İçeriğe geç

Blink Kitap Alıntıları – Malcolm Gladwell

Malcolm Gladwell kitaplarından Blink kitap alıntıları sizlerle…

Blink Kitap Alıntıları

Fakat iş hor görmeye gelince, cinsiyet bir fark yaratmıyor.” Hor görme hepsinden daha farklı işliyor. Hor görmenin derecesini ölçebilirseniz bir çiftin hayatındaki her detayı bilmek zorunda kalmazsınız.
Gottman evlilikte hor görmenin kadının ya da adamın ne sıklıkla soğuk algınlığına yakalanacağını bile tahmin etmemizi kolaylaştırdığını görmüş, çünkü sevdiğiniz birinin sizi hor görmesi stres seviyenizi o kadar artırıyor ki bundan bağışıklık sisteminiz de etkilenmeye başlıyor. “Hor görmenin iğrenmekle doğrudan bağlantısı var ve hem hor görme hem de iğrenme birini toplumdan topyekûn dışlamayı gerektirir. Cinsiyetler arasındaki temel farkı ele aldığımızda, kadınların eleştirel, erkeklerin ise umursamaz olmaya daha meyilli olduğunu görebiliriz.
Kendimize ve davranışlarımıza anlam kazandırma işinin, göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede elde edeceğimiz bilginin aylar sürecek mantıksal analiz kadar değerli olabileceğini kabul etmemizi gerektirdiğine inanıyorum.
İnsanların kendileriyle ilgili söyledikleri de çok kafa karıştırıcı olabilir, çünkü çoğumuz kendimize uzaktan bakmayı beceremeyiz.
O iki saniyede bilmenin gücü, dünya üzerinde yalnız birkaç şanslı insana mucizevi bir şekilde bahşedilmiş bir Tanrı vergisi değil; hepimizin geliştirebileceği bir yetenektir.
Nasıl kendimize tutarlı ve incelikli düşünmeyi öğretebiliyorsak, daha iyi anlık hüküm vermek için de kendimizi eğitebiliriz.
Sonuçta, bilgisizliğimizi kabullenip daha sık ‘Bilmiyorum’ demeliyiz.”
Psikolog Norman R.F.Maier uzun yıllar önce, içi her çeşit alet edevat, nesne ve mobilyayla dolu bir odanın tavanından iki uzun halat sarkıttı. Halatlar birbirinden, birinin ucunu tuttuğunuzda öbürünü tutmak için yeterince yaklaşamayacağınız kadar uzakta duruyordu. Odaya gelen herkese aynı soru yöneltildi: “İki halatın ucunu birbirine nasıl bağlardınız?”
(Not: Bu problemin 4 uygulanabilir çözümü bulunuyor. 95% insan ilk üç yolu, 5% insansa son yolu denedi. Peki siz hangisiniz?)
Bilinçdışımızdan yüzeye çıkanlar üzerinde çok fazla kontrolümüz yokmuş gibi görünür. Ama aslında vardır ve eğer hızlı anlamlandırmanın yer aldığı ortamı kontrol edebilirsek, anlık anlamlandırmamızı da kontrol edebiliriz demektir.
Uyarılma bizi akıl körü kılar.
Ben her zaman Disney’in Mickey Mouse’un ellerine taktığı eldiveni düşünmüşümdür. Eğer gerçek pençesi görülseydi sanırım kimse onu sevmezdi.
Sahip olunan bütün ekstra bilginin pek de bir avantaj sağlamadığını, aslında karmaşık bir hadisenin altında yatan işareti bulmak için çok az bilgiye ihtiyacınız olduğunu söylüyordu.
İlk izlenimlerimiz, deneyimlerimiz ve çevremiz sonucu oluşur. Bunun anlamı bu izlenimleri oluşturan deneyimleri değiştirerek ilk izlenimlerimizi değiştirebileceğimizdir.
İnsanoğlu olarak bizlerin hikaye anlatma problemi bulunmaktadır. Gerçekte herhangi bir açıklamamız olmayan konulara açıklama bulmak için biraz aceleci davranıyoruz.
Çünkü etraf kendini gizleyen farklı üsluplarla, küçücük bir detaya bir iki saniyeliğine dikkatlice eğilerek bakınca büyük resmi görmemizi sağlayan durumlarla dolu.
Beynimizin vakit kaybetmeden hemen sonuca atlayan kısmına “Uyumlu Bilinçaltı” deniyor. Dışarıda yürürken birden üzerinize doğru bir kamyonun geldiğini fark ettiğinizde durup düşünmeye vaktiniz var mı? Tabii ki yok. İnsanoğlunun bugüne kadar hayatta kalmasının yegane sebebi, çok hızlı muhakeme yaparak karar alma mekanizmasına sahip olmasıdır.
İnce dilimlere ayırmanın ve ilk izlenimlerin ciddiye alınmasının karşılığı bir nevi, bazen bir insan veya bir şey ile ilgili göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede, aylarca sürecek çalışmalardan daha çok bilgi edinebileceğimizi kabullenmektir. Ancak aynı zamanda hızlı anlamlandırmanın bizi yanlış yollara sevk edebileceği durumları da kabullenmeli ve anlamalıyız.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsanların görünüşünün –boy, vücut yapısı,ten rengi veya cinsiyet bakımından– bir dizi çok benzer güçlü bağı tetikleyebileceği gerçek durumlar olduğunu düşünmüşümdür. Warren Harding’i gören pek çok insan onun ne kadar olağanüstü derecede yakışıklı ve kalabalıktan kendini ayırt eden bir görüntüye sahip olduğunu fark etmiştir ve anında –aynı zamanda tamamen nedensiz– onun cesaret, zekâ ve saygın bir adam olduğu sonucuna varmıştır. Yüzeyin altını kazımaya kalkışmadılar. Görünümü o kadar güçlü çağrışımlar taşıyordu ki normal düşünme süreci bir adım bile ilerleyemeden oracıkta donup kaldı.
Warren Harding hatası hızlı anlamlandırmanın karanlık tarafıdır. Önyargı ve ayrımcılığın temelinde yer alır.
Bir olay ya da durum hakkında çok kısa bir sürede yargıda bulunurken ,saniyelik süre içinde ince dilimlemeyi mümkün kılanın karşılaştığımız bir durumun görünen yüzeyinin altına olabildiğince çabuk geçebilme becerimiz olduğundan bahsettim.
İnsanlar hareketlerini etkileyen durumlardan bihaberler, yine de nadiren bihaber hissediyorlar. Sonuçta, bilgisizliğimizi kabullenip daha sık ‘Bilmiyorum’ demeliyiz.”
Ted Williams, topa herkes kadar başarılı bir şekilde vurabiliyordu ve bunu nasıl yaptığını büyük bir özgüvenle açıklayabiliyordu. Ancak açıklaması hareketleriyle uyuşmuyordu, tıpkı Mary’nin bir erkekte ne istediğine dair açıklamasının görüşme anında beğendiği özelliklerle tıpatıp uyuşmaması gibi. İnsanoğlu olarak bizlerin hikâye anlatma problemi bulunmaktadır. Gerçekte herhangi bir açıklamamız olmayan konulara açıklama bulmak için biraz aceleci davranıyoruz.
Braden aynı sorunu beyzbol oyuncusu Ted Williams’ta da gördü. Williams muhtemelen tüm zamanların en iyi vuruşcusuydu, vuruş sanatı ile ilgili bilgisi ve içgörüsünden dolayı büyük saygı gören biri olarak kabul edilirdi. Her zaman için, topu beyzbol sopası üstünde görebildiğini ve bunun sonucunda topun tam olarak sopanın hangi noktasına temas edeceğini bildiğini söylerdi. Ancak Braden, tenis üzerine yaptığı çalışmalarından ötürü, bunun mümkün olmadığını biliyordu. Tenis topunun havadaki süzülüşünün oyuncunun vuruşunu yapmasından önceki son bir buçuk metresinde, top görülemeyecek kadar yakın ve hızlı oluyordu. O anda tenisçi tabiri caizse kördür. Aynı durum beyzbol için geçerlidir. Hiç kimse sopanın üzerinde topu göremez. “Ted Williams ile bir kere tanışmıştım. İkimiz de Sears için çalışıyorduk ve ikimiz de aynı etkinlikte yer alacaktık. Ben, ‘Yani, Ted. İnsanoğlunun beyzbol sopası üzerinde topu göremeyeceklerini kanıtlayan bir çalışma yaptık’ dedim. Buna karşılık Ted gerçekten dürüst davrandı ve ‘O zaman, herhalde, görebilecekmişim gibi geldi bana’ dedi” diyor Braden.Ted Williams, topa herkes kadar başarılı bir şekilde vurabiliyordu ve bunu nasıl yaptığını büyük bir özgüvenle açıklayabiliyordu. Ancak açıklaması hareketleriyle uyuşmuyordu, tıpkı Mary’nin bir erkekte ne istediğine dair açıklamasının görüşme anında beğendiği özelliklerle tıpatıp uyuşmaması gibi. İnsanoğlu olarak bizlerin hikâye anlatma problemi bulunmaktadır. Gerçekte herhangi bir açıklamamız olmayan konulara açıklama bulmak için biraz aceleci davranıyoruz.
“En iyi oyuncular üzerine yaptığımız tüm araştırmaların sonunda, ne yaptığını tam anlamıyla bilme ve bunu açıklama konusunda tutarlı olan tek bir oyuncu bile bulamadık” diyor Braden.
Braden, profesyonel sporcularla yürüttüğü çalışmasında benzer bir deneyim yaşadı. Yıllar boyunca olabildiğince çok dünyanın önde gelen tenisçileriyle konuşmaya özen gösterdi, onlara oynama biçimlerinin nedenlerini ve nasıl öyle oynayabildiklerini sordu ve sonuç sürekli olarak hayal kırıcı oldu. “En iyi oyuncular üzerine yaptığımız tüm araştırmaların sonunda, ne yaptığını tam anlamıyla bilme ve bunu açıklama konusunda tutarlı olan tek bir oyuncu bile bulamadık” diyor Braden. “Farklı zamanlara göre değişen veya tamamen anlamsız olan cevaplar veriyorlar.” Örneğin araştırmada kullandığı yöntemlerden biri en iyi tenisçilerin hareketlerini kameraya çekip daha sonra onları sayılara dönüştürmekti; kare kare bilgisayara listeliyor, bu sayede de mesela, Pete Sampras’in çapraz sol vuruş yaptığında omuzunun tam anlamıyla kaç derecelik bir açı ile döndüğünü bilebiliyor.
Braden’ın sayısallaştırılmış kamera kayıtlarından biri, usta tenisçi Andre Agassi’nin sağ vuruşudur. Görüntünün dökümü yapılmış, Agassi bir iskelete dönüştürülmüştü. Böylece topa vurmak için hamle yaptığında vücudundaki her bir eklem hareketi açık bir şekilde görülebiliyor ve ölçülebiliyordu. Agassi kaydı, yaşanılan anda nasıl hareket ettiğimizi açıklama yetersizliğimizi gösteren mükemmel bir örnektir. “Neredeyse dünyadaki bütün profesyoneller sağ vuruş yaparken raketi topun üzerinde yuvarlamak için bileklerini kullandıklarını söylerler” diyor Braden. “Neden? Ne görüyorlar? Bak!” –tam burada Braden ekranı işaret ediyor– “Topa vurduğu ânı görüyor musun? Sayısallaştırılmış görüntü ile bileğinin sekiz derecelik açıyla dönüp dönmediğini görebiliyoruz. Ama oyuncular neredeyse hiç bileklerini oynatmazlar. Bileğinin nasıl sabit durduğuna bak. Ancak topa vurduktan çok sonra bileğini oynatıyor. Vuruş sırasında oynattığını düşünüyor ama aslında vuruştan çok sonra oynatıyor. Nasıl bu kadar çok insan yanılabilir? İnsanlar koçlara gidip bileklerini topa vururken nasıl yuvarlayabileceklerini öğrenmek için yüzlerce dolar ödüyor ve sonuçta olan tek şey, kol sakatlanmalarında patlama yaşanması.”
Prestijli özel bir lisede eğitim gören beyaz bir öğrenci, şehrin merkezindeki yoksul bölge lisesine giden siyahi bir öğrenciden SAT sınavında daha yüksek bir puan aldığında bu onun daha iyi bir öğrenci olduğunu mu gösterir; yoksa beyaz tenli ve prestijli bir liseye gitmek ile “zeki olmak” arasında sürekli olarak tetikleme bağı kurulduğu için midir?(Zeka büyük ölçüde aldığımız terbiyeye,yetistirilis tarzımıza,içinde yaşadığımız çevreye, mensup olduğumuz grupta geçerli olan fikirlere bağlıdır. )
Örneğin bir seferinde Bargh ve New York Üniversitesi’nden iki arkadaşı, Mark Chen ve Lara Burrows, Bargh’ın ofisinin hemen önündeki koridorda bir deney düzenlediler. Deney grubunu lisans öğrencilerinden oluşturdular ve gruptakilerin her birine iki karışık cümle testinden birini verdiler. İlk teste “saldırganca”, “gözüpek”, “dert vermek”, “rahatsız etmek”, “izinsiz girmek” ve “hakkını yemek” gibi kelimeler serpiştirilmişti. İkinci testte ise “saygı”, “anlayışlı”, “takdir etmek”, “sabırla”, “baş eğmek”, “kibar” ve “incelikli” kelimeleri yer alıyordu. Her iki durumda da öğrencilerin ne olup bittiğini anlamaması için çok benzer sözcükler seçilmemişti. (Bir deneye veya herhangi bir şeye hazırlandığınızın farkına vardığınız anda, artık o tetikleme evresi bir işe yaramaz hale gelir.) Yaklaşık beş dakika süren testten sonra öğrencilere koridordan ilerleyip bir sonraki görevlerini öğrenmeleri için deneyi yürüten kişi ile görüşmeleri söylendi.
Ancak öğrenci, deneyi yapan kişinin ofisinin önüne geldiğinde Bargh, deneyi yapan kişinin başka biriyle –koridorun başında, ofisin kapısını bloke edecek şekilde duran deney ekibinden bir işbirlikçi ile– yoğun bir görüşmede olduğu imajını yaratarak deneycinin meşgul olmasını sağlıyordu. Bargh’ın istediği, kibar kelimelerle hazırlanan deneklerin deneyi yapan kişi ve işbirlikçinin konuşmasını bölmesi, kaba kelimelerle hazırlananlardan daha uzun süre alıp almayacağını ölçmekti. Bargh bilinçdışı etkisinin garip gücünün hareketlerimizde fark yaratacağını biliyordu, fakat bu farkın küçük olacağını düşünüyordu. Deneyden önce Bargh New York Üniversitesi komitesinden insan üzerinde deney yapma onayını aldığında komite Bargh’dan koridordaki konuşmayı on dakika sonra sonlandırılacağı sözünü aldı. “Bunu söylediklerinde onlara bakakaldığımı ve içimden ‘Şaka yapıyor olmalısınız,’ dediğimi hatırlıyorum,” diyor Bargh. “Komik olan, biz milisaniyede gerçekleşen değişimleri ölçüyor olacaktık. Yani, bunlar New Yorklular. Orada durup bekleyecek halleri yok. Biz zaten birkaç saniye veya en fazla bir dakika diye düşünüyorduk.”
Ama Bargh ve arkadaşları yanılıyordu. Kaba olarak hazırlanan grup er geç –yaklaşık beş dakika sonra– konuşmayı böldü. Öte yandan kibar kibar hazırlanan grubun büyük çoğunluğu –%82’si– konuşmayı hiç bölmedi. Eğer deney on dakika sonra sona ermeseydi, yüzlerinde nazik ve sabırlı bir gülümsemeyle kimbilir daha ne kadar beklerlerdi?
“Deneyin yapıldığı koridorun sonunda ofisim vardı” diyor Bargh ve devam ediyor: “Aynı konuşmayı tekrar tekrar dinlemek zorunda kalmıştım. Her saat başı, ne zaman yeni denek geldiyse. Çok sıkıcıydı, hem de çok. İnsanlar koridora geliyorlardı ve işbirlikçiyi kapıda deneyi yapan kişiyle konuşur görüyorlardı. Ve deney ekibindeki kız sürekli olarak ne yapması gerektiğini anlamadığı üzerine konuşuyordu. Hiç durmadan, neredeyse tüm o on dakika boyunca ‘Bunu nerede işaretleyeceğim? Anlamıyorum,’ diyordu.” O ânı ve ânın garipliğini hatırladıkça irkiliyor Bargh. “Bu durum bütün bir dönem devam etti. Ve kibar kelimeler testini alan herkes orada öylece durdu.”
Yapılan bir araştırmada,hakimler doktorların becerileri hakkında en ufak bilgiye sahip değillerdi. Ne kadar tecrübeli olduklarını, ne tür bir eğitim aldıklarını ve çalışma biçimlerinin nasıl olduğunu bilmiyorlardı. Doktorların hastalara ne dediğini bile bilmiyorlardı aslında. Tahmin etmek için ellerinde olan tek veri doktorların ses tonlarını dinleyerek yaptıkları analizlerdi. Hatta durum bundan daha da basitti. Eğer doktorun sesinin üstünlük taslayan bir tonda olduğuna karar verilmişse o doktorun dava edilmiş olan gruba dahil olduğu anlaşılıyordu. Eğer ses tonu daha az baskıcı, daha ilgili, endişeli geliyorsa doktor dava edilmeyen gruptandı. Bundan daha ince bir dilim olması mümkün müydü? Yanlış tedavi problemi kulağa karmaşık ve çok boyutlu gibi geliyor. Ama eninde sonunda durum saygıyla ilgili ve saygıyı en düzgün ifade eden şey ise ses tonu. Saygısızlıksa ses tonundaki üstün tavırdan anlaşılabiliyor. Ambady ses tonunu incelemek için bir hasta ve doktorun bütün geçmişini didiklemek zorunda kaldı mı? Hayır.
Psikolog Nalini Ambady hastalarla doktorlar arasındaki konuşmalara iyice yoğunlaşarak Levinson’ın kayıtlarını dinlemiş. Her doktor için iki ayrı hastayla geçen konuşma seçmiş. Sonra, her konuşmadan doktorun konuştuğu ikişer 10 saniyelik parça seçmiş, yani ayırdığı ve üzerine yoğunlaştığı dilim her doktor için 40 saniye. Son olarak da konuşmaların yüksek frekanstaki tonlamalarını –ki bu heceler kelimeleri anlamlı kılan şeyler– slerek kayıtları özel bir filtreden geçirmiş. Bu elemeden sonra kayıtta sadece entonasyon (tonlama), farklı perdeden sesler ve ritm kalmış, içeriğe dair her şey yok olmuştur. Sadece bu dilimi kullanarak Ambady Gottman tarzı bir analiz yapmış. Hâkimlere bu bozulmuş ses kaydını dinleterek samimiyet, düşmanlık, üstünlük ve gerginlik açısından puanlar vermelerini istemiş ve sadece o puanlara bakarak hangi doktorların dava edildiğini, hangilerinin edilmediğini tahmin edebilmiş.
Ambady’nin dediğine göre kendisi ve çalışma arkadaşları elde ettikleri sonuca inanamamışlar. Hâkimler doktorların becerileri hakkında en ufak bilgiye sahip değillerdi. Ne kadar tecrübeli olduklarını, ne tür bir eğitim aldıklarını ve çalışma biçimlerinin nasıl olduğunu bilmiyorlardı. Doktorların hastalara ne dediğini bile bilmiyorlardı aslında. Tahmin etmek için ellerinde olan tek veri doktorların ses tonlarını dinleyerek yaptıkları analizlerdi. Hatta durum bundan daha da basitti. Eğer doktorun sesinin üstünlük taslayan bir tonda olduğuna karar verilmişse o doktorun dava edilmiş olan gruba dahil olduğu anlaşılıyordu. Eğer ses tonu daha az baskıcı, daha ilgili, endişeli geliyorsa doktor dava edilmeyen gruptandı. Bundan daha ince bir dilim olması mümkün müydü? Yanlış tedavi problemi kulağa karmaşık ve çok boyutlu gibi geliyor. Ama eninde sonunda durum saygıyla ilgili ve saygıyı en düzgün ifade eden şey ise ses tonu. Saygısızlıksa ses tonundaki üstün tavırdan anlaşılabiliyor. Ambady ses tonunu incelemek için bir hasta ve doktorun bütün geçmişini didiklemek zorunda kaldı mı? Hayır.
Bir doktorun dava edilme riskini ölçmek için ne kadar iyi ameliyat yaptığını bilmek gerekli değil. Bilinmesi gereken şey doktorun hastasıyla kurduğu ilişki.
Burkin’e zamanında bir müvekkili gelip göğsündeki tümörü metastas yapana kadar teşhis edemeyen dahiliye uzmanı hakkında şikâyetçi olmak istediğini söylemiş. Suçun büyük bir kısmı aslında radyoloğunmuş ama müvekkil fikrinden dönmemiş. Dahiliye uzmanını dava etmekte kararlıymış. “İlk buluşmamızda müvekkilim o doktordan nefret ettiğini çünkü kendisine hiç zaman ayırmadığını ve semptomları hakkında sorular sormadığını söylemişti,” diyor Burkin. “Bana sanki karşısında bir insan yokmuş gibi davrandı,” diye eklemiş müvekkil… “Bir hasta kötü bir sonuçla karşılaştığında doktor durumu uzun uzadıya açıklamalı ve hastanın sorularını yanıtlamalı; yani karşısındakine insan muamelesi yapmalı. Haklarında dava açılan doktorlarsa bunu yapmayan doktorlar.” O zaman bir doktorun dava edilme riskini ölçmek için ne kadar iyi ameliyat yaptığını bilmek gerekli değil. Bilinmesi gereken şey doktorun hastasıyla kurduğu ilişki.
Gottman, çiftlere evliliklerinin gidişatı hakkında soru sormuyor. Çünkü yalan söyleyebilirler, kendilerini tuhaf hissedebilirler ya da daha da önemlisi, gerçeği bilmiyor olabilirler. İlişkilerinin çok derinine saplanıp kalmış veya keyiften dört köşe halde mutluluk denizinde yüzerken ilişkinin dinamikleri hakkında bir fikir sahibi olmayabilirler. Sybil Carrere “Çiftlerin, dışarıdan nasıl göründükleriyle ilgili en ufak bir fikirleri yok,” diyor. “Bir tartışma yaşıyorlar, onu kayda alıyoruz ve sonra seyretmelerini istiyoruz. Yaptığımız son araştırmaların birinde çiftlerle bu deneyimden ne öğrendikleri hakkında konuştuk ve büyük bir çoğunluğu tartışma esnasındaki görüntülerine ya da iletişim kurma şekillerine çok şaşırdığını ifade etti. Çok duygusal olduğunu düşündüğümüz bir kadın bunun hiç farkında olmadığını söyledi. Çok güçlü durduğunu ve dışarıdan hiçbir şeyin belli olmadığını düşünüyormuş. Çoğu insan böyle. Kendilerini olduklarından daha konuşkan ya da daha olumsuz sanıyorlar. Kayıtları seyrettikten sonra nasıl göründükleri hakkında yanıldıklarını anlıyorlar.”
Eğer çiftler nasıl göründüklerinin, tartışmalarının kulağa nasıl geldiğinin farkında değillerse onlara soru sormanın ne anlamı var? Pek bir anlamı yok, işte Gottman tam da bu yüzden çiftlerden doğrudan evlilikleri hakkında değil de –evdeki köpek gibi– evliliklerini ilgilendiren bir konu hakkında konuşmalarını istiyor.
Hor görmenin derecesini ölçebilirseniz bir çiftin hayatındaki her detayı bilmek zorunda kalmazsınız.
Gottman, çiftlerin konuşmalarındaki her şeye önem vermek zorunda olmadığını fark etmiş. Ben olumsuzlukları saymaya o kadar odaklanmıştım ki artık yetişemiyordum, çünkü didikleyince her yerden olumsuz bir şey çıkıyordu. Gottman’sa çok daha seçici davranıyor. Bilmesi gerekenlere sadece “Dört Atlı” diye adlandırdığı kriterlere odaklanarak ulaşabiliyor: Savunmacı tavır, umursamazlık, eleştiri ve hor görme. Bu dördü içinde Gottman için en önemli olansa hor görme. Çiftlerden birinin ya da ikisinin karşısındakini hor gördüğünü gözlemlerse evliliğin gidişatının kötü olduğu sonucuna varıyor.
“En kötüsü eleştiri diye düşünebilirsiniz çünkü eleştiri dünyanın her yerinde karşındakinin karakterindeki kusuru göstermeye yarar. Ama hor görme, nitelik olarak eleştiriden farklı. Eleştiri söz konusu olduğunda karıma ‘Beni hiç dinlemiyorsun, bencil ve duygusuzsun,’ diyebilirim. Buna cevabı kendini savunmak olacaktır. Bu tavır problemi çözmez ve aramızdaki etkileşimi zedeler. Ama ben yukarıdan bakarak konuşursam, bu daha da zedeleyici olur ve hor görmenin her şekli yukarıdan bakmayı gerektirir. Hor görme, genellikle hakaret içerir: ‘Şirretin tekisin, iğrençsin.’ Hor görmek karşındakini senden aşağıya iter. Bir hiyerarşi yaratır.”
”En çok rastlanan -ve en önemli- hızlı anlamlandırma biçimleri başka insanlarla ilgili vardığımız hükümler ve oluşturduğumuz izlenimlerdir. ”
Kişinin yaşam boyu öğrenmeleri, izlemeleri ve yapmaları sonrasında elde ettiği bilgelik türüdür. Verilen hükümdür. Blink ise, tüm bu hikayelerin, çalışmaların, argümanların çıktığı kapı, hüküm denilen bu büyülü ve gizemli şeyi anlama girişimidir.
Dinlemenin tek yolu kulaklarınızla ve kalbinizle dinlemektir.
İlk izlenimlerimiz, deneyimlerimiz ve çevremiz sonucu oluşur. Bunun anlamı bu izlenimleri oluşturan deneyimleri değiştirerek ilk izlenimlerimizi değiştirebileceğimizdir, ince dilimlere ayırma biçiminizi farklılaştırabiliriz.
Peşin hüküm ölüm öpücüğü gibidir.
Bir şey olmuştu ama olan şeyin ne olduğu henüz belli değildi.
Bilinçdışı tepkilerimiz adeta kilitli bir odadan gelir ve biz o odanın içini göremeyiz. Ancak deneyimle davranışlarımızı ve eğitimimizi anlık hükümlerimiz ve ilk izlenimlerimizin altında neler yattığını yorumlamak için kullanmakta uzmanlaşırız.
İyi karar alamanın anahtarı bilgi dağarcığı değildir. Asıl anahtar anlamadır. Öncekinin içinde yüzüyoruz. Sonrakinden ümitsizce yoksunuz.
Bütün ufak değişiklikleri birleştirebilseydik daha farklı ve daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk.
Bilgisizliğimizi kabullenip daha çok bilmiyorum demeliyiz.
Nereden bildiklerini biliyorlar mıydı ? Hayır. Ama biliyorlardı.
Bilgisizliğimizi kabullenip daha çok bilmiyorum demeliyiz.
Dört Atlı diye adlandırdığı kriterlere odaklanarak ulaşabiliyor: Savunmacı tavır, umursamazlık, eleştiri ve hor görme. Çiftlerden birinin ya da ikisinin karşısındakini hor gördüğünü gözlemlerse evliliğin gidişatının kötü olduğu sonucuna varıyor.
“Büyük öneme sahip olmayan bir karar alırken her zaman tüm artıları ve eksileri göz önünde bulundurmayı avantajlı bulmuşumdur. Bununla birlikte hayati öneme sahip, örneğin eş veya iş seçimi gibi konularda karar bilinçdışından, içimizden bir yerlerden gelmelidir. Kişisel hayatla ilgili önemli kararlarda bence doğamızın derinliklerdeki içsel ihtiyaçları tarafından yönetilmeliyiz.”

-Sigmund Freud

Hepimiz bizim için bir anlam ifade eden şeylerin çekimine kapılırız ve birçoğumuz için bu, insanlardır. Ama eğer insanlar sizin için bir anlam ifade etmiyorsa o zaman ifade eden başka bir şey ararsınız.”
Büyük öneme sahip olmayan bir karar alırken her zaman tüm artıları ve eksileri göz önünde bulundurmayı avantajlı bulmuşumdur. Bununla birlikte hayati öneme sahip, örneğin eş veya iş seçimi gibi konularda karar bilinçdışından, içimizden bir yerlerden gelmelidir. Kişisel hayatla ilgili önemli kararlarda, doğamızın derinliklerindeki içsel ihtiyaçları tarafından yönetilmeliyiz. Freud
“Peki içgüdülerimizi ciddiye alsak ne olurdu? Ufku dürbünümüzle baştan sona taramaktan vazgeçip kendi karar alma ve davranış mekanizmamızı yeryüzünün en güçlü mikroskobu ile incelesek daha iyi olmaz mıydı?

Bütün ufak değişiklikleri birleştirebilseydik daha farklı ve daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk.”

İyi karar almanın anahtarı bilgi dağarcığı değildir. Asıl anahtar anlamadır. Öncekinin içinde yüzüyoruz. Sonrakinden ümitsizce yoksunuz.
Biz insanlar hikâye anlatmasını severiz; gerçekte açıklamamız olmayan şeylere
pek kolay açıklama buluruz. Düşünce ve davranışlarımızı etkileyen şeylerin farkında değiliz;
ama farkındayız zannederiz.. Cahilliğimizi kabul edip daha sık “bilmiyorum” desek iyi olur.
Bazen, bir
insanın sadece yaşadığı yeri görmek, kişiliği hakkında, kendini görmekten daha iyi fikir verir
Bir tür olarak insanoğlunun, bu güne kadar neslini sürdürebilmesinin bir sebebi
de, çok az bilgiye dayalı çok hızlı karar verebilme becerisinin gelişmiş olmasıdır.
“Testin rahatsız edici tarafı, bilinçdışı tutumlarımızın nominal bilinçli değerlerimizle bütünüyle uyuşmuyor olduğunu göstermesidir. Örneğin işin sonunda ortaya çıkıyor ki şimdiye kadar Irk ÖÇT’sini yapan yaklaşık olarak elli bin Afrikalı-Amerikalının yarısı, benim gibi, siyahilere nazaran beyazlara karşı daha güçlü çağrışımlara sahipler. Nasıl sahip olmayalım? Etrafımızın her gün beyazları iyi olanla bağdaştıran kültürel mesajlarla çevrildiği Kuzey Amerika’da yaşıyoruz.”
“Tabares görüntü kaydına dikkat çekti: “‘Doğru, haklı olabilirsin’ diye başlamış olabilir, fakat durum ‘evet, ama’ taktiğine bir örnek. Sue’nun söylediklerini doğrulayarak başlasa da sonunda lafı yine köpeği istemediğine getirdi. Bill’in tavrı cidden fazla savunmacı. İlk başta ‘adam çok kibar, kadının söylediklerini kabul ediyor’ diye düşündüm, sonra fark ettim ki aslında ‘evet, ama’ taktiğini kullanıyor ve bu taktiğin oyununa gelmek işten bile değil.”
Hayatınızdaki bütün ufak çapta zihinsel detaylarla bilinçdışınız ilgileniyordu. Çevrenizde olan bitenleri takip edip uygun bir davranış sergilemenizi sağlıyordu, böylece siz de önünüzdeki probleme
konsantre olabiliyordunuz.
“İnsanların ilişkileri iki safhada olabilir,” diye ekliyor Gottman. “İlki olumlu hislerin baskın olduğu safha; burada olumlu duygular sinir bozukluğunu bastırabiliyor. Bir nevi arabuluculuk. Eşlerden biri kötü bir şey yapınca diğeri ‘şu an biraz gergin’ diyebiliyor. Ya da olumsuz hislerin baskın olduğu safha
olabilir ve bu safhada eşlerden birinin söylediği nispeten tarafsız bir söz bile
negatif olarak algılanabilir. Olumsuz hisler baskınken kişiler birbirleriyle alakalı
peşin hükümlere varırlar. Olumsuz hislerin etkisi altında olanlar, partnerleri
olumlu bir şey yaparsa ‘olumlu tarafa yönelen bir bencil olduğundandır’ diye
düşünürler. Bu safhaları dönüştürmek cidden zordur ve taraflardan biri durumu
düzeltmeye çalışırken diğerinin bunu telafi olarak mı yoksa düşmanca bir
davranış olarak mı göreceğini hangi safhada oldukları belirler. Karımla
konuştuğumu ve onun bana ‘çeneni kapatıp lafımı bitirmeme izin verecek
misin?’ diye sorduğunu düşünelim. Olumlu hislerin baskın olduğu durumda
‘Kusura bakma, söz sende’ diyebilirim. Bu durumdan çok hoşnut değilimdir ama
yapıcı olmaya çalışıyorumdur. Olumsuz hislerin baskın olması durumunda ise
‘Bıktım usandım senden, sen de beni konuşturmuyorsun. Huysuzun tekisin, tıpkı
annen gibi,’ derim.”
Ama eninde sonunda durum saygıyla ilgili ve saygıyı en düzgün ifade eden şey ise ses tonu.
Hor görmenin derecesini ölçebilirseniz bir çiftin hayatındaki her detayı bilmek zorunda kalmazsınız.
Cinsiyetler arasındaki temel farkı ele aldığımızda, kadınların eleştirel, erkeklerin ise umursamaz olmaya daha meyilli olduğunu
görebiliriz.
insanların yaptığı her şeyin temelinde teşhis
edilebilen ve değişmeyen bir üslup var.
Tarzla ilgili asıl nokta doğal olarak kendilerini belli etmeleri.
Kendimize ve davranışlarımıza anlam
kazandırma işinin, göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede elde edeceğimiz
bilginin aylar sürecek mantıksal analiz kadar değerli olabileceğini kabul etmemizi gerektirdiğine inanıyorum.
Bir kararın niteliğinin, oluşumunda sarf edilen çaba ve zamanla doğrudan bağlantılı olduğunu dayatan bir dünyada yaşıyoruz.
Akıl, en verimli şekilde ancak üst düzey, sofistike düşünceyi bilinçaltına havale ederek çalışabilir; tıpkı modern bir jeti kullanan ‘bilinçli’ bir pilotun hiçbir girdisi olmaksızın otomatik pilota bağlı olarak
çalışabilmesi gibi. Uyumsal bilinçaltı, çevresini anlamada, insanları tehlikelere
karşı uyarmada, önüne hedef koymada karmaşık ve etkin bir şekilde çalışarak
gayet başarılı bir iş çıkarır.”
Kendimize ve davranışlarımıza anlam
kazandırma işinin, göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede elde edeceğimiz
bilginin aylar sürecek mantıksal analiz kadar değerli olabileceğini kabul
etmemiz gerektirdiğine inanıyorum.
Bir kararın niteliğinin, oluşumunda sarf edilen çaba ve zamanla doğrudan bağlantılı olduğunu dayatan bir dünyada yaşıyoruz.
Genellikle bir uzmanlık işareti, ne olmayacağını fark etmektir.
Bilgi üretimine kendinizi fazlasıyla kaptırırsanız veri içinde yolunuzu kaybedersiniz.
Bir şey olmuştu ama olan şeyin ne olduğu henüz belli değildi.
Spontane yapılan, rasgele yapılan anlamına gelmez.
Nasıl kendimize tutarlı ve incelikli düşünmeyi öğretebiliyorsak, daha iyi anlık hüküm vermek için de kendimizi eğitebiliriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir