etrafındaki hep şapkalı, kılınçlı, üniformalı, düşman kalabalığına yan gözle bakarak: Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi diye mırıldanıyordu.
Bunlar elçi maiyeti İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın haşalarına, sırma eğerlerine aldanma Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama, ellerinden bir şey gelmez.
Bunlar Türk değil mi?
Türk Ne olacak?
Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser.
İlkbaharlar, sonbaharlar, yazlar, kışlar tabiatın birer efsanesiydi. Hükümet, kanun, aile, din, ahlâk hâsılı her şey, nazarında, manası olmayan birtakım uydurma lâtifelerdi. Vücut bir rüya idi. Hayat bir seraptı. Ancak nadanlar bu rüya ile seraba aldanırlar, beyhude yere üzülürlerdi. Hakikat “bir”di. O da “aşk” idi.
Rütbe, haysiyeti düşürtür
( ) Nadanla sohbet etmek âkile cehennem ateşinden beterdir!..
“Hayır benimle gel; mutlaka gel. Yarım saat benimle gez. Görüyorum ki sen, zavallı genç, büyük bir galeyan içindesin. Yükselmezsen uçurumlara yuvarlanırsın. Asıl hayatın saadetini, asıl hakikî lezzetleri duyamazsın. Gel. Benimle gel ”
“Sarhoş musun?”
“Hayır.”
“Deli misin?”
“Hayır.”
“Öyle ise niçin fenere vurdun?”
“ ”
“Bastonunu niçin kırdın?”
Kekeledim: “Hiç ”
“Hiç mi? Ne demek? Sarhoş değilsin, aklın başında! İnsan düşünendir. İnsan yaptığını bilendir.”
Hâlbuki o “muhabbet” ile “husumet”i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi ve gayet zekiydi. Hem “muhabbet” ile “husumet”in arasında ne fark vardı? Hemen hiç Beyaz ile siyahın, tek ile çiftin, ateş ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz bir başkalık Bu başkalığa âdeta “müsavat” denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu; yoksa muhabbetin husumetten, beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin sudan hiç farkı yoktu Ve başını sallayarak “Bütün yollar Roma’ya gider ” dedi.
Bütün insanlar bizim kadar okusalar, temeddün etselerdi dünya cennet gibi olmayacak mıydı? Muharebeler, ayrılıklar gayrılıklar ne idi? Hepimiz ölecektik. Bu fâni ve kısa hayatta zevkten daha manalı ve mantıklı ne vardı?
“Mademki ölüm var, o halde sıhhatin ne kıymeti olabilir?”
“ya aşka inansaydım ”
“Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez”
İç bâde, güzel sev, var ise akl ü şuûrun
Dünyâ var imiş, yâ ki yok imiş ne umûrun
(Ziya paşa)
Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter,
Ey şark! Uyan yeter, yeter ey Şark! Uyan yeter
Siz Avrupa’yı gözünüzde büyüterek, kendi güzelliklerinizi görmüyorsunuz Azizim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir