İçeriğe geç

Buhranlarımız Kitap Alıntıları – Said Halim Paşa

Said Halim Paşa kitaplarından Buhranlarımız kitap alıntıları sizlerle…

Buhranlarımız Kitap Alıntıları

-Netice olarak insan, dininde irfan gibi, düşüncesinin nüfuz edemeyeceği birtakım hakikatlere dayandığını anlayacaktır.
Her yerde farklı sınıflar arasında hüküm süren rekabetler, İslam cemiyetinde sınıflar arasında değil aksine her sınıfın kendi içinde cereyan eder. Yüksek tabakalar demokrasiye, halk tabakaları ise aristokrasiye yaklaşmak için birbiriyle rekabet ederler.
-Acaba kader bizi daima bir aşırılıktan ötekine düşmeye mi mahkûm edecek?
Hayal içinde yaşıyoruz.
-Herkes her şeyi biliyor. Fakat hiç kimse bir şey yapmaya muvaffak olamıyor.
-Batı için Her yol Roma’ya gider se, İslam dünyası için de Her yol Mekke’ye gider .
-Cehaletin en uğursuzu : Kendini bilmemek
-Kendi memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkar eden veya hakir gören milliyetini kaybeder.
-Bugünkü geriliğimiz, varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu bilmeyişimizin neticesidir.
-Peygamberimiz bize Müslümanların başına gelebilecek felaketlerin en kötüsünün, ‘cehâlet’ olduğunu haber vermişti.
-Fikrimizce bütün bu fenalıkları doğuran: Batı medeniyetini anlamadan taklit edişimizdir.
Dinsizlik denilen şey, Lâtin fikrinin düştüğü bir sapkınlık halinden ibaret olup, zannedildiği gibi, bir fikri üstünlük alâmeti değildir.
-Bizi hiç bir şey memnun etmiyor. Her şeyde ümitlerimizi kıracak bir noksan buluyoruz.
-Biz, en mükemmel ve en muktedir unsurlarımızdan istifade edemiyoruz.
-Bunca gayretlerimizin, daima neticesiz kalması şunu gösteriyor; memleketi yenilik ve ıslahat yoluna sokmak için yarım asırdan beri kabul ve tatbik etmekte olduğumuz metot yanlıştır.
Mesela; Adalet sistemimizi ıslah etmek için Fransa adalet sistemini esas aldık. Halbuki Fransız cemiyeti, bizimkine asla benzemeyen aslı ve manşei, ruh hali, adet ve gelenekleri bizden pek farklı olan, ihtiyaçları ise çok ve çeşitli olan bir toplumdu.
Bir ferdin veya bir cemiyetin düzelmesi, mânen ve fikren yücelmesi, ancak kendi gayretleri sayesinde müyesser olur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ne yazık, şurası unutuluyor ki, bir idare yalnız bir adamın veya bir partinin değil bütün bir neslin eseridir.
Eğer İngiliz, Fransız yahut Alman terbiye metodları iyi iseler, maksatları, iyi İngiliz, iyi Fransız, iyi Alman yetiştirmek olduğu ve bunda muvaffak oldukları için iyidirler. Bu sebeple, bir milletin terbiye metodunun diğer bir millete de uygun gelmesine ihtimal yoktur. Batılı milletlerin kabul ettikleri eğitim metodlarını inceleyince, bu milletlerin her birinin, kendi fertlerini insanların en iyisi ve en mükemmel bir Hristiyan saydıklarını görüyoruz. Yani bu milletlerin kendi terbiye metodları ile varmak istedikleri maksat her şeyden önce «Millî»dir. İslâm anlayışına göre ise iyi bir Müslüman yetiştirmek demek, her bakımdan olgunlaşmış; yüksek biranlayışa, yüksek bir irfana ermiş; kendi saadetini başkatarının felâketinde veya kendi yükselişini başkalarının alçalmasında aramayan iyi bir Türk, iyi bir Arap, iyi bir İranlı veya iyi bir Hintli yetiştirmek demektir. O halde İslâm terbiyesinin takip ettiği maksat bulundukları her yerde, gerek mensup oldukları gerekse içinde yaşadıkları cemiyetlerde saadetin kıymetli unsurları, ilerlemenin gerçek âmilleri olacak insanlar meydana çıkarmaktır. İşte İslâmiyet’in, cihanşümûl ve insanî olan yüksek mâhiyetine bu da başkaca bir delildir. İslâm terbiyesi olgunlaşmayı, ferdin manevî ve ruhî kaabiliyetlerini tam bir serbestlik içinde geliştirip tatbik ettirmek suretiyle elde etmek ister. Irk ve milliyet üzerinde durmaz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Milletleri ikbâle de izmihlâle de götüren onlarındevamlı olarak gelişmeleridir. Bir milletin gelişmesi onun saadetini temin ettiği gibi felâketine de sebep olabilir. Milletlerimizin İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olan gelişme de kendisi için meş’um olmuştur. Bu inkâr edilemez. Ayrıca edindiğimiz yeni zihniyet de eskisinden pek aşağıdadır. Gerçi bu basitliğini «henüz tekâmül edecek vakit bulamadığına» yani «kâfi derecede İslâm’dan uzaklaşamadığına» verenler vardır. Lâkin yeni kabul ettiğimiz telâkkiler eskisinden üstün olsa idi, bu iddia müdafaa edilebilirdi, ama şimdi bundan mahrumdur. Bırakmakta olduğumuz İslâm ahlâkı ve yaşayışı, kabulüne çalıştığımız ahlâk ve yaşayışa her bakımdan ve itiraz kabul etmez şekilde üstündür. Bu hususta, Garplılaşma taraftarlarının iddiaları ciddiyetten uzaktır. Dolayısiyle gelecekteki saadetimiz adına, içinde bulunduğumuz hatalardankurtulmamız, yani İslâmî değerlere gücümüzün yettiği kadar sarılmamız icab eder. Zira o esaslardan üstün olmak bir yana, onların yerini tutmak bile düşünülemez. Milletlerin ilerlemesinde en mühim âmil, fikir adamları, bilgin ve aydın tabakalar ile umumî efkârı idare edenlerdir. Toplumu hayra ve hakikate giden yolda ilerletmek bunların vazifesidir. O halde İslâmî değerleri gözden düşürmeye ve unutturmaya çalışacaklarına, aksine iyice öğretmeye çalışmak ilk işleri olmalıdır. Bunların en birinci vazifeleri bütün bilgi ve zekâlarını, İslâm’a ait inanç, ahlâk ve cemiyet nizamlarını, hakiki mahiyeti ile, delillerle ve açık olarak kurmaya hasretmektir. Bu ise, o nizamları ilme yakışır bir tarafsızlıkla, akıl ve hikmet dairesinde izah ve mukayese edip, haklarında hükümler vermekle olur.Böylece ferde İslâmî esaslardan doğan ahlâkî, içtimâî ve siyâsî ne gibi vazifelerle mükellef olduğu anlatılmalıdır. Bizim siyâsî ve içtimâî haklarımız ve vazifelerimiz nelerden ibarettir? Bunu bilmek için, her şeyden önce şunu anlamalıyız ki: İslâm cemiyeti insanlar arasındaki hürriyet, adalet ve yardımlaşma gibi temel esaslar üzerine kurulmuştur. Bu sebeple ferdin içtimâî ve siyâsî bütün faaliyetlerini: «Bu hürriyet, adalet ve yardımlaşmadan doğan ve ahlâkî, ruhî, içtimâî ve siyâsî bütün olgunlukları ihtiva eden bir gâyeye mümkün olduğu kadar yaklaşmaya çalışmaktır» diye özetleyebiliriz. Şunu da bilmeliyiz ki fertler, kurdukları içtimaî hayata göre bir siyâsî idareyi kabule mecbur olurlar. İslâmî hak ve vazifeler halka öğretildiği zaman, herkes anlayacaktır ki: Kendisinin içtimâî vazifesi,sahip olduğu kabiliyetleri tam bir hürriyet içinde geliştirip tatbik ederek, ahlâk ve ruh seviyesini, beşikten mezara kadar daimî olarak yükseltip kendisini olgunlaştırmasıdır. Her fert öğrenecek ki: Kendi hürriyet ve saadetinin derecesi, yine kendi ahlâkî ve manevî kıymeti kadar olur. Hürriyet, «gelişme ve saadet» demektir. İnsan başkalarının hürriyet ve saadetine hürmet etmedikçe, hür ve mes’ud olamaz. O halde İslâmî yardımlaşma, gelişme ve saadetin mühim bir şartıdır; hem de doğrudan doğruya neticesi bulunduğu hürriyet kadar mühim bir şartıdır. Kendilerine emanet edilen genç ruhları sağlam bir ahlâk, yüksek bir gâye vererek yetiştirmek ve gelecek nesilleri teşkil etmek vazifesini üzerlerine alanlar, memleketlerine karşı yüklendikleri pek büyük mes’uliyetin derecesini hakkıyle takdir etmelidirler.
İslâm’ın, ferdi içtimâî ve siyâsî bir unsur olarak kabul etmesi, milliyeti istediğini ve kabul ettiğini gösterir. Zira millet, birbiri ile kaynaşabilen birtakım içtimâî ve siyâsî unsurların birleşmesidir. Bu unsurlar uzun müddet bir arada yaşamış, aynı lisanla konuşmuş, müşterek his ve fikirlere sahip olmuş, kendilerine mahsus bir san’at ve edebiyat meydana getirmişlerdir. Kısacası millet, öteki insan topluluklarından ayrılmalarına sebep olacak ahlâkî ve ruhî bir kültür meydana getirmiş fertler toplumudur.Şu halde, İslâm esaslarının milliyeti inkâr ettiğini veya zayıflattığını iddia etmeye imkân yoktur. İslâm’ın hücum ettiği, bugünkü ırkçılığın sapıklığı, hurâfeleri, taassubu ve bencilliğidir. Çünkü İslâmî gerçeklerin tek hedefi, insanların hakikati görmelerine mâni olan evham ve zan perdelerini ebediyen yırtmaktır. İnsanlık, İslâm esasları sâyesinde bir gün gelecek, en doğru ve faydalı milliyetçiliğin nasıl olacağını anlayacaktır. İslâmiyet’i, bütünü ile milliyetçiliğe muhalif görmek çok büyük bir hatadır.
Dünyadaki İslâm topluluklarının en mükemmel teşkilâtı, milletlere ayrılmış şekildir. Ayrıca İslâm gerçeklerinin en parlak bir tarzda meydana çıkması ve tatbik olunmasına müsait olan şekil de budur. Millet esası üzerine kurulan bir cemiyetin ilerlemesinin ferdinkine bağlı olduğu açık bir gerçektir. İslâm nizamı da evvelâ ferdin gelişmesine dikkat eder. Bu fert, Türk, Arap, İranlı yahut Hintli olsun Kendi millî dayanışmasına verdiği ehemmiyet kadar, İslâm milletleri arasındaki dayanışmaya da önem verirse, ancak o zaman iyi bir Türk, iyi bir Arap, iyi bir İranlı veya iyi bir Hintli olacaktır Kendisi de bilecektir ki, millî ve İslâmlararası yardımlaşmalarbirbirinin tamamlayıcısıdır.
Türklerin İslâm’dan uzaklaşmalarının sebebini sadece Batı medeniyetinin manevî tesirlerinde aramayalım. Bu büyük bir hata olur. Çünkü Hristiyan hükümetlerin bize karşı besledikleri derin ve tükenmez kin de aynı derecede tesirli olmuştur. Bu «yenileşme»lerin başladığı devirlerde devlet adamlarımız: Memlekete Batı taklidi müesseseleri ve onlarla beraber Avrupalı telâkki ve esasları getirirsek, Avrupa hükümetlerinin sevgilerini kazanmaya, eski düşmanlıklarını hafifletmeye ve bencilliklerini yumuşatmaya muvaffak olacağız sandılar. Bu zanna düştükten sonra da, memleketi İslâm’dan uzaklaştırmak mecburiyetinde olduklarına inandılar. Yukarıda yazdıklarımızla, Türkiye’nin nasıl olup da kendisini mâzisine bağlayan rabıtalardan büyük kısmını koparmış ve nasıl olup da saadetini temin edecek olan gâyeden bu kadar uzaklara düşmüş olduğunu, kısaca anlatmış bulunuyoruz. Görülüyor ki, birincisinde Şarklı milletlerin tesiri ile İslâm’dan uzaklaşmıştık, ikincisinde ise Garplı milletlerin tesiri ile uzaklaşmış olduk. Fakat bu ikincisine bir an evvel son verilmezse bizim için çok tehlikeli olacaktır. Çünkü bu seferki uzaklaşmamızda, İslâmî hakikatlerin yerine bazı nazariye ve faraziyeler koyuyoruz. Bunlar ise Batı cemiyetlerinin gelişmelerine bağlı olarak doğan, değişen ve ölen birtakım görüşlerdir. Varlıkları ve yok olmaları anidir. Evvelden bu millet, istemeyerek, bilmeyerek İslâm’dan uzaklaşıyordu. Hattâ bu uzaklaşma sırasında gücü yettiği kadar, daha çok İslâmlaşmaya çalıştığını zannediyordu. Bugün ise bilerek ve büyük bir istekle, her türlü vasıtaya başvurarak İslâm’dan uzaklaşıyor. Bizler önceleri, milletçe geri kalmamıza sebep olarak «İslâmiyeti daha çok anlayıp daha iyi tatbik edemeyişimizi» gösteriyorduk. Kabahati kendimizde buluyorduk. Bugün ise geriliğimizin sebebini kusur ve ihmallerimizde değil, «dinimizin bizi bağladığı esasların noksan oluşunda» arıyoruz.
İslâm’ın hakimiyet mevkii her şeyden önce Şeriat’ın sâdık bir hizmetkârıdır. Bu hâkimiyet şahısların hürriyetine ve eşitliğine son derece hürmet etmek mecburiyetinde olduğu gibi, bunların neticesi olan içtimâî yardımlaşmayı da korumakla mükelleftir. Bu temel vazifeyi yerine getirmekte kusur eden bir hâkimiyet hem üstünlüğünü hem de meşrûluğunu kaybeder. Zira içtimâî dayanışmayı temsil etmektengeri kalmış olur. Ayrıca bu dayanışma ve birliği dağıttığı için, kendi eli ile, kendisine karşı birtakım rakip ve hasımlar çıkarmış olur. Bunlar ise az zaman sonra hem onu harap eder hem de milleti perişanlığa, buhrana sürükler. Netice olarak bu hâle düşen bir idare ise İslâmî olmaktan çıkar. Ferdin haklarına da, hâkimiyete de mutlak surette hürmet, İslâm’ın cemiyet esaslarından doğan siyâset kaidesidir.
İslâm ahlâkı, sahip olduğu tekâmül kabiliyetini gücü yettiği derecede genişletmesi için insana, hür olmak vazifesini yükler. Yani İslâmiyet’egöre hürriyet, öyle insanın kullanıp kullanmamakta serbest olduğu veya kanun koyucunun istediği zaman verip, istediği zaman kısabileceği siyâsî bir hak değildir. Hürriyet Müslüman’a kabul ettiği din ve rehber tanıdığı ahlâk tarafından verilmiş bir vazifedir. Çünkü bütün Müslümanlar doğruyu bilmeye ve tatbik etmeye mecburdurlar. Ayrıca, «herkesin hür olması» demek, «herkesin eşit olması» demektir. Hürriyet ve eşitlik ise birbirimize sevgiyi ve yardımlaşmayı doğurur. Bu suretle İslâm ahlâkı hürriyet, eşitlik ve yardımlaşma gibi esas düsturları ortaya koymuş ve bu düsturları insanlık saadetinin temel şartları olarak ilân etmiştir. İslâm ahlâkı, gerçeğe varma ve onu tatbik etme yolunda, insanlara tam bir hürriyet verir ve aralarında eşitlik tesis ederken, aynı hürriyet sebebi ile vekabiliyetlerin farklılığı yüzünden meydana çıkacak olan «eşitsizliği» de pek tabiî kabul eder. Çünkü doğru ve aklî mânasında olarak eşitsizlik de «hürriyet ve eşitlik»in bir neticesidir. Çünkü hakiki «eşitlik», her ferdin kendi arzu ve istidâdına göre çalışmakta serbest kalması demektir. «Hürriyet» ise herkesin, elinin emeğinden serbestçe faydalanmasını, çalışkanlığının mükâ-faatını alarak gayretinin teşvik görmesini ister. Bu sebeplerle İslâm ahlâkı, fertler arasında eşitliği istediği gibi, bir kısmının diğerlerini geride bırakıp yükselmesini de tabiî bulur. Bu hâl ise İslâm ahlâkının bir başka esası olan «yardımlaşma»yı teşvik eder. Neticede zayıf ve geride kalan yardım gördüğü gibi, kısıtlanmayan hürriyeti içinde yükselmeye de teşvik edilir.
Osmanlı toplumunun kuvvet ve canlılığını tam olarak kazanabilmesi için ahlâkî meziyetlerin, faziletin ve terbiyenin; ilim ve bilginin önüne geçirilmesi gerekmektedir. Artık ilmin vâsıta, terbiyenin ise gâye olduğu bilinmelidir. Bu gâyeden de maksat, düzenli fikirler, çalışma aşkı, vazife sevgisi, sarsılmaz azim ve sebat ile dolu aydın, faziletli ve imanı kuvvetli Osmanlılar yetiştirmektir. Muntazam cemiyetleri, ahlâkî fazilet ve olgunluklara sahip insanlar meydana getirir. Mesut ve kudretli milletler ise mükemmel cemiyetler tarafından teşkil olunur.
İslâm dininin parlak bir medeniyetle insanlığı yükselttiği, Osmanlı Devleti’ni emsalsiz bir satvetle kurduğu, zamanımızda hayranlık duyulan batı medeniyetine bile herkesin bildiği yardımlarda bulunduğu gerçeğini unutarak, bir yanlış zanna düştüler. İslâmiyet’in ilerlemeye engel olduğuna hükmettiler.
Bizim idealimiz, içtimaî ve siyasî kanaatlerimiz, tamamiyle dinimizden doğmuştur. Dolayısiyle, ona saygı göstermek mecburiyetinde olduğumuz gibi üzerimizdeki bütün haklarını da kabuletmek zorundayız. Yine anlayacağız ki, dinsizlik denilen şey, Lâtin fikrinin düştüğü bir sapıkık halinden ibaret olup, zannedildiği gibi, bir fikrî üstünlük alâmeti değildir. Yine öğreneceğiz ki, her milletin millî kanun ve an’aneleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir «mânevi vatan» meydana getirirler. Çünkü insan topluluklarını bir millet haline getiren onlardır. Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen millet, arazisini değil, kanun ve an’anelerini kaybettiği için istiklâlinden olur. Üzerinde yaşadığı toprağı çoğu zaman terke mecbur olmadığı ve belki de ondan daha da fazla istifade ettiği halde esirdir, çünkü millî değerlerini kaybetmiştir. Bizim gibi vatan toprağını korumak uğrunda asırlardan beri, kanını cömertçe dökmüş olan bir milletin, «manevî vatan»ına karşı ilgisiz kalıp,sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi tasavvuru güç, anlaşılmaz bir hatadır.
Kendi memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfânını inkâr eden veya hakir gören milliyetini kaybeder. Dolayısıyla da artık onun adına konuşmak, hakkı değildir.
Bugünkü geriliğimiz, varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu bilmeyişimizin neticesidir. Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden istifade etmek lüzumunu duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa bunun için mutlaka batılılaşmamız gereklidir» gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanaatten bir de «kurtulmak için her bakımdan batı milletlerini taklide mahkûmuz» fikri doğmuştur ki, bu da öteki kadar kötü ve yersizdir. Ne yazık ki, bu kanaat ve zanlara uyarak bütün varlığımızla taklide koyulduk. Bunu o kadar başardık ki, inancı, his ve an’anesi, ilim ve fenni tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurabildik. Şimdi artık dışı parlak, ama aslında ölüm getiren arzu ve hayal- ler içinde mest ve müstağrak yaşayıp durmaktayız. İşte bundan dolayıdır ki bilgiçliğimiz, bu mağrur ve daraltıcı «yarı âlimliğin» dairesi dışına, şimdiye kadar çıkamamıştır. Taklitçilikte ustalaşmak gayreti içinde, eski bildiklerimizi unutmak, şimdiye kadar yaptıklarımızı bir kenara atıp terk etmek istiyoruz.
Acaba kader bizi daima bir aşırılıktan ötekine düşmeye mi mahkûm edecek?
Şarkı garptan ayıran en görünür fark, Avrupa’nın putperestlikten Hıristiyanlığa geçmesine rağmen, ruhbanlık ve asillik imtiyazlarının baskısı altında yaşamasıdır. Bu hal ise tabiî olarak zulme ve düşmanlığa sebep olmuştur. Şark ise İslâmiyet ile şeref bulduktan sonra ne ruhban sınıfını, ne asilzâdeleri ve ne de bir başka keyfî imtiyazı tanımıştır. Hangi ırk ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün insanlar arasında hakikî bir adalet, tabiî bir eşitlik ve samimî bir kardeşlik dünyası kurmaktan başka gayesi olmayan bir «adalet ve eşitlik kanunu»na tâbi olmuştur.
Bir müstebiti zorla tahtından indirmekle bir millet hürriyetine kavuşmuş olmaz. Asıl lüzumlu olan şey, istibdadın tekrar geri gelmemesini temin etmektir. Zulüm ve yolsuzluk tohumları yaşar ve istibdadın baskısı bir milleti karşı koymaya sevk edecek yerde korkutursa, millet cesaretsizlik ve itaat gösterirse, zulüm ve yolsuzluklar yeniden baş gösterir. Hürriyet; insanoğlunun hakikati arama ve adaleti gerçekleştirme yolundaki çalışmalarının bir meyvesidir. Bir milletin sahip bulunduğu hürriyetinin derecesi, manevî ve fikrî ilerleme yolunda sarf edeceği gayretlerle ölçülür.
“ sahibinde bile inanç şeklini almamış bir fikir, başkaları tarafından hakiki bir kanaat gibi müdafaa edilmek isteniyor.”
“Müslümanlığın ruhuna taban tabana zıt olan ırkî özellikler, dine kendi seciyelerinin mahallî damgasını vurarak onu yapısından çıkardılar. İslâm’ın bütün milletleri kucaklayan beynelmilelciliğini bozdular.”
“Fakat insan bir iki gün zarfında mâzisi ile olan alâkasını, bir daha hiç hatırlamayacak ve tesirinde kalmayacak şekilde kesemez.”
“İnsan kendi hürriyetini başkalarının hürriyetine hürmet ederek koruyabilir.”
“Madem ki bir şeyi inkâr etmek için, diğer bir şeyin doğruluğuna inanmak lâzımdır; insan inkâr edebilmek için bile, inanabilmelıdir”
“Milletler, liderlerinin keyif ve heveslerine hizmet ve itaat etmeye razı oldukları takdirde geriletici bir çıkmaza düşerler veya bulundukları gerilikten yakalarını kurtaramazlar.”
“Tarih ile sabittir ki en ileri milletler, istek ve düşünceleri liderleri tarafından en güzel anlaşılan ve yerine getirilen milletlerdir.”
“Fertler kendi akıl, gayret ve çalışmaları sayesinde yükselebilirler.”
“Halbuki saadet hakkında herkesin anlayışı başkadır. Bunun aksine inanmak büyük hatadır.”
“Bu cehaletimizden onlar istifade ediyor, bizler zarar görüyoruz.”
“Bir milletin gerilemesi, ekseriya uzun bir hâdiseler zincirinin ve beşeriyetin umumî tekâmülünün, bu cemiyetin içinde ve dışında meydana getirdiği bir çok sebep ve âmiller neticesinde olur.”
“Hazret-i Muhammed’in şeriati Garp milletlerinden geri kalmamıza sebep olduğu zannını verecek kadar yanlış tanınmıştır.”
“İnsanların imanlarının hedefi değişebilir, fakat bu, inanç hissini tamamen terk etmeleri demek değildir.”
“Müslüman» denince nazarlarında, zararlı ve aşağılık bir mahlûk canlanıyordu. Bugün bile Avrupacıların çoğuna göre Müslüman, aşağı seviyeden bir yaratıktır.”
“Bir memlekette hangi çeşit idare yürürlükte olursa olsun, maneviyat ve ahlâkın en büyük hâkimi ve koruyucusu hükümdardır.”
“Çünkü toplumu ızdıraba düşüren illet, fertler arasındaki eşitsizlik olacağı gibi, eşitlik de olabilir.”
“Artık Türkçe yerine Fransızca konuşmak, dinsiz ve sefih geçinmek, servetini kumarda yahut bir Fransız metres kullanarak tüketmek, en yüksek tavır ve hareketler sayılıyor, medenî insanları medenî olmayanlardan ayıran ölçüler olarak kabul olunuyordu.”
“Görülüyor ki, büyük hatalar, büyük hakikatler kadar sadedir.”
“Bizce tatbiki mümkün olan eski bilgilerimizle iş görecek, onları daha iyi bir hale getirip, daha çok netice alacak yerde, aksine hiçbir zaman öğrenemediğimiz, bilmediğimiz şeyleri tatbik için kıymetli gayretler harcayıp gidiyoruz.”
“Şimdi artık dışı parlak, ama aslında ölüm getiren arzu ve hayaller içinde mest ve müstağrak* yaşayıp durmaktayız.”
“Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden istifade etmek lüzumunu duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa «bunun için mutlaka batılılaşmamız gereklidir» gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur.”
“Bugünkü geriliğimiz, varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu bilmeyişimizin neticesidir.”
“Bugünkü cehaletimizin en belirli özelliği bir sürü yanlış bilgilerden meydana gelmiş aldatıcı bir kabukla örtülü bulunması ve bu sebeple hakikî ilme benzemesidir. Bu ise cehaletlerin en zararlı şeklidir.”
“Cehaletimizin bir eski, bir de yeni şekli vardır. Eskisi, fikir ve tecrübe sahalarını dolduran ilerlemelere ilgisiz kalmamızdı. Şimdiki ise, eskiden tamamiyle yabancısı olduğumuz ilimlerden pek az ve noksan bir şekilde haberdar olmamızdır.”
“Acaba kader bizi daima bir aşırılıktan ötekine düşmeye mi mahkûm edecek?”
“Batı hayranlarının zihniyeti o kadar değişmiştir ki, batılılardan öğrendikleri şeylerin bile çoğunu asıl mânâlarından bambaşka bir şekilde anlıyor ve tefsir ediyorlar. Bu «yabancılardan çok yabancılık» onları
kendi muhitimizden gitgide uzaklaştırıyor. Sonunda bu muhitin köklerini ve pek büyük olan önemini takdirden âciz kalıyorlar.”
“Rastgele elde edilen bilgiler insana bir iktidar kazandırmaz. Metodsuz ve gayesiz olarak edinilen fikirler zararlı olur. Çünkü bu şekilde hasıl olan fikirler, ancak yanlış kanaatlere sahip kimseler yetiştirir. Onlar da etraflarına zararlı olurlar.”
“Batı hayranlarının oradan aldıkları bilgi ışığı kendilerini aydınlatmaktan çok, görüşlerini köreltiyor olmalı.”
“Hâsılı, bizde yenisini kurmak için yok etmeye, batıda ise yok olmaktan kurtarmak için düzeltip korumaya çalışılır.”
“Başka memleketlerde, herhangi bir şeyde görülen yanlış veya eksiğin giderilmesine lüzum hissedildiği anda buna gayret edilir, ıslâhına çalışılır. Bizde ise, ıslâhı arzu edilen şeyin, hiç tereddüt etmeden ortadan kaldırılmasına ve yerine daha iyi olduğu zannedilen bir başkasının konulmasına kalkışılır.”
“tenkidleri, izah ve ispat edemedikleri için itham, anlayamadıkları için de inkâr ile doludur.”
“Bir ferdin veya bir cemiyetin düzelmesi, mânen ve fikren yücelmesi, ancak kendi gayretleri sayesinde müyesser olur.”
“Asıl gıpta verici şeyler, onların çalışma tarzı, eğitim usulü ve fedakârca vatanperverlikleridir. İşte garp milletlerinin hakikaten hayret veren ve örnek alınmaya değer olan tarafları bunlardır.”
“siyasî fırkaları kurduk, endişelerimize sebep olan noksanımızı giderdik» sandık. Siyasî hürriyetimizle beraber meşrutiyet usulünü de takviye edip sağlamladığımıza inandık. İşin sonunda bu fırkalar ileri memleketlerde olduğu gibi kavga döğüşe başlayınca memnun olduk.”
“Zulüm ve yolsuzluk tohumları yaşar ve istibdadın baskısı bir milleti karşı koymaya sevk edecek yerde korkutursa, millet cesaretsizlik ve itaat gösterirse, zulüm ve yolsuzluklar yeniden baş gösterir.”
Bu adamların isimlerinin hâlâ hürmetle anılması, başımıza gelen felâketlerin sebepleri ile asıl suçlularını anlayıp tespit etmekteki aczimizi gösterir.
“Bir milletin kendi ihtiyaçlarından ve vazifelerinden bu derecede habersiz olması ve bu yüzden de bu kadar hatalara düşmesi pek nâdir görülen bir haldir.”
“Ne yazık ki bizim mütefekkirlerimizden pek çoğu, bir milletin lâyık olduğu saadetin derecesini batıya olan benzerliği ile ölçüyorlar. Batılı milletleri ne kadar çok taklit edebilirsek o kadar mes’ut olacağımıza inanıyorlar.”
“Osmanlı Devleti’nin kuruluş esasları çok özel bir mahiyet taşır. Bu devleti teşkil eden milletler, ırk, lisan ve millet olmak bakımlarından o kadar farklıdırlar ki, böyle bir siyasî teşekküle bir Avrupalı pek güç akıl erdirebilir.”
“Gerçi toplumların uğradıkları fenalıkların sebebi, hemen daima ve her yerde, kuvvetlilerin baskısı, yani istibdattır.”
“Mantık veya nazariye bakımından ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar, hayatın gerçeklerine uymayan kanunlar zararlı olmaktan kurtulamazlar.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir