İçeriğe geç

Boğaziçi Şıngır Mıngır Kitap Alıntıları – Salâh Birsel

Salâh Birsel kitaplarından Boğaziçi Şıngır Mıngır kitap alıntıları sizlerle…

Boğaziçi Şıngır Mıngır Kitap Alıntıları

Pierre Loti, İstanbul’a 1910 yılındaki gelişinde Fatih’te ev ararken, onun Uludağ’ı görür bir yerde olmasına önem verir. 1547-1554 yıllarında İstanbul’da Fransız elçisi olarak görev yapan Pierre Gilles d’Alby de şunları söyler:
-Galata’nın en üst yerinde çok yüksek bir kule vardır ki, buraya çıkan 300 ayak uzunluğundaki yokuşta pek çok binalar vardır. Kulenin arkasındaki tepe 200 ayak genişlikte, 2.000 ayak kadar da uzunlukta bir düzlüktür. Buradan ve tepenin yamaçlarından Haliç, Boğaziçi, Marmara, İstanbul’un yedi tepesi, Bitinya (Bursa) bölgesi ve yılın her günü karla örtülü bulunan Uludağ seyredilir.
Teşekkür Fatih Sultan Mehmet’e ve onun savaşkan gazilerine ki, dünyayı kesip onarmış ünlü usta marangozlarla gelerek şu İstanbul ilini ve Boğaz şehrini açmışlardır.
Doğrusu, bilinçaltı denilen o zirzop bilgisayar, insana öyle oyunlar oynar ki, aklı keskinler bile işin içinden kolay kolay sıyrılamaz.
Cihan içinde ey gafil nedir maksud-u ins u cin
Ne kimse senden incinsin ne sen de kimseden incin
Fikr et ey dil ki doğduğun vakit
Halk handan idi ve sen giryan
Ana say et ki öldüğün vakit
Halk giryan ola ve sen handan
Ahmet Mithat’ ın ise karşılığı şu olur :
-Eğer beni sevenler varsa, onlar beni böyle olduğum, yani içten olduğum gibi severler. Beni olduğum gibi sevenlerin sevgilerine ben de saygı duyarım. Bana değer vermek için kitaplarımda, düşüncelerimde değil de, üstümde, başımda, ya da yaşayışımda bir zenginlik, bir debdebe arayacak olanların sevgilerine de, saygılarına da ben gerek duymam. Ben sevgiyi, saygıyı çalmak değil, kazanmak isterim. Bunun içindir ki, sevilmek, sayılmak, amacıyla huyumu değiştirip yapmacıklığa kalkışmak, yani sahteleşmek istemem.
Saffeti Ziya bu kez de şöyle diyecektir :
-Biz gençliğimizi o pembe dudakların bir gülücüğünü, o ahu gözlerin bir yakınlığını beklemek, bunu elde etmek için geçirdik. Onun için Türk kadınları her vakit gözümüzde bir tanrıça, bir ilahe, bir aşk tapınağıdır.
İstanbul, vay benim ambargosuz kursağım
Sanki İstanbul bir güzel bahçe olup bu evler de onun güzel çiçekleriydi. Bu çiçekler sonbahar rüzgârlarıyla soldu. İstanbul güz mevsiminde yalnız yeşillikten oluşan bir çayıra dönüştü.
Ecel terzisi gelip insanlara urba geçirmeye kalkışsa ademoğulları yine de ortalarda salınmaktan geri durmazlar.
Payıma düşen toprak parçası
Senin payına da düşer.
Ayrılık gayrılık yok.
Marmara, yıldızlardan gelen ışıkların aksi ile papatyalar açmış koyu bir çimenliğe benzerdi.
Burada herkes üç dakikanın birinde soluklanıyorsa, ikisinde de tıkınıyordur.
Beyberbeyi’ne bir daha sıçrayıp sarıpapa denir şeftaliden bir kucak dolusu alalım. Çünkü İbni Sina şeftali suyu ile yapılacak gargaranın sonradan olma kekemeliğe birebir geleceğini söyler.
Bugünkü günde ise, pepeliğe tutulmamış tek yazar gösteremezsiniz. Hele onların içinde us kekemesi olanlar da vardır ki, onlara şeftali suyu bile vız vız türünden gelir.
Aman Allah’ım! 80 yıldır, ben akıllıyım, diyordum, herkes bana deli diyordu. Şimdi ben deliyim, diyorum herkes akıllısın diyor. Onlar mı deli ben mi?
Taşlıkta Kilercibaşı tablaları Sırcemal Kalfa ile Feleksu Kalfa’ya – ah bunun adına da bitiyorum – teslim eder
Tanrım, şiir nasıl yazılır? Dizeler öyle alt alta nasıl gelir? Bölük, tabur, alay, ordularca düzenli ve görkemli, yüksek sesle okunan, uyaklarından rapp, rap diye desler çıkan şiirler nasıl yazılır?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Cihan içinde ey gafil nedir maksud-u ins u cin
Ne kimse senden incinsin ne sen de kimseden incin.
Sevecek birini görse bile, acaba daha güzeli bulunmaz mı diye meraka düşer.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kaptan basıp gidelim artık demir al / Gör arkadan itecek bizi dalga / Martı belki bulut çekecek bizi bil.
Galata Kulesi Cenevizliler’den kalmadır. Fatih Sultan Mehmet onu onarttığı gibi, 2. Murat da 1582 yılında yenilemiştir. Hay Allah, 26 Temmuz 1794 Cumartesi gecesi, dört sularında, Kule kapısının dışındaki fırın talaşından çıkan bir ateş Kulenin saçağını sarmış, içindeki tahta bölümleri baştanbaşa yakıp kavurmuştur. Bereket ertesi yıl, 3. Selim Kulenin tüm katlarıyla külahını yeniden onarımdan geçirmiştir. Ne ki, Kule 2 Ağustos 1831’de yeni bir yangın geçirmiş, 2. Mahmut da ertesi yıl onu bir daha elden geçirtmek zorunda kalmıştır.
1875 yılında bir dalkıran fırtınası Kule’nin külahını uçurunca dülgerlere, yapı ustalarına yeniden çağrı çıkarılmıştır. Bu kez Kule’nin dış görünümü de biraz değişmiştir. Bugünkü görünüm ise 1964-1967 yılları onarımına dayanır.
Galata Kulesi, Fethi Mübinden sonra, 10 kat zından olmuştur. Daha sonraki yıllarda da Osmanlılar’ın gemi aletleri için depo görevini yüklenir. Vakanüvis Halil Nuri Bey, 18. yüzyıl sonunda mehter takımının Kule’de nevbet çaldığını da yazar.
Boğaz bir de kayık demektir.
1835 yılının son günlerinde İstanbul’a gelrn ve dokuz ay kadar kalan İngiliz yazarlarından Bayan Julia Pardoe, padişah kayıklarından tutun da, sölpük ve pejmürde kayıklara varınca, bütün sandallara tutulmuştur. Kayıkların kalkık burunlarının akıntıya doğru batıp çıktığını gördükçe, onları, parlayan tüylerini duru suyun içinde dinlendiren deniz kuşları sanır. Theophile Gautier ise, Venedik gondolunu, Türk kayığı yanında, kaba saba bir sandukaya benzetir. Gondolculara da, Türk kayıkçılarının tersine, sefil serseriler gözüyle bakar. Helmunt von Moltke’ye gelince, o da Boğaz kayıklarından daha güzel bir şey olamayacapı inancındadır.
Yazarımız, 24 Şubat 1954 günü Şimdi Sevişme Vakti’nin ön sayfalarına:

-Canımı al istersen.

diye yazmıştır. Ondan bir ay sonra-27 Mart 1954- ise Alem Dağ’da Var Bir Yılan şu sözleri kurdurmuştur.

– Seni anlıyorum anlamasına. Anlamıyor gözükmem işime gelmediği içindir. Bu kitapta seni anladığımı ispat edecek hikâyeler olmalı. Ama seni seviyorum. Sen de beni anla istersen.
Pek kararsızdı. Bocalamalar denizinden yakasını bir türlü kurtaramazdı.

Şimdi burada Oblomov adlı romanın yazarı olsa bize şöyle diyecektir:
-Ne fena bu erkeklerin duygularından utanmaları! Sahte bir benbenlik! Zekalarından utansalar daha iyi ederler.
Ağaçlar altın olsa inciler yaprak
İnsanın gözün doyurmaz illa toprak.
Beykoz’da, İshakağa bayırında 1914 yılında çok şıngırlı bir olay olur.
Keresteci Hacı Ahmet Bey’in 9 numaralı evinden söz ediyoruz.
Muzika-i Humayun’da görevli Veli Beyle evli olan, Hacı Ali Bey’in kızı Nigar Hanım, 13 Nisan Pazartesi sabahı, saat 7 sularında,Orhan Veli’yi dunyaya getirmiştir. Beykoz’un en gözde ozanları da Orhan’ın gelişini şu sözlerle karşılamışlardır:

Bir Veli pak-o nihada lûtfedip Rabb-i Celil
Verdi bir mahdüm-i mergup kim misal-i afitâb
Nur-u Ahmed pertevinden halk olan Orhan’ın Hak
Ömrün efzun eylesin hem kendisin alicenab.

Orhan Veli de dörtlüğe ayak uydurarak, hem Peygamberimiz Elendimizin güneşinden, hem de dedesi Hacı Ahmet Bey’in şavkından bir şeyler aldığını işmar etmek için, adı belli Beykoz’u vuruş kırış ciyaklamalarıyla, yıllarca ışıyacak bir basamağa çıkarmıştır.

İnanın sözüme şairler
Üçer beşer söneceğiz
Yirmi ikiye varmadan
Rüştü gibi öleceğiz.

Budur size doğru haber
Sapır sapır düşeceğiz
Bütün aptallar duracak
Biz gideceğiz.

Ya tıkanacağız sofrada
Ya merdivende kalacağız
Kırk yedide Sait gibi
Topraklara gireceğiz.

Kimse bakmayacak suratımıza
Gün güne azalacağız
Üç beş şiir yazmadan
Ortadan silineceğiz.

Benden size bu kadarı
Öleceğiz şairler öleceğiz
Orhan Veli gibi sokakta
Düşüp tükeneceğiz

10 Mayıs 1917 günü Rıza Tevfik Arnavutköy’de Gözlerin adlı şiirini yazmıştır:

Ruhumda gizli bir emel miarar,
Gözlerime bakıp dalan gözlerin!
Aklıma gelmedik bilmece sorar,
Beni hülyalara salan Gözlerin!

. İçimde yer edip kalan gözlerin, özlem gecelerinin üzüncünü döker

1946 Şubatında, bir pazar günü, üç adam, Şişli’den yola çıkıp, Mecidiyeköy-Zincirlikuyu üzerinden derelere, tepelere vurmuşlar -o sıralar ortalarda Levent ya da Etiler adını taşıyacak tek bir kulübe bile yoktur- ve Baltalimanı çayırına inmişlerdir. Bu üç adam bizim Sait Faik, Oktay Akbal ve Salah Birsel’den başkası değildir. Yolda Sait bir ara Oktay’la Salah’ı durdurmuş, eliyle uzaktaki bir koyuluğu göstererek: “İşte Menekşeli Vadi orası.” demiştir. Sait bir öyküsünde bu Menekşeli Vadi’yi şöyle anlatır: Sabahleyin uyandığım zaman dışarıya baktım. Önümde, sis içinde bir bahçe uzanıyordu. Kenarda yansı cam, yansı hasır örtülü “ser” gibi bir şey vardı. Pencereyi açtım. Güzel bir menekşe kokusu burnuma doldu. Hava ılık, ılıktı. Sonra sis ağır ağır açıldı. Gözümün önüne bir bostan serildi. Lahanalar, çiçekler, maydanozlar, salatalar şaha kalkmıştı. Ötelerde, çiçeklerin arasında, başka bahçeler, başka yamru yumru binalar gözüküyordu. Her taraf aynı bitki, aynı hayvan, aynı çarpık ve birbirinden epey uzak binalarla dolu idi. Menekşe, her taraf menekşe kokuyordu. Yolun tam ortasından şarıl şarıl bir de dere akıyordu. Akşam eve gelirken bu derenin içinden mi geçmiştik? Ayaklarım bile ıslanmamıştı.
Ah benim gözyaşlarım, sizler nerdesiniz?
Tevfik Fikret onlara: Yiyin efendiler yiyin, bu yağma sofrası sizin dedikçe onlar da durmadan dinlenmeden, soluk almadan tıkınırlar.
Mavilikler buluyorum her yerde
Mavi olmuş kara üzüm salkımda
Kara toprak “maviyim” der dünyada
Günler doğar mavi mavi odamda ..
Ecel terzisi gelip insanlara urba geçirmeye kalkışsa ademoğulları yine de ortalarda salınmaktan geri durmazlar.
Fındıklı’dan Rumelihisarı’na, Üsküdar’dan Çubuklu’ya değin Boğaz’ı sağlı sollu taraya taraya, tabana kuvvet gelen, dili bir karış dışarıda, börtmüş yüzü kan-ter içinde, lastik yakalığı çözük, kravatı yampiri, kalıpsız fesinin altında yazma mendil, soluk ceketli, yolluk pantalonlu biri beklenir. Adam yalının köşesinde görünür görünmez de çocuklar çığlığı basar:
– Gazeteci geliyor.
Aman Allahım! 80 yıldır, ben akıllıyım, diyordum, herkes bana deli diyordu. Şimdi ben deliyim, diyorum herkes akıllısın diyor. Onlar mı deli ben mi?
Ay, benim gözyaşlarım yine nerelere kaçıp saklandınız?
Saraya özgü birçok adetlerin arasında kahve sunmanın da bir yöntemi vardır. Kahveyi dört kişi getirirdi. Odaya sırayla giren bu dört kahvecinin en öndeki, boynundan aşağı asılmış ustufa denilen bir örtü, daha doğrusu önlüğü andıran bir kumaşla dikkati çekerdi. İkinci kahveci ise, elinde bir gümüş tepsi ile girerdi. Tepsinin üzerine zarflar, fincanlar dizilmiş olurdu. Üçüncü kahveci ustası da, mangala benzer bir tepsi içerisinde cezveleri taşırdı. İki yanına takılı zincirlerden tutulan bu mangalımsı tepsiye stil derlerdi. En arkada ise, kahveleri fincanlara boca edecek olan dördüncü kahveci bulunurdu.
Loti, Beykoz’un bu yöresine, öbür Frenkler gibi, Tanrının Koyağı adını verir. Ama buraya Tanrısal bir güzellik yağdıran şeyin çayırdaki otlar mı, yoksa çevredeki ağaçlar mı olduğunu bir türlü kestiremez.
Cihan içinde ey gafil nedir maksud-u ins u cin
Ne kimse senden incinsin ne sen de kimseden incin
Ağaçlar altın olsa inciler yaprak
İnsanın gözün doyurmaz illa toprak.
Yaşamında en sevdiği şey kitaptır. Parasını, pulunu, malını herkese dağıtır, kitaplarını ise okumak için bile kimseye vermez. Gelin burada istediğiniz kitabı çekin okuyun. Ama götürmeyece yok, der.
Marmara, yıldızlardan gelen ışıkların aksi ile papatyalar açmış koyu bir çimenliğe benzerdi.
Alemde akıllı kişinin nedreti vardır
En akili nasın yine bir cinneti vardır
Akil ana derler ki cihanda yaşamaktan
Olmaz mütelezziz ki bilir mihneti vardır
Insan ana derler ki derununda riyasız
Hem millet hem devletinin gayreti vardır
Hakim ana derler ki adalet ile daim
Mahkûmunun asayişine himmeti vardır
Hasretkeşi âlemdir o millet ki cihanda
Başında adalet gibi bir devleti vardır
Dünya evini beklemem amma ki ne çare
Insan olanın anda biraz hizmeti vardır
Leyla’ye akıl bahsini etmek ne hatadır
Mecnun gibi divane ile ülfeti vardır

Vezin mezin, ölçek mölçek aramazsanız şiirin ilk ikiliği bugünkü dile şöyle çevrilebilir:

Dünyada akıllı kişinin azlığı vardır
Halkın en kafalısının bile kaçıklığı vardır.

Yazarımız, 24 Şubat 1954 günü Şimdi Sevişme Vakti’nin ön sayfalarına:

-Canımı al istersen.

diye yazmıştır. Ondan bir ay sonra-27 Mart 1954- ise Alem Dağ’da Var Bir Yılan şu sözleri kurdurmuştur.

– Seni anlıyorum anlamasına. Anlamıyor gözükmem işime gelmediği içindir. Bu kitapta seni anladığımı ispat edecek hikâyeler olmalı. Ama seni seviyorum. Sen de beni anla istersen.

Şimdi burada Oblomov adlı romanın yazarı olsa bize şöyle diyecektir:
-Ne fena bu erkeklerin duygularından utanmaları! Sahte bir benbenlik! Zekalarından utansalar daha iyi ederler.
Budur size doğru haber
Sapır sapır düşeceğiz
Bütün aptallar duracak
Biz gideceğiz
lt;Bugün şadım ki yar ağlar benim için gt;
Bir süre Sultan Reşat’ın katipliğinde bulunan Halit Ziya Uşaklıgil şöyle diyecektir:
-Saray boğazı, doymak ve dolmak bilmeyen bir açlıkla ağzı açılmış, her şeyi yutmaya hazır ve ne tıkınırsa kanamayacak , sonu gelmeyecek bir ırmak biçiminde, derinliklerine akacak ve yiyecek dalgalarını bekleyen korkunç bir uçuruma benzer.
‘Buhran’ sözcüğü Fuat Paşa yalısının bir ürünüdür.Yıl 1850. Bir gece tarihçi Cevdet Paşa başta olmak üzere devlet ileri gelenleri paşanın yalısında toplanmıştır. Memleketin para durumunu belirtecek bir rapor yazacaklardır. Hazine tam bir kriz halindedir. Ama Türkçede bu Fransızca crise sözcüğünün bir karşılığı da yoktur. Orada bulunanların tümü saatlerce kafa patlatır. Sonunda “buhran” terimi benimsenir. Padişaha sunulacak rapora da şu başlık atılır: Hazine-i Maliyyenin Hal-i Buhranı.
Yapımı 1855’te biten Dolmabahçe sarayı üç buçuk milyon altına -kimi kaynaklara göre beş milyon altın- çıkmış ve iyisinden hazinenin belini çökertmiştir. Abdülmecit, sarayı ilk gezdiği gün şöyle diyecektir:
-Pek tekellüflü oldu. Daha sadece olabilirdi.
Sultan Murat Han, Hezarfen Ahmet Çelebi’ye bir kese altın bağışlayarak “Bu adam pek korkulacak bir adamdır. Her ne istenilse elinden geliyor. Böyle kimselerin yaşaması doğru değildir.” diye Cezayir’e sürmüştür. Anda merhum oldu.
İşaret parmağını ağza götürme: Sana bir diyeceğim var.
İşaret parmağını şakağa dayalı tutma: Beni unutma.
Göz kapaklarını ağır ağır indirip kaldırma: Teşekkür ederim.
İki gözünü hafifçe kapayıp, başını da yukarıdan aşağıya eğme:Sevildiğimi anladım.
Göz süzme: Yangın var, yamgın var, ben yanıyorum.
Sağ gözü kırpma: Canı gönülden gözüme girdin.
Sol gözü bir kez kırpma: Gece saat birde bekliyorum.
Sol gözü iki kez kırpma: İkide bekliyorum.
Gözleri yere indirme: Arkamdan gelme.
Kaş çatma: A vallahi olmaz.
Burundan nefes alma: Zalim beni söyletme, içimde neler var.
Boyun bükme: Ben senin kulunum
Baş sallama: Çok hainsin.
Başı eğip kaldırma: Benden sana selam olsun.
Gülüp baş döndürme: Benim sende gönlüm var.
Dudak ısırma: Ölüyorum, bitiyorum.
Yere tükürme: Sendeki de surat mı?
Mendil ile göz silme: Yanımdaki çaktı.
Mendil uzatma: Kabul ettn mi?
Mendil koklama: Kabul ettim.
Mendille ayakkabıları silme: Biraz bekle
Mendille ayakkabıları çırpma: Birlikte gidelim
Fesi birkaç kez başa koyup çıkarma: Bu kadar naz yeter, of.
Fesi düzeltme: Merhabalar sana olsun.
Fesi ele alma: Yanıp tutuşuyorum aman.
Peçe düzeltme: Selam ey sevgili
Peçeyi iki kez kapayıp açma: eskiden umursamıyordum, şimdiler sevgimi çektin.
Aynalar, düşünülebilen en güzel oyuncaklardır, der Miss Julia Pardoe.
Sevecek birini görse bile, acaba daha güzeli bulunmaz mı diye meraka düşer.
Burada herkes üç dakikanın birinde soluklanıyorsa, ikisinde de tıkınıyordur.
Ah benim gözyaşlarım, sizler nerdesiniz?
Hekimbaşı Behçet Efendi’nin ilgi alanı hekimlik değil tarihtir. Fransızların Mısır’a yürüyüşünü öyküleyen Tarih-i Ceberti’yi Arapça’dan Türkçe’ye o çevirmiştir. Şanizade ise bir tıp adamı olduğu halde, 2. Sultan Mahmut 1819 yılında, Mütercim Asım Efendi’nin ölümü üzerine, onu vakanüvisliğe geçirmiştir. Keçecizade İzzet Molla’nın bu olay üzerine taş bağırlı bir sözü vardır ki, onu unutmadan buraya aktarmalıyız:

-Şu devlet adamlarının haline bakın! Bir tarihçiyi hekimbaşı, bir başhekimi de vakanüvis ettiler.

Bugün Ferruh Bey’in yalısında başka bir iş de yapılacak. Türkçe’nin en güzel dizesi saptanacak. Herkes, kendine göre, en güzel dizeyi seçip getirmiştir. Tartışma saatlerce sürer. Sonunda bir dize üzerinde anlaşmaya varılır:

Bugün şadım ki yar ağlar benim için.

-Efendim, Farisi’ye cehennem dilidir diyorlar, öyle mi?
-Eğer öyleyse hemen öğrenmeli. Nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Cehenneme gidersek, orada yaşayanların dilini bilmemek ayrı bir acı olur.

Denilebilir ki, o yıllarda, Farsça’yı camilerde ağza alınmayacak kadar, kafirlikle yüklü bir şey sayarlar.. Kimileri şöyle demiştir:

Kim okur Farisi
Gider dinin yarısı

Bunun için büyük zahmetlere girmeye gerek yoktur. Kırmızı bir soğan bütün işi görüp bitirir. Yalnız soğan bir yumrukta ezilmeli ve kabuğu güzelce soyulmalıdır. Üstünden zeytinyağı ve sirke geçirilip bir de tuz biber ekildi mi işte size eflatun salatası. Somunu koparıp suyuna banın ve başlayın atıştırmaya.
Tanrım, şiir nasıl yazılır? Dizeler öyle alt alta nasıl gelir? Bölük, tabur, alay, ordularca düzenli ve görkemli, yüksek sesle okunan, uyaklarından rapp, rap diye desler çıkan şiirler nasıl yazılır?
Payıma düşen toprak parçası
Senin payına da düşer.
Ayrılık gayrılık yok
Kaptan basıp gidelim artık demir al / Gör arkadan itecek bizi dalga / Martı belki bulut çekecek bizi bil.
Tevfik Fikret onlara: Yiyin efendiler yiyin, bu yağma sofrası sizin dedikçe onlar da durmadan dinlenmeden, soluk almadan tıkınırlar.
Taşlıkta Kilercibaşı tablaları Sırcemal Kalfa ile Feleksu Kalfa’ya – ah bunun adına da bitiyorum – teslim eder
Doğrusu, bilinçaltı denilen o zirtop bilgisayar, insana öyle oyunlar oynar ki, aklı keskinler bile işin içinden kolay kolay sıyrılamaz. Bir palamar ki yüz bin kulaç.
Boğaz bir de kayık demektir.
1835 yılının son günlerinde İstanbul’a gelrn ve dokuz ay kadar kalan İngiliz yazarlarından Bayan Julia Pardoe, padişah kayıklarından tutun da, sölpük ve pejmürde kayıklara varınca, bütün sandallara tutulmuştur. Kayıkların kalkık burunlarının akıntıya doğru batıp çıktığını gördükçe, onları, parlayan tüylerini duru suyun içinde dinlendiren deniz kuşları sanır. Theophile Gautier ise, Venedik gondolunu, Türk kayığı yanında, kaba saba bir sandukaya benzetir. Gondolculara da, Türk kayıkçılarının tersine, sefil serseriler gözüyle bakar. Helmunt von Moltke’ye gelince, o da Boğaz kayıklarından daha güzel bir şey olamayacapı inancındadır.
2. Mahmut’un yaptırdığı Beşiktaş Kıyısarayı’nı ise Sultan Mecit yıktırmış, yerine Mimar Karabet Balyan’ a Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır. Yapımı 1855’te biten saray üç buçuk milyon altına – kimi kaynaklara göre beş milyon altın- çıkmış ve iyisinden hazinenin belini çökertmiştir. Sarayın içi de İtalyan ve Fransız mimarlarına döşettirilmiştir.
( )
Abdülmecid, Sarayı ilk gezdiği gün şöyle diyecektir:
-Pek tekellüflü oldu. Daha sade olabilirdi.
Dalkavuğa gösterilen çabayı seyreyle.
Beyberbeyi’ne bir daha sıçrayıp sarıpapa denir şeftaliden bir kucak dolusu alalım. Çünkü İbni Sina şeftali suyu ile yapılacak gargaranın sonradan olma kekemeliğe birebir geleceğini söyler.
Bugünkü günde ise, pepeliğe tutulmamış tek yazar gösteremezsiniz. Hele onların içinde us kekemesi olanlar da vardır ki, onlara şeftali suyu bile vız vız türünden gelir.
Pek kararsızdı. Bocalamalar denizinden yakasını bir türlü kurtaramazdı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir