İçeriğe geç

Bunlar da mı İnsan Kitap Alıntıları – Primo Levi

Primo Levi kitaplarından Bunlar da mı İnsan kitap alıntıları sizlerle…

Bunlar da mı İnsan Kitap Alıntıları

ben şuna inandım ki, anlamsız insan yaşantısı yoktur ve her yaşantı incelenmeye değer.
bugün güzel bir gün. Yeniden göz ışığına kavuşmuş körler gibi çevremize, birbirimize bakıyoruz. Birbirimizi güneşte hiç görmemişiz henüz. Birkaçımız gülümsüyor. Şu açlık da olmazsa.
şu durgun zamanın ötesinde başka bir dünya, başka bir zaman olabileceğine inanamıyoruz.
hayatta kalacağımıza inanmak için deli olmak gerek.
bir insan nasıl dövülebilir hiç öfkelenmeden?
bütün gün sırtında yalnızca bir gömlek, bir don, keten bir ceket, bir pantolonla karda, rüzgarda yorgun düşmenin, zafiyet, açlık ve yaklaşmakta olan sonun bilinci içinde bocalamanın ne demek oldu­ğunu anlatabilmek için yeni bir dil gerek.
yaşamanın anlamı için duyulan inanç, insanın etindeki tüm sinirlere kök salmıştır, insanın doğasının bir parçasıdır.
belki son kez gördüğüm gökyüzüne çeviririm gözlerimi, göğü seyrederim; yaşadığımdan emin olmak ister, şu kısa ânın lüksünü tadarım kendimce..
onların insanlığı gömülmüştü ya da bunu kendileri, uğradıkları insafsızlığın etkisiyle gömmüşlerdi.
Tam bir mutluluğu gerçekleştirmenin imkan dışı ol­duğunu er geç herkes öğrenir yaşadığı süre içinde; ne var ki madalyonun ters tarafını düşünen az insan vardır: Tam bir mutsuzluğun da aynı kapıya dayandığını.
Yağmurda halsiz kalıp rüzgârda titriyorum.
Kamp yasası: ”Ekmeğini kendin ye ” diyordu, ”yiyebilirsen yanındakinin ekmeğini de ye.. ”
Bir ülkenin uygarlığı, yasalarının geniş görüşlülüğüne ve etki yeteneğine bağlı; bu yasalar yoksulları çok yoksul olmaktan güçlüleri çok güçlü olmakta uzak tuttuğu oranda o ülke uygarlaşıyor.
Bizler herkesin emredebildiği tutsaklar tutsağıyız; adımız, kolumuzdaki dövme ile göğüsümüze dikilmiş numaradır.
“Düşünmek zararlı da üstelik; çünkü gittikçe artan duyarlık, acıların kaynağı aslında”
ya da yağmur yağıyor,rüzgar da esiyor,her zaman ki açlığı iliklerinde duyup düşünüyorsun:Çok zorlanırsan acı ve bıkkınlık duygusundan başka bir şey kalmazsa tümüyle dipte yatıp kaldığının inancı içindeysen gerçekten ,o zaman-hepimiz düşünüyoruz bunu -elektrik telini tutar ya da dekovil vagonlarından birinin altına atarsın kendini,o zaman yağmur yağmaz artık.
Otoriter bir devlette,gerçeği değiştirmek,geriye bakarak tarihi yeniden yazmak,haberleri çarpıtmak ,gerçek olanları bastırıp yalan haberler eklemek meşru görülür.Bilginin yerini propaganda alır.Gerçekten de ,böyle bir ülkede hakları olan bir yurttaş değil,bir kulsundur ve bir kul olarak devlete (ve kişiliğinde devleti somutlaştıran diktatöre)fanatik bir bağımlılık ve körü körüne bir itaatle yükümlüsündür.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Şu halde, aklın araçlarından farklı araçlarla ya da karizmatik liderlerle bizi ikna etmeye çalışanlara güvenmememiz gerekir. Kendi yargımız ve kendi irademiz konusunda başkalarına yetki verirken ihtiyatlı olmalıyız. Gerçek peygamberleri, sahte peygamberlerden ayırdetmek güç olduğundan tüm peygamberlere kuşkuyla yaklaşmak daha iyidir; yalınlıkları ve görkemleri nedeniyle bizi coştursalar da, karşılıksız elde edildikleri için rahat bulsak da, en iyisi vahy edilmiş gerçeklerden vazgeçmektir. Daha alçakgönüllü ya da daha az heyecan verici başka gerçeklerle, güçlükle, azar azar ve kestirme yollar olmaksızın, çalışmayla, tartışma ve akıl yürütmeyle elde edilen ve doğrulanıp kanıtlanabilen gerçeklerle yetinmek daha iyi olur.”
“Almanların büyük bir bölümü, daha sonra kamplarda olanların en acımasız ayrıntılarını hiçbir zaman bilmedi: milyonlarca insanın yöntemsel ve sınai olanaklardan yararlanarak öldürülmesi, zehirli gaz odaları, ölü yakma fırınları, cesetlerin alçakça kullanılması Tüm bunların bilinmemesi gerekiyordu, gerçekten de savaşın sonuna kadar çok az kimsenin bunlardan haberi oldu. Gizi korumak için, öteki önlemlerin yanı sıra, resmî dilde tedbirli ve sinsi örtmeceler kullanılıyordu: “Öldürülme” denilmiyor, “kesin çözüm” deniliyordu, “sürgün” denilmiyor, “aktarım” deniliyordu, “gazla öldürme” denilmiyor, “özel muamele” deniliyordu vs. vs. Nedensiz olmayarak Hitler, yayılması durumunda bu korkunç haberlerin ülkenin ona yönelttiği kör inancı ve savaşan birliklerin moralini sarsacağından korkuyordu; ayrıca, müttefikler bunları öğrenecek ve propaganda malzemesi olarak kullanacaktı. Gerçi böyle bir şey oldu ama müttefik radyolarının birçok kez betimlediği kampların korkunç gerçeklerine, tam da çok büyük boyutları nedeniyle, insanlar genel olarak inanmadı.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Öldüren, insandır; haksızlık eden, insan Tüm dayanakları yok olan, yatağını bir cesetle paylaşan insan, insan değildir. Dörtte bir tayınını almak için, komşusunun son nefesini bekleyen insan, suçsuz da olsa, bir pigmeden, en zalim sadistten bile daha uzağına düşmüştür, düşünen insan modelinin.”
İnsanın insana karşı insanlık dışı durumuna sürekli hayret ediyorum..
konuşsak dinlemeye­cekler bizi artık, dinleseler de anlayamayacaklar ne dedi­ğimizi..
“Düşünmek zararlı da üstelik; çünkü gittikçe artan duyarlık, acıların kaynağı aslında”
Susmayı, başkasının susmasına saygı göstermeyi de çok az insan bilir.
“Bugünkü düşünceme göre hiç kimse, salt Auschwitz gerçeği yaşandığı için bile, günümüzde Tanrı inayetinden söz etmemelidir”
“Onlar, o adsızlar, o durmadan yenilenen ve daima aynı kalan güruh, susarak yürüyen, emdikleri süt burunlarından gelinceye dek çalışanlar, insana benzemez insanlardır; içlerindeki tanrısal kıvılcım sönmüştür ve acı çekemeyecek kadar oyulmuştur içleri. Yaşayan varlıklar demeye dili varmaz insanın onları görünce, hiç korkuya kapılmadıkları ölümlerine ölüm diyemez insan, çünkü ölümün ne olduğunu kavrayamayacak kadar yorgundurlar.”
Tam bir mutluluğu gerçekleştirmenin imkan dışı olduğunu er geç herkes öğrenir yaşadığı süre içinde; ne var ki madalyonun ters tarafını düşünen az insan vardır: Tam bir mutsuzluğunda aynı kapıya dayandığını. Her iki ucun gerçekleşmesine karşı koyan anlar, aynı hamurdandır; bizim insan olmamızla ilgilidir ikisi de. Böylece bu gerçekleşme işlemine direnen şey, bizim gelecek için beslediğimiz ve kimine yarın için umut, kimine umutsuzluk veren o hep yersiz kalan sezgimizdir. Her sevince ama aynı zamanda da her acıya bir sınır koyan ölüm kesinliğidir bu direnen şey.
“Yalnız analar, bütün gece yol hazırlığı için seve seve didindiler, çocukları yıkadılar, yol eşyasını hazırladılar; doğan gün, rüzgârda kuruyacak çamaşırları dikenli tellere asılmış buldu. Kundak bezleri, oyuncaklar, yastıklar, çocuklar için gerekli yüzlerce ufak tefek eşya bile unutulmamıştı. Siz de aynı şeyi yapmaz mıydınız? Sizinle birlikte çocuğunuzu yarın öldürecek olsalar, ona yiyecek bir şey vermeyi bugünden keser miydiniz?”
“Yoklamada bulunmayan her kişiye karşı on kişi kurşuna dizilecekti.”
Siz ki güven içindesiniz
Sıcak evlerinizde,
Siz ki akşam eve döndüğünüzde
Sıcak yemek ve dost çehreler buluyorsunuz:
Düşünün bir, bir insan mıdır
Çamurda çalışan
Huzur bilmeyen
Yarım ekmek için mücadele veren
Bir evet ya da bir hayırla ölen kişi.
Düşünün bir, bir kadın mıdır,
Saçları, adı olmayan
Artık anımsama gücü olmayan
Gözleri boş ve bağrı soğuk
Kışın bir kurbağa gibi.
Bunların olduğunu düşünün:
Sizlere yöneltiyorum bu sözleri.
Onları yüreğinize kazıyın
Evinizdeyken, yolda yürürken,
Yatarken, kalkarken;
Çocuklarınıza yineleyin bu sözleri.
Yoksa, eviniz yıkılsın,
Hastalık dert olsun başınıza,
Çocuklarınız yüz çevirsin sizden.
Deli saçması bir oyunun seyircileri gibiyiz. Kutsal Ruh’un, Şeytan’ın hep birden sahneye çıktığı bir oyun.
Burada anlatılan kişiler insan değildi. Onların insanlığı gömülmüştü ya da bunu kendileri, uğradıkları insafsızlığın etkisiyle gömmüşlerdi.
Çok eski bir alevin en büyük parıltısı
Başlamıştı sarsılmaya hışırdayarak,
Sanki rüzgar benliğini onda yaşatıyordu;
Sonra alev en ucunu sağa, sola salladı,
Konuşmaya hazırlanan dil gibi,
Ve yükselen bir ses dedi: Ol zaman ki
Yitiklerin nasıl öyküsü yok, mahvolup gitmenin nasıl tek bir geniş yolu varsa, kurtulmanın da sürüyle eziyetli ve umulmaz yolları var.
Şu anda belleğime doluyorlar yüzlerini görmesem de; yaşadığımız çağı, tüm acılarıyla tek bir resimde canlandıracak olsam bu tanıdığım tabloyu ele alırdım: Başı eğilmiş, omuzları çökmüş kederli bir adam, gözlerinde, yüzünde düşüncenin izi bile yok.
Tarihte olsun, bugünkü yaşamda olsun, vahşi bir yasa var tanınması gereken: Varlıklıya verilir, yoksuldan alınır.
Tel örgülerin bu tarafındaki dünyamızda ahlak diye bir şey var olabilir miydi, bir ölçüp biçmeli.
Vay haline hayal kuranın. Ayılıp da kendine geldiğin an, içine bir acıdır çöküyor. Ama bu başımıza sık gelen bir şey değil, hayallerimiz de uzun sürmüyor aslında. Yorgun birer hayvandan başka bir şey değiliz.
Deli saçması bir oyunun seyircileri gibiyiz. Kutsal Ruh’un, Şeytan’ın hep birden sahneye çıktığı bir oyun.
Sonra kamyon durdu, üzerindeki çiğ ışıklı bir yazıyla büyük bir kapı göründü ( o yazı, bugün bile düşlerimde beni sıkıntıya boğar): ARBEIT MACHT FREI (Çalışmak özgürlük getirir).
Gözüpek ölüme atılmayı çok az insan göze alabilir ve bu insanlar çoğu zaman hiç beklemediklerimiz arasından çıkar.
Siz ki güven içindesiniz
Sıcak evlerinizde,
Siz ki akşam eve döndüğünüzde
Sıcak yemek ve dost çehreler buluyorsunuz:
Düşünün bir, bir insan mıdır
Çamurda çalışan
Huzur bilmeyen
Yarım ekmek için mücadele veren
Bir evet ya da bir hayırla ölen kişi.
Düşünün bir, bir kadın mıdır,
Saçları, adı olmayan
Artık anımsama gücü olmayan
Gözleri boş ve bağrı soğuk
Kışın bir kurbağa gibi.
Bunların olduğunu düşünün:
Sizlere yöneltiyorum bu sözleri.
Onları yüreğinize kazıyın
Evinizdeyken, yolda yürürken,
Yatarken, kalkarken;
Çocuklarınıza yineleyin bu sözleri.
Yoksa, eviniz yıkılsın,
Hastalık dert olsun başınıza,
Çocuklarınız yüz çevirsin sizden.
Bize ait bir şey kalmadı artık üzerimizde: Giysilerimizi, ayakkabılarımızı, saçlarımızı bile aldılar; konuşsak dinlemeyecekler bizi artık, dinleseler de anlamayacaklar ne dediğimizi. Adlarımızı da alacaklar; adlarımızı korumak istiyorsak bunu yapabilecek güç ve kudreti kendi içimizde bulmalıyız.
Bu yıl çabuk geçti. Geçen yıl bu zamanlar özgür bir insandım: Yasadışı sayılıyordum ama yine de özgürdüm; bir adım, bir ailem vardı, tutkulu, hareketli bir ruhum, sağlam, sağlıklı bir bedenim vardı. Sürüyle şey düşünüyordum çok uzakta da olsa: İşimi, savaşın sonunu, iyi ile kötüyü, eşyanın niteliğini, insanın davranışını düzenleyen yasaları; dağları da düşünüyordum, şarkı söylemeyi, aşkı, müziği, şiiri Kaderin iyi niyetli olduğu konusunda müthiş kesin, delice bir güven vardı içimde; öldürmek, ölmek yabancı, edebi kavramlar gibiydi. Günlerim kederli, neşeli de geçse değerliydi benim için, yaşanan olumlu günlerdi; gelecek günler büyük bir zenginlik gibiydi önümde. O günlerden elimde kalan, bugün ancak açlık ve soğukla baş etmeye yetiyor; kendimi öldürebilecek kadar canlı değilim.
Yaşadığımız çağı, tüm acılarıyla tek bir resimde canlandıracak olsam bu tanıdığım tabloyu ele alırdım: Başı eğilmiş, omuzları çökmüş kederli bir adam, gözlerinde, yüzünde düşüncenin izi bile yok.
Vedalaşmamız çok kısa sürdü; herkes bir ötekinden ayrılırken yaşamaktan ayrılıyor gibiydi.
Tarihte olsun, bugün ki yaşamda olsun, vahşi bir yasa var tanınması gereken; Varlıklıya verilir, yoksuldan alınır.
İnsanın insana karşı insanlık dışı durumuna sürekli hayret ediyorum.
İnsanın kendi geleceğine güveni de kalmıyor.
Neden hemen her gün, her gece tekrar tekrar aynı acıyla doluyor düşlerimiz?
İnsanlardan en fazla ilgi beklediği anda,çevrilmiş sırtlar görüyor.
En umutsuz anlarda bile insanın kendine sığınacak bir köşe,çevresine ince de olsa bir savunma duvarı örmek yeteneği şaşılacak kadar büyük.
Benim değiştirebileceğim bir şey var mı ki?
Tarihte olsun, bugünkü yaşamda olsun, vahşi bir yasa var tanınması gereken: Varlıklıya verilir, yoksuldan alınır. İnsanın tek başına kaldığı, yaşam kavgasının ma-
ğara devri koşullarına göre yürüdüğü kampta bu haksız yasa, tüm açıklığıyla görülür ve herkesin uyduğu bir yasadır.
Bir ülkenin uygarlığı, yasalarının geniş görüşlülüğüne ve etki yeteneğine bağlı; bu yasalar yoksulları çok yoksul olmak-
tan, güçlüleri ise çok güçlü olmaktan uzak tuttuğu oranda, o ülke uygarlaşıyor.
Güçlükler baş gösterince geçmiş ve geleceği tümüyle unutmak kolaylaşıyor.
Nesi var nesi yok her şeyini yitiren bir insan,kendi kendisini de çok kolay yitik hisseder.
Yoklamada bulunmayan her kişiye karşı on kişi kurşuna dizilecekti.
Ne var ki, insan doğası bu işte; aynı anda yüklenmiş olduğumuz acılarla eziyet, bir bütün haline girmeyip birbirinin ardına saklanıyor, küçüğü büyüğünün ardına, yasa
bu.
Otoriter bir devlette, gerçeği değiştirmek, geriye bakarak tarihi yeniden yazmak, haberleri çarpıtmak, gerçek olanları bastırıp yalan haberler eklemek meşru görülür
Düşünmek zararlı da üstelik; çünkü gittikçe artan duyarlık, acıların kaynağı aslında, hem acılar da bir ölçüyü aştı mı, sonu kötüye gidiyor
O günlerden elimde kalan, bugün ancak açlık ve soğukla baş etmeye yetiyor; kendimi öldürebilecek kadar canlı değilim
Yoksunlukla maddi bakımdan çekilen eziyet, birçok alışkanlıkla birlikte sürüyle sosyal eğilimi de körlüyor.
Bu neden böyle? Neden hemen her gün, gece tekrar tekrar aynı acıyla doluyor düşlerimiz?
Hayallerimiz de uzun sürmüyor aslında. Yorgun birer hayvandan başka bir şey değiliz.
Otoriter bir devlette, gerçeği değiştirmek, geriye bakarak tarihi yeniden yazmak, haberler i çarpıtmak, gerçek olanları bastırıp yalan haberler eklemek meşru görülür. Bilginin yerini propaganda alır. Gerçekten de, böyle bir ülkede hakları olan bir yurttaş değil, bir kul­ sundur ve bir kul olarak devlete ( ve kişiliğinde devleti somutlaştıran diktatöre) fa natik bir bağımlılık ve körü körüne bir itaatle yükümlüsündür.
yaşamdaki başarısızlık daha az akla yakın.
Öbür taraftan yasalar ve ahlak bilinci diyebileceğimiz iç yasa aracılığıyla bir denge oluşturuyor; gerçekten de, bir ülkenin uygarlığı, yasalarının geniş görüşlülüğüne ve etki yeteneğine bağlı; bu yasalar yoksulları çok yoksul olmak­ tan, güçlüleri ise çok güçlü olmaktan uzak tuttuğu oran­ da, o ülke uygarlaşıyor.
Biz italyanlar her pazar akşamı kampın bir köşesinde buluşmayı kararlaştırmıştık; ama bundan vazgeçtik hemen; çünkü birbirimizi sayıp her seferinde birinin eksildiğini ya da gün geçtikçe sefilleşip bozulduğunu görmek üzücü oluyor.
Benim bulunduğum vagondaki kırk beş kişiden ancak dördü yuvalarına yeniden kavuşabildi; üstelik en şanslı vagon da bu bizimkiydi işte.
Tarihte olsun, bugünkü yaşamda olsun, vahşi bir yasa var tanınması gereken: Varlıklıya verilir, yoksuldan alınır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir